Öner Günçavdı yazdı: Orwell ve SSCB’den çıkardığımız ders

Çok sevdiğim romanlardan biridir George Orwell’ın 1984 romanı. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde dünyanın gidişinden rahatsız olan yazarın geleceğe yönelik bir sistem öngörüsünü içerir. Son derece çarpıcı bir anlatım eşliğinde insanlığın gelecekte nasıl bir siyasi sisteme evrilebileceğini öngörmeye çalışır Orwell. Mensubu olduğu siyasi parti dahil birçok çevreden eleştiriler almıştır bu kitapta yazdıklarından ötürü.

Kitap bir yönüyle iyi bir endüstriyel toplum eleştirisi olarak da ele alınabilir. Sanayi faaliyetleri etrafında organize olmuş bir toplumun sınıfsal yapısının ilham kaynağı olduğu bir toplum öngörüsü olarak düşünülebilir. Sanayi etrafında oluşturulmuş katı kurallar ile buna göre inşa edilmiş siyasi üstyapı kurumlarına yönelik edebi bir eleştiri. Katı bir toplumsal iş bölümü üzerine inşa edilmiş bir o kadar katı bir üstyapı kurumunun insanlık için nasıl bir tehlike oluşturduğunun da eleştirisidir.

Merkeziyetçi, bir o kadar da totaliter bir rejim öngörüsü altında ezilen insanın, bireyin neye dönüşebileceğini anlatır Orwell. Toplumculuğun insanların refah ve mutluluğuna tercih edildiği bir düzen tasvir edilmiştir romanda. Özellikle yazıldığı dönem itibarıyla merkeziyetçiliği ile öne çıkan sosyalist sistem örnek alınarak, bu boyutta merkezileşmenin otoriterizm ile gerçekleştirebileceğini öngören bir rejim eleştirisi yapılmaktadır romanda.

O baskıcı toplumsal örgütlenmesinin “bekasını” sağlamak için bireysel özgürlüklerden vazgeçilmesine ihtiyaç duyulurken, insanların böyle bir fedakârlığa ikna olabilmek için bir “dış düşmana” ihtiyaç duyduğuna ve bunun da en azından söylem ve propaganda yoluyla nasıl da kolay yaratılabildiğine dikkat çekmiştir Orwell.  Ancak romandaki bu toplumsal örgü bir sanayi toplumu varsayımı üzerine kurulmuştur.

Toplumun tüm kaynakları baskıcı rejimin bekasını sağlamak amacıyla tüketilmektedir. Hatta bu kaynak kullanım tercihi insanları gerçekötesi bir dış düşmanın varlığına toplumu inandırılarak ikna etmektedir. Bireyin ve özgürlüklerin zaferi ve o distopik düzenin çöküşü ile kitap bitmektedir.

Tarih olarak neden 1984 tercih edilmiş diye sorulursa, rivayete göre Orwell’ın kitabın yazıldığı yıl olan 1948 yılının son iki rakamının sırasını değiştirerek bu ismi belirlediği söylenir. Ama gerçekten son derecede manidar bir tarihtir seçilen o tarih. Orwell’in dünyasında 1984’ün, çizdiği distopik dünyanın çöktüğü bir yıla karşılık geldiği düşünülebilir.

Orwell’in bu öngörülerin ne kadar gerçekçi olup olmadığının değerlendirmesini okuyucuya bırakıyorum. Zira o günleri daha şimdiden yaşadık, geçtik bile. Ama George Orwell bir iktisatçı değildi. Bu konuların sadece siyasi yönünü ele almasını bilmiştir. İktisadi ilişkilerin üstyapı kurumları üzerindeki etkileri konusuna değinmeyi ise gerekli görmemiştir. Belki de düşünmemiştir bile. Zira onun vermek istediği mesaj farklıdır ve mesaj yerini bulmuştur.

