Levent Köker yazdı: Cumhuriyetin demokratikleşmesi mi, demokratik cumhuriyet mi?

Türkiye’nin geleceği açısından hayâtî önem taşıdığı, bugünkü iktidar da dâhil hemen herkes tarafından kabûl edilen seçimlere doğru hızla ilerlediğimiz bu günlerde özellikle muhalefetin siyâsî dilinde sık sık “yeniden inşâ”dan söz ediliyor. Kelimelerin yıkımı ve acıyı târif etmekte yetersiz kaldığı deprem ve ardından sel felâketleri, devletin çöküşüyle ilgili öteden beri dile getirilmekte olan endişeleri bütün yalınlığıyla yüzümüze vurmuş durumda. Toplumca beş yıldır tecrübe etmekte olduğumuz “başkancı sistem”in baskıcı, hukuk tanımaz bir rejim olmanın ötesinde başka bir işe yaramadığı âyân beyân ortaya dökülmüş durumda. O kadar ki, bundan daha derin bir maddî ve manevî tahribâtı tasavvur etmek imkânsız.

Bu gerçeklik karşısında, devleti âmiyâne tâbirle eli yüzü düzgün, iyi çalışan bir düzene kavuşturmak, karşı çıkılacak bir hedef olamaz. Bu bağlamda, Millet İttifâkı’nın (Mİ) hedeflediği “parlâmenter sisteme geçiş” projesi hayli çekici görünüyor. Sonuçta, Türkiye’nin Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana tecrübe ettiği parlâmentoyu esas alan siyâsî geleneğinde son beş yıldır açılmış olan parantezi kapatmak gerektiği açık. Mİ’nın “güçlendirilmiş” sıfatını ekleyerek tasavvur ettiği parlâmenter sistem projesi, geçmiş tecrübelerdeki aksaklıkları da gidermeyi amaçladığı için ek bir câzibe de taşımıyor değil. Nihâyetinde, Mİ bileşenleri de, yakınlarda Cumhurbaşkanı adaylığı üzerinde anlaşma sağladıkları CHP lideri Kılıçdaroğlu da, tasavvur ettikleri “güçlendirilmiş parlâmenter sistem”in, “Cumhuriyet’i demokrasiyle taçlandıracak” bir proje olduğunu vurguluyorlar.

Bu vurguda ciddî bir özeleştiri mevcut. “Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak,” veyâ “Cumhuriyetin demokratikleştirilmesi”, Türkiye Cumhuriyeti’nin bugüne kadar “demokratik bir cumhuriyet olmadığı” yönünde bir değerlendirmeyi de içeriyor. Doğru mu? Mantık gereği öyle olması gerekiyor. Bir devlet düzenini demokratikleştirmekten söz ediyorsak, onun daha önce demokratik olmadığını kabûl ediyoruz demektir zîra zâten demokratik olan bir düzeni demokratikleştirmekten söz etmek anlamsızdır. Bununla birlikte, teslim etmek gerekir ki bu değerlendirme yalnızca mantıken değil, târihî olarak da doğrudur. Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan bu yana geçen yüzyıl içinde, demokratikleşme yönünde adımlar atılmış, kesintilerle de olsa, çok partili siyâsî hayâtı sürdürebilmiş olsa da, hiçbir zaman demokrasi ile otoriter rejim özelliklerinin bir arada bulunduğu “melez” niteliğin ötesinde, demokratik bir devlet niteliğine kavuşamamıştır.

Daha öncesine gitmeden, 1982 Anayasası’ndan bu yana geçen kırk küsûr yılı ele alalım. 1982 Anayasası’nın halk oyu ile kabûl edilmesinden hemen sonra, toplumun farklı kesimlerinden yükselen reform talepleri, 1987’den 2017’ye kadar, biri AYM tarafından iptâl edilen 19 Anayasa değişikliğine yol açtı. Yine bu dönemde, özellikle de 1992’den 2013’e kadar, sâdece AY değiştirmekle yetinmeyip, bütüncül bir yeni ve demokratik anayasa yapma isteği ve arayışı da sürdü. Bu arayışların özellikle 2007-2013 arasında, birbirinden farklı toplum kesimlerince benimsenen ve pek çok ortak noktada birleşebilen yeni anayasa projeleri ortaya konuldu. Bununla birlikte, TBMM’deki siyâsî partilerin oluşturdukları Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmaları, yine siyâsî partilerin “kırmızı çizgileri” nedeniyle akamete uğradı ve nihâyet Türkiye târihinde hiç tecrübe edilmemiş bir başkancı sistemle tanışmak zorunda kaldık.

Bugünkü manzaraya baktığımda görüyorum ki, 1987-2013 arası birikim sanki yokmuş gibi davranılması isteniyor. Kamu oyuna hâkim olması istenen yaklaşım, yaklaşan seçimlerin otoriterleşmenin devâmı ile demokratikleşme arasında bir tercih yapmak anlamında hayâtî bir dönüm noktası niteliği taşıdığı. Tercihimiz buna göre belirlenmeli.

