Dünya mali piyasalarındaki değişmeye başlayan koşullar AKP’nin sermaye ile ilişkilerin de değişmesine yol açtı. Ortaya çıkan yeni koşullar AKP’nin refah modelinin finansmanını zora soktu. Oysa küresel düzeyde dönüşümün başladığı 2013 yılına kadar, AKP sürekli elindekini yeniden dağıtan bir parti olmuş ve iktidarını bu şekilde elde ettiği kamuoyu rızasına dayandırmıştı.
Yirmi yılı aşkın bir süre sermayenin her kesimi ile ilişkiler geliştirmeyi başarmış olsa da her bir sermaye grubunun dayandığı birikim modellerinin birbirinden farklı oluşu, onların talep ettiği politikalarda da farklılıkların oluşmasına yol açmaktaydı. Bir birikim modelini öne çıkarıp, o modelin arzu ettiği politikaları uygulamak, bir diğerinin aleyhine ekonomik koşulların oluşmasına yol açıyor ve onların sermaye birikim süreçlerini sekteye uğratıyorlardı. Her ne kadar kamuoyundaki siyasi tartışmalarda sermaye bir sınıf olarak ve/veya çıkarları itibariyle bir bütün olarak görülse de sermaye içindeki farklı nitelikte, farklı büyüklükte ve farklı iktisadi faaliyetlere dayanan grupların çıkarları ve birikim süreçleri de birbirinden farklılaşmaktadır. Bunların birbirleriyle rekabet etmeleri ise sık görülen bir durumdur. Siyasetçi bu anlaşmazlıkları yönetmeye çalışır.
Son yirmi yıllık süre içinde AKP’nin bir kalkınma stratejisinin olmaması, elde edilen olumlu ekonomik sonuçların sırf dünya ekonomisindeki olumlu koşullar neticesinde ortaya çıkan konjonktürel başarılar olması, sonraki yıllarda ekonomi yönetiminde güçlüklerle karşılaşılmasına yol açtı. Aslında bugün yaşadığımız ekonomik güçlüklerin bir nedeni de budur.
Bu süreçte AKP’nin ekonomide iki önceliği öne çıkmıştır. Bunlardan birincisi AKP ülkenin “altyapı eksiklerini” kapamayı amaçlayan klasik bir sağ parti hüviyetini öne çıkarmıştır. Ülkemizde genellikle sağ siyaset çok uzun yıllardır altyapıda görülen “arz açıklarını” kapamak suretiyle kamu rızası üretmeye çalışmıştır; çalışmaktadır da. Bu ezber AKP döneminde de bozulmamıştır.
Böyle bir amaç, arz açıklarını kapamak ve bayındırlık hizmetlerini gerçekleştirmek için ister istemez ülkedeki bazı sermaye gruplarıyla ilişki içine girilmesini gerekli kılmaktadır. Bu aynı zamanda kamu kaynaklarının bu kesimlerin sermaye birikimlerini hızlandırmakta kullanılmasının da önünü açmaktadır.
AKP’nin ekonomideki ikinci önceliği ise, bu dönemde hızlanan kırdan kente göçü idare etmek ve bunu siyasi bir fırsata dönüştürmek. Zaten geçmişteki birçok seçimlerde kentlerden kırsala oy kullanmak için gidilmesi ve AKP’nin bu sürece ön ayak olması hep bu amacın dışa vurumuydu. Ekonomik anlamda bu sürecin en kritik tarafı belli bir refaha erişmek için kentlere gelenlere bu refaha ulaşabilecekleri gelir kaynaklarını sunabilmekti. Çoğu tarımsal faaliyetlerde geçmişi olan bu insanların kentlerde yaşayabilmek için yeterli vasıflara sahip olmamaları, bu insanların daha kurumsal, ölçek olarak büyük, daha vasıf isteyen işlerde istihdam edilebilirliklerini ortadan kaldırmaktadır. Sanayi dışında bu insanların istihdam edilebileceği yegâne faaliyet alanı ise hizmet-ticaret-inşaat faaliyetleriydi. Bu da uzun yıllar AKP’nin bu faaliyetleri teşvik edici iç pazarı öne çıkartan politikalar izlemesini kolaylaştırdı.