George Orwell

Belki de o günlerdeki hastalığının vermiş olduğu karamsarlıkla böylesi distopik bir gelecek öngörüsü yapmıştır.  Belki de yaşadıkları ve gördüklerinin onda yarattığı memnuniyetsizliklerin sonucunda yazmak zorunda hissetmiştir böyle bir romanı. Ama gerçek olan bir şey var ki, II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan iki kutuplu dünyada sanayileşme, her iki kutup için de çekici güç oluşturmuştur. Toplumsal örgütlenmelerin her iki kutupta da sanayi etrafında, katı bir örgütlenmeye yol açmış olması, bunun da insan hayatı üzerinde son derecede belirleyici bir etki yaratması daha o günlerde Orwell gibilerin dikkatini çekmiştir. İlginçtir, aslında şekli olarak aynı iktisadi kaynaktan beslenen bu iki farklı siyasi sistem arasında ortaya çıkan rekabet yirminci yüzyıl tarihine yön veren ana unsur olmuştur.

Nedense Orwell’ın romanda anlattığı toplum bana hep Sovyetler Birliği’ni hatırlatmıştır. Belki bir önyargı, belki bilgisizlik nedeniyle böyle bir önyargım olmuş olabilir. Ama insan yerine toplumun öne çıkarılması ve kutsanması her daim bireyin küçümsenmesiyle sonuçlanmaktadır. Dahası bireysel refah taleplerin küçümsenmesi de sistemin yol açtığı baskılara meşruiyet kazandırmaktadır.

Belirtiğimiz gibi yirminci yüzyıl aslında sanayileşme tarihidir. İki kutuplu dünya arasındaki çekişme neticesinde, sözümona daha “özgürlükçü”, bireyi öne çıkartan siyasi ve ekonomik sistemin galibiyetiyle tamamlanmıştır. Aslında galip gelen “özgür dünya” içinde de insan sistemin “gönüllü” bir parçası haline getirilmiştir.

Aslında bu iki kutuplu dünyada yer alan birbirinden farklı iki sistemin de ortak noktası sanayileşme etrafından birbirinden farklı iki toplumsal yapı öngörüsüne sahip olmaları ve bireyi toplum içinde farklı yerlere oturtturmasıdır. İkisi de sanayileşmeyi refahın kaynağı olarak görmekte ve sanayileşmenin emek ve sermaye ekseninde yol açtığı toplumsal kutuplaşmaya göre pozisyonlarını belirlemektedirler.

Sermaye birikimi her iki sistemin de vazgeçilmezidir. Farklılık bu sermaye birikiminin kimin eliyle gerçekleştirileceğinde ve bu farklılıklara kazandırılacak meşruiyetin düşünsel kaynaklarındandır.

Batının temsil ettiği kapitalist sistem sermayeye daha yakın olup, bireysel mülkiyet eliyle sermaye birikimini tercih etmiştir. Sosyalizm de sanayileşmeyi refahın kaynağı olarak görmüş, emek ve sermaye arasında emeğe yakın durup sanayinin ihtiyaç duyduğu sermaye birikimini toplumsal mülkiyet altında gerçekleştirmeyi kendine amaç edinmiştir.

İlginçtir, Orwell’ın tasvir ettiği tipte bir toplumun SSCB önderliğindeki Doğu Bloku’nda gerçekleştiği düşünülebilir. Bireyleri birbirine benzetmeye çalışan ve bu şekilde bireysel talepleri ve beraberinde arzuları yok sayan bir toplum düzeni. Orwell bir iktisatçı değildi ve tabii ki böyle bir toplumdaki iktisadi dinamiklerin nasıl çalışacağını ve ne tip sorunlara yol açacağını göremedi. Doğu Bloku’nu Batıdan ayıran sembolik Berlin Duvarı’nın 1989 yılında yıkılmasıyla sosyalist kutbun başarısızlığının mihengi olarak görüldü.

SSCB’nin çöküşüyle birlikte Batıda birçok yorum yapıldı; gerekçeler oluşturuldu. Çoğu kimse bunu Henry Kissinger’ın Soğuk Savaş stratejisinin bir başarısı olarak gördü. Kimisi de iki kutuplu dünyanın sona ermesini tarihin de sonu olarak düşündü.

