Kahramanmaraş Depremi’nin üzerinden on gün geçti. Resmi kişiler tarafından açıklanan kaybettiklerimizin sayısı her gün artıyor, nerede duracağını bilemiyoruz, öngörüler dehşet verici. Milyonlarca insanın hayatı kökten değişti; sadece sevdiklerini kaybetmediler, yaşadıkları ev, mahalle ve şehir de artık onlara ait değil, zaman içerisinde solacak bir anıya dönüştü. Biz, yaşananlara sosyal ve geleneksel medya ile şahit olanlar da “ikincil” ya da tetiklenen travmalarımızla sürekli bir iç huzursuzluğunu taşımaya mahkûm olduk. Bu coğrafyada yaşayanların çok sık karşılaştıkları ancak bir türlü alışamadıkları bir iğretilik hissini bir madalyon gibi taşıyoruz.
Ve yavaş ya da hızlı, yaşam “normale” dönüyor, dönmesini istiyoruz. “Normal” tırnak içinde çünkü asla eskisi gibi bir yaşam olmayacak, “-mış” gibi gözüken bir döngünün içine gireceğiz, daha önce yaşadığımız kolektif travmalardan aşinayız buna. Dönmesinde ya da dönmesini istemekte bir sakınca ya da ayıplanacak bir şey yok; sonuçta “einmal ist keinmal”, bir kere yaşanan yaşanmamış sayılır. Bizim de yaşamak için tek bir fırsatımız var, bunu her an hissediyoruz. Yaşadığımız tek bir yaşama anlam atfetmek arayışımızın bir “bulantıdan”, bir fazlalık duygusundan fazlasını getirmediğini çoktan öğrendik ama nasıl programlandıysak doğuştan varlığımızın bu dünyaya bir armağan olduğu iddiamızdan vazgeçmedik. Hepimizin bir şekilde müptelası olduğumuz sosyal medyada beş dakikalık şöhretimizi beğeniler ve izlenme sayıları sayesinde narsisizmimizi beslemeye devam etmiyor. Düşünün, deprem bölgesinden fotoğraf atıp beğeni alanlar var; bu işi yüz yüze eylesek herhalde sonu dayak ile biter.
“Normalmiş” gibi yaşamımıza geri dönmeyi şiddetle arzulayan sadece biz sıradan vatandaşlar değiliz; işine gücüne devam etmek isteyen, köşedeki kafe sahibi girişimciden bu kez sıranın kendisine geldiğine kalpten inanan siyasetçi adayına kadar geniş yelpazedeki insanlar bir an önce “hiç olmamış” gibi bir yaşamın geri gelmesini istiyor. İstiyor ki önümüze bakalım ve geleceğin sunduğu fırsatları değerlendirelim, sıkça tekrarlanan bir söylenti Çince’de kriz kelimesinin fırsat anlamı da taşıdığı, belki de bazılarının krizinin bazılarının fırsatı olduğunu kastediyordur. Bir ülkede seçim varsa, fırsat da vardır; bu bilinir.
Aslında bazıları şimdiden bıraktığımız yerden devam etmeye başladılar. Bir emekli siyasetçi seçimlerin ertelenebileceğinden bahsetti, televizyon çokbilirleri vakitlerini bu işi didiklemeye vakfettiler. Benim bildiğim Anayasa’da bunun herhangi bir yöntemi yok ama her zaman çözüm bulunabilir, göreceğiz. İki-üç gün içerisinde yine aday kim olmalı tartışmalarına döneriz; Şubat’ın 13’ünde bir açıklama bekleniyordu, Şubat olmaz, Mart olur… Seçim tarihiyle doğrudan ilişkili tatil planları gündeme gelir -bir tatil yapma fikri şimdi tiksinti veriyor değil mi, yazın görüşürüz-; tabii tatil pazarlayan internet sitelerinin reklamlarını da görmeye başlarız. Bir futbol ligimiz vardı, hayli çekişmeli; Hatay’sız ve Gaziantep’siz devam ederiz, Mayıslar -Haziran mı oldu yoksa?- kimin görürüz. Futbol, afyon olmasa bile hayli keyif verici bir madde…
Milyonlarca öğrencinin ders ve sınav gailesi var; büyük bir kısmının aileleri de işin içinde. Derslerin nerede ve nasıl yapılacağı kaosu devam etse de okullar bir şekilde açılacak ve not/sınav kaygısı ağır basacak. Kış gelmedi, gelmesin zaten; bahar gelecek. Güneş kemiklerimizi ısıtırken, pikniklere gidilecek, deniz kıyılarında ormanlarda yürüyüşler olacak. Cunda’da kediler eskisi kadar tembel olacak, sokaklar denizlere açılmaya devam edecek. Yüreğimizdeki sızı gitmeyecek ama hafifleyecek, medya da kendisine başka uğraşlar, kahramanlar bulacak; zaman zaman birkaç kuple görüntüyü müzikle süsleyip önümüze sunacak ki yaşamdan keyif almaktan duyduğumuz utanç reytinge ya da beğeniye dönüşsün.