Bu politikalarıyla AKP kırsal yoksulluğu, kırsalda yaşayanları kentlere dâhil ederek ve onlara belli bir gelire erişim imkânı sağlayarak gidermeye çalıştı. Ancak işler iyi giderken, arzu edilen sonuçlar üreten bu politikalar, işler kötüye döndüğünde, kentlerdeki yoksulluğun kaynağı oluverdi birdenbire. İktidarın uzun zamandır devam ettiği ve birikim modelinin önemli bir parçası haline getirdiği altyapı yatırımlarının ertelenmesi kolaylıkla yapılabilir. Ancak yirmi yıldır hiç durmadan devam eden kırdan kentlere gelmiş nüfusun refahını aynı düzeyde utabilecek gelir kaynaklarını ayakta tutabilmek zordu. Dışarıdan kaynak bulmada sıkıntı çıkmaya başlayınca, bu kesimlerin gelirlerini ayak tutmak güçleşti.
Dünyadaki ekonomisindeki yeni şartlara iktidarın ayak uyduramamasının sonuçları 2015 seçimlerinde kendini gösterdi. Daha seçim öncesinde Anadolu’da etkin bir network’e dâhil olan Anadolu sermayesi üzerindeki hâkimiyetini kaybetmişti. Bu AKP’nin hem işbirliği içinde olduğu sermaye grupları hem de devlet içinde örgütlenmiş bürokrasi üzerindeki hâkimiyetinin zayıflaması anlamına gelmekteydi.
Seçimlerde AKP tek başına iktidar olabilme kabiliyetini kaybetti. Birtakım olağanüstü siyasi koşulların yaratılmasının ardından tekrarlanan 2015 seçimlerinin sonucunda AKP, MHP’nin desteğiyle tekrar iktidara geldi ama ekonomide ihtiyaç duyulan dışsal koşullara uyumu göz ardı etmeye devam etti. Siyaseten zayıflayınca, eski popülist, son derecede maliyetli refah modeline daha çok sarılmaya başladı.
AKP, ekonomik koşulların zorlamasıyla giderek zayıflarken, seçimlerden tam bir yıl sonra, 2016 yılında ülkemizin sivil siyaseti dışsal gelen bir müdahaleyle karşı karşıya kaldı. Tam unutuldu derken, siyaseti dönüştürmeyi amaçlayan başarısız bir “askeri darbe” girişiminde bulunuldu.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Bu darbe girişimi ve sonrasında yaşanan siyasi gelişmeler kamuoyu tarafından sıkça tartışıldı ve hala tartışılmaktadır. Ancak iktisadi sonuçları itibariyle de tartışılmaya muhtaç bir girişimdir.
15 Temmuz darbe girişiminin ekonomik sonuçları itibariyle öncekilerden birtakım farklar taşıdığı görülüyor. Bunları sırasıyla şu şekilde belirtebiliriz.
Öncelikle daha önceki darbelerin ardından ülkedeki sermaye birikim modelinin değiştiği gözlemlenmektedir. Bu kez böyle çarpıcı bir değişime rastlanmamaktadır.
Yine daha önceki darbelerin ardından yaşananlardan farklı olarak, AKP daha önce işbirliği içinde olduğu sermaye gruplarının sermayelerine el koymayı ve onların sermaye birikim süreçlerini tahrip etmeyi tercih etti. Onları iktidar koalisyonunun dışına itmekle kalmadı, ekonomik hayatın da dışına itti.