İktisatçılar da kendilerine göre açıklama getirdiler doğrusu. Öncelikle “bolluk ekonomisinin” varlığını bir koşul olarak zorunlu kılan sosyalizmin, o günkü teknoloji ve kaynak kısıtları altında artan üretim maliyetleri sosyalist sistem tarafından karşılanamamış ve çöküşü hızlandırmıştı. Teknolojik düzey ve üretim kapasitesi veri alındığında, sosyalizm son derecede iddialı ve o koşullar altında maliyetli bir uygulamaya dönmüştü. Düşüncede iyi görünse de, uygulamada ve iktisadi gerçekliklerle bu sistem öngörüsü maalesef başarılı olamadı.

Ancak bir önemli nokta gözlerden kaçtı. Öyle ki o gün SSCB’nin çöküşüne neden olan bu sorun, günümüzde gelişmiş ve gelişmekte olan birçok ülke ekonomisi içinde benzer bir tehdidin de görülebilmesini engelliyor.

SSCB’nin çökmesinde önemli faktörlerden biri de dünya ekonomisindeki değişim emarelerini görüp, ekonomisini ve toplumsal yapını bu değişime uyumlu hale getiremedi. Batılı gelişmiş piyasa ekonomileri sanayileşmeden hizmetlere doğru kaymaya başlarken ve katma değerin üretiminde hizmetler daha öne çıkarken, SSCB gibi ülkelerde sanayi ekseninde ekonomi ve toplumsal örgütlenme pratiği devam etti.  Son derecede katı bir şekilde inşa edilmiş bu örgütlenme yapısının dünya ekonomideki değişimlere göre yenilenebilmesinin çok fala imkânı yoktu. İster istemez bu durum II. Dünya savaşı sonrasında her iki sisteminde refah üretiminde sanayiyi öne çıkarak koşulların değişmesi anlamına geliyordu. İki sistemin ekonomik yönelimleri 1980’li yılların onundan itibaren çok daha belirgin hale gelmiş, her iki ekonomik sistemin toplam faktör verimlilikleri arasında büyük bir farkın oluşması kaçınılmaz olmuştur.

Sosyalist düşüncenin iktisadi dayanakları arasında olan emek ve sermaye arasındaki kutuplaşmanın da etkisi hizmet sektörünün değer yaratan ana sektör olarak yükselişiyle birlikte zayıflamaya başladı. Sabit sermaye birikiminin sanayi için devam eden önemi bir yana, gelişmiş piyasa ekonomilerinde aslın önem kazanan “beşeri” sermaye birikimi oldu.

Belki Orwell kendi öngördüğü baskıcı distopik dünyanın çöküşünü kaynakları giderek tükenen, insanlarına umut ve refah vaat edemeyen bir siyasi yapının toplum nezdinde desteğinin kalmamasına ve bunun sonucunda propaganda aygıtının çöküşüne bağlasa da, SSCB’nin çöküşünün dünya ekonomisindeki eğilimlere yerli tepkiyi verememesi olarak düşünebiliriz. Sanayi toplumu üzerine inşa edilmiş toplumsal ve siyasi yapının o katı yapısının dönüştürülememesi ve mevcut iktisadi sisteminin ürettiği refahın toplumsal talepleri karşılayamamasıdır asıl neden. Maalesef bugün bile SSCB’nin devamı olan ülkelerdeki toplam faktör verimliliğinin gelişmiş piyasa ekonomilerininkinden çok uzaklarda olduğu çok açık.

Gelelim bizim için kıssadan hisseye.

Ekonomik realite her zaman can acıtır. Söylemlerle bu gerçekleri tersine döndüremezsiniz.  Bu gerçeklere uymaktan kaçınamazsınız. Hele bir de dünyadan gelecek kaynağa aşırı derecede ihtiyacınız varken. Zira bu gerçeklere ne Orwell’in distopik dünyası, ne de SSCB dayanabilmiş değil. O zaman yapılması gereken Türkiye ekonomisi ile kendinize referans aldığınız ülkeler arasındaki toplam faktör verimlilikleri arasındaki farkı kapatmaktır.

Bu da “Almanya bizi kıskanıyor” demekle kapanmaz.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.