Böyle olacak, daha önce böyle oldu çünkü. Ne kadar kolektif olarak yaşansa da acının bireyselliği insanın yüzüne gelip çarpıyor her zaman. Yaşanan şey ne kadar çok kişiyi etkilerse etkilesin, eninde sonunda insan matemini tek başına tutuyor, paylaşmak mümkün değil, tıpkı ölümün de paylaşılmadığı gibi. Yaşam kendince normale dönerken, bir yerde mutlaka birilerinin canı yanmaya devam edecek, sadece biz duyamayacağız bu kez. Görülmeyen şey, yok çünkü.
İyileşecek miyiz? Hayır… Hafıza katman katman, bir kere olan oraya kaydedildi mi, bizim isteğimize bağlı olmadan, kendi arzuladığı zamanda zuhur ediyor; kendini hatırlatıyor. Bir koku olur, bir müzik, bir ses ya da sessizlik; yaşanan hatırlatır kendisini, şahit olunan da. Hatırladığımız zaman da aslında ne kadar kırılgan ve hassas olduğumuzun farkına varırız, ölümle de kapı komşusu yaşadığımızı. Bu coğrafyada yaşıyorsanız, ölmek en az doğmak kadar kolay, bunun bilincine varırız. Artık hastayız, zaten hastaydık, bunu bir kere daha görür, yine de unutmaya çalışırız.
İyileşmenin olanakları üzerine kafa yoranlar az değil, iyileşme arzusu o kadar somut, o kadar elle tutulabilir halde ki geleceğimizi biçimleyecek siyasetin bir iyileşme siyaseti olması gerektiği savunuluyor. İyileşmenin psikanalist divanlarında gerçekleşecek bir bireysel kurtuluş olamayacağını söyleyen Olga Hünler yasın tutulmasının, kaybedenlerin ve kaybedenleri anlayanların oluşturacağı bir “bizlik” halinin ortaya çıkmasının ve iyileşmeye yönelik bir kolektif çabanın gerektiğinden bahsediyor Birikim’in Şubat-Mart 2023 sayısında… Aynı sayıda Tanıl Bora ile söyleşen Nilgün Toker, iyileşmenin adalet ve onarım ile mümkün olabileceği kanısında. Uğranılan adaletsizliğin adaletsizlik olduğunu tespit etmek, bunun müsebbibini aramak ve tazmin edilmesini istemek bu iyileşme sürecinin adımlarından sayılıyor. Yani çabasız, empatisiz ve mağduru dinlemeden iyileşmek mümkün değil.