Önceki dışsal müdahalelerin sonucunda gerçekleşen dönüşümler ülke ekonomisinin dünya ekonomisinin yeni koşullarına uyumunu sağlamayı amaçlarken, dünya ile koordinasyonu önemsemekteydi. Bu sefer dış dünya ile sınırlı düzeyde ilişkiler geliştirip, ekonominin iç pazara yönelmesi sağlandı. 1930’ların Kadrocu hareketin fikri öncülüğünü yaptığı milli ekonomi fikri etrafında geliştirilen bir düşünceye sıkı sıkıya bağlanıldı.
Siyasi alana ek olarak ülkedeki tüm sermaye grupları üzerinde baskı uygulandı ve talepleri görmezden gelindi. Geçmişte en azından sermaye gruplarından bazıları, amaçlanan birikim modelini gerçekleştirecek bir grup olarak destekleniyordu. Bu kez böyle bir yaklaşım tercih edilmedi.
Yine daha önceki darbelerdekinden farklı olarak bu kez AKP iktidarı mevcut sermaye gruplarından ziyade, kendi otoritesi altında olacak yeni bir sermaye grubu ve onların gerçekleştireceği sermaye birikim modelini devreye soktu. Bunu kamu kaynaklarını kullanarak yaparken, bunun bahanesi olarak da ülkenin altyapı ve bayındırlık ihtiyacı gösterildi. Bu şekilde kendi sermaye grubunu oluşturmaya çalıştı. Elbette böyle bir amaç gerçekleştirilmesi son derecede maliyetli ve çok fazla dış kaynak kullanımını gerektirmekteydi. Ülkenin acil çözüm bekleyen ekonomik sorunlarını çözmekte kullanılabilecek kaynaklar bu sermaye birikiminin oluşturulması için harcanmaya başlandı.
Yeni sermaye birikim modeli, ülkenin döviz geliri elde edebilme kapasitesini geliştirme kabiliyetini bırakın, başka kesimlerin kazandığı dövizin tüketilmesiyle ayakta kalabilmektedir. Bu bakımdan sürdürülebilirliği son derecede sınırlı bir birikim şeklidir.
Artık AKP’nin Türkiye’nin refah talebini karşılayabilecek bir kabiliyeti kalmamıştır. Dünyadaki değişime uyum göstermeye direnerek, kendi siyasi önceliklerinde direten bir iktidar dünya ile koordinasyonu göz ardı etmektedir. Refah üretimi için gerekli herhangi bir sermaye birikim modelini ortaya koyamadığı gibi, böyle bir modelin uygulanması için ihtiyaç duyacağı herhangi bir sermaye grubunun taleplerini karşılayabilecek konumda da değildir.
Ülkenin ekonomik ihtiyaçları büyümüşken, AKP bu ihtiyaçları göreli olarak küçük ve iç pazara yönelik sermayenin desteğiyle karşılamaya çalışmaktadır. Türkiye’nin bugün ulaşmış olduğu gelişme seviyesinde bunu başarmak imkânsızdır.
AKP iktidarının sermaye açısından bir diğer sınavı ise, birikimine aracılık ettiği, kendi kontrolünde olan, büyük ölçüde ticari niteliği olan sermayenin, dönüşünü sağlayabilmektir. Aynı 1950’lerin sonunda olduğu gibi biriken bu ticari sermayenin sanayi sermayesine dönüşebilmesi ilerleyen günlerde Türkiye ekonomisinde tartışılacak konulardan biri olacaktır.
İktidar için kritik soru, seçimi kazandığında nasıl bir sermaye birikim modeliyle ülkede refah üretmeye girişeceğini tespit etmektir. İnşaat ve altyapı faaliyetleri üzerinden sermaye biriktirmeye çabalayan sermaye gruplarıyla mı? Hiç sanmam. Zira bu Türkiye ekonomisi gibi büyüklükteki ekonominin talep ettiği refahı sağlayabilecek kapasitesi yok.
Muhalefet açısından ise bu sorunun cevabı hala verilebilmiş değil.