Bizim yaşadığımız travmada, adaletsizliğin ne olduğu açık ama sorumlusu kim diye soracak ve açık, net bir yanıt verecek halden çok uzaktayız. Bir evde yaşıyorsunuz diye yaşamınızın elinden alınması başlı başına bir adaletsizlik şüphesiz. Binanın çürük olması, yapılmaması gereken yere yapılması, alttaki mağazanın kolon kesmesi, yardımın gecikmesi ya da hiç gelmemesi, diyelim kurtuldunuz; çadıra, temiz suya, ilaca ya da bebek bezine erişememeniz adaletsizlik. Üstelik, hemen her konuda olduğu gibi “kesişimsel” bir adaletsizlik; bazıları, örneğin kadınlar, yaşlılar, engelliler, etnik kökeni ya da dini kimliği farklı olanlar, yoksullar, mülteciler ve onlarca başkası bu adaletsizlikten daha fazla mağdur oldular. Bu mağduriyetin ne kadar büyük ve ne kadar çeşitli olduğunu fark etmek ve kabul etmek iyileşmenin ilk bebek adımı. Yürümeye başlamak için sorumlusunun kim olduğunu sormak ve açıkça sergilemek zorundayız. Başka coğrafyalarda başka bağlamlarda gördüğümüz “hesaplaşma”, sorumluyu işaret etmekle başlıyor, Arjantin’de cuntacı generallerin yargılanması, Bosna’da soykırım suçlularının yakalanması ve benzer birçok örnek bize bunu gösteriyor. Pekiyi, biz bu sorgulamaya, ucu kime ya da hangi siyasal harekete uzanırsa uzansın, bedeli ne olursa olsun sonuna kadar gitmeye hazır mıyız? Bu sorgulamayı kendisine ödev biçen siyasetçilerimiz, bu siyasetçilerin sesi olacak medyamız ya da tek konusu hesaplaşma olan bir siyasi harekete oy vermeye hazır seçmenlerimiz var mı? Bu hesaplaşma sürecinde acımızın kendisini bize sürekli hatırlatmasına katlanabilecek miyiz, yoksa “unutmak en iyisi” mi diyeceğiz?
Yaşama sıkı sıkıya tutunmaya odaklanmış doğamız ve depremin bizde yarattığı halsizlik bizi unutmanın cazibesine kapılmaya davet ediyor. Unutmak, bir sonraki travmaya kadar yokmuş gibi davranmak insanlık halimize çok daha uygun. Auschwitz’den sonra şiir yazmakta zorlandık ancak Auschwitz’in sorumluları Federal Almanya Devleti’nde ve diğer ülkelerde siyasetin belkemiğini oluşturmaya devam ettiler. İspanya’da İç Savaş ve sonrasındaki suçları hatırlatmamayı kabul eden, sağ ve sol partilerin imzaladığı Pacto de Olvido (Unutuş Paktı), Franco’nun işbirlikçilerin İspanyol siyasetinde hala etkin rol oynamalarına yol açtı. Geçişin kırılganlığının ya da dış koşulların akladığı bu “unutuş” hali, siyaseti ve toplumu saran zehirli bir sarmaşığa dönüştü.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
İyileşmek bir siyasi meseleyse, iyileşmemek de öyledir. İyileşmemenin siyaseti kendini öfke ya da hınç olarak göstermez çünkü hepimiz uğradığımız adaletsizlik karşısında sahibine tokat atamayan kölenin ahlakına sahibizdir. O tokatı atamadığımız, adaletsizliğin hesabını soramadığımız zaman da yapabileceğimi tek şey kabullenme ve aklama olur. Birisinin başına bir şey geldiğinde “hak ettiğini” düşünürüz, dünyada olmasa bile ahirette adaletin sağlanacağına inanırız ya da sorumluluğu komplo teorilerinde ya da dış güçlerde ararız ki asla hesabını soramayacağımızı kabullenmiş oluruz. Bezginlik, siyasetten ve siyasetçiden umudu kesme, sorunların asla çözülemeyeceğine artan inanç bizi evimize ya da Fanus’umuza kapatır. Sonuçta eyleme geçmeden, büzüşür kalırız bir köşede; bir başka kolektif acı bizi harekete geçirene kadar.
Sisifos’u hatırlamamak olmaz, her gün kayayı yeniden zirveye taşıyan Sisifos’un bu çabasını sarf etmesinin temel sebebi “insana dair olanın insan iradesinin bir sonucu olduğu” inancına sıkı sıkıya sarılmasıdır, yoksa intihar etmesi kaçınılmaz olur. Bizim de kaderimizin ipini elimize almak ve kendi inşa ettiğimiz dünyada yaşayabileceğimiz umuduna sıkı sıkıya sarılmaktan başka çıkarımız yok, ancak öyle iyileşiriz: Acının bizi biz kıldığını kabul ederek, adaletsizliklerin çoğulluğunu kabul ederek ve sorumlusunu arayıp bulmaya çalışarak…