Şurası doğru. Mevcut iktidar blokunun seçimlerden gâlip çıkması durumunda, demokratikleşme yönünde herhangi bir gelişme sağlanması mümkün olmayacağı gibi, otoriterleşmenin derinleşmesi gündeme gelecek. Muhalefetin gâlibiyeti hâlinde ise, demokratikleşme ihtimâli belirecek. Tamam, bunda hemfikir olabiliriz. Ancak, muhalefetin kazanması durumunda belirecek olan demokratikleşme ihtimâli, mevcut Cumhuriyet’i demokratikleştirmek ile sınırlı. Oysa sorun, mevcûdu demokratikleştirmek değil, demokratik cumhuriyeti inşâ etmek. Can alıcı soru şu: “Arada ne fark var?”

Aradaki farkı hukuk kavramı üzerinden açıklamaya çalışayım. “Neden hukuk?” diye sorulacak olursa, “devletin mâhiyeti gereği hukuk dışında bir tanımı ve varlığı olmaması gerekir de ondan” diye cevap vermek isterim. Modernlik öncesi dönemlerde devletin tanımı ve niteliği farklı zeminlere dayandırılabilirse de, modern devletin bir “tüzel kişilik” olarak anlaşıldığını bildiğimizi sanıyorum. Dolayısıyla, devleti hukuk düzeninden ayrı olarak düşünemeyiz ve bu nedenden ötürü de” hukuk düzeni”ni nasıl kavradığımızı ortaya koyduğumuzda, aynı zamanda devlet kavrayışımızı da ortaya koymuş olacağımız açıktır.

Meslekten hukukçular veyâ bir şekilde hukuk nosyonu ile tanışmış olanlar, hukuk düzeninin bir “normlar hiyerarşisi” olarak kavrandığını bileceklerdir. Buna göre, bir hukuk düzeni, aralarında altlık-üstlük ilişkisi olan normlardan oluşur. Böyle olmasının çok temel bir de sebebi vardır. Normlar, “olması gereken”i gösterirler, “olan”ı değil ve mantıken “olan”dan “olması gereken”i çıkarsamak mümkün değildir. Örneğin, komşunuzun yoksul olması gerçeğinden hareketle sizin ona yardım etmeniz gerektiği sonucuna doğrudan doğruya varamayız. Yoksulluk olgusu (olan) ile yardım etme gerekliliği (olması gereken) arasında bağlantıyı sağlayacak, örneğin “şefkat” gibi bir insânî duygu veyâ bir inanç unsuruna ihtiyâç vardır. Bu nedenle, yâni her norm kaynağını bir başka normdan aldığına göre, normlar arasında alttaki norm-üstteki norm olarak kurulan bir hiyerarşik ilişki mevcuttur ve buna göre alttaki normun üstteki norma aykırı olmaması gerekir.

Devletle özdeş kabûl ettiğimizde bu hiyerarşinin en somut ve bilinen ifâdesi “kanunların anayasaya aykırı olamayacağı” olarak karşımıza çıkar. Bu ifâdenin daha da somut -Türkiye özelinde- işleyişi ise şöyledir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, kanun yapma (yasama) yetkisini TBMM’ne vermiştir ve bu yetki devredilemez bir yetkidir. Yâni, TBMM dışında hiçbir organ kanun yapamaz. Kanun yapma sürecinde, önce teklif verilir, sonra bu teklif TBMM’deki komisyonlarda incelenip oylanır. Bu komisyonlardan özellikle Anayasa Komisyonu’nun görevi “kanun teklifi”nin AY’ya uygun olup olmadığını incelemektir. Sonraki aşamada teklif Genel Kurul’da görüşülür, oylanır ve kabûl edilirse CB’na gönderilir. CB da bir inceleme yapar ve kabûl edilen metni ya Resmî Gazete’de yayınlar ve kanun böylece -aksine bir hüküm yoksa-yürürlüğe girer ya da TBMM’ye yeniden görüşülmesi için geri gönderir. Demek ki, Anayasa Komisyonu’ndan ve Genel Kurul’dan sonra, bir de CB ilgili normun, başka hususlar yanında, AY’ya uygun olup olmadığına bakar. Tüm bunlardan sonra, kanunun yine de AY’ya aykırı olduğu iddia ediliyorsa, bu defâ kararı AYM verir.

Şimdi soru: Kanunlar AY’ya aykırı olamaz, ama AY da bir “norm” değil midir? O zaman AY’nın da kaynağını oluşturan bir norm olması gerekmez mi?

Hukuk teorisinin en çetrefil sorularından biri olan bu soruya verilen iki klâsik cevap bulunmaktadır. Bunlardan ilki, normlar hiyerarşisi fikrinin sistematik teorisyeni olan Hans Kelsen, diğeri de anayasa ve hukuk (ve devlet) teorisini norma değil de “politik karar” temeline dayandıran Carl Schmitt’tir. Burada Kelsen’in görüşüne îtibar ederek soruyu ele alırsak, cevap çok özet olarak şöyle verilmektedir: Her anayasanın kaynağı kendisinden önceki bir anayasadır ki bu da bizi anayasanın nihâî kaynağı olarak “ilk anayasa”ya götürür ve bu “ilk anayasa” aynı zamanda anayasa dediğimiz normun kaynağını oluşturan “temel norm” olarak karşımıza çıkar. Kelsen’in bu cevâbındaki “ilk anayasa” kavramının târihî bir gerçekliğe mi yoksa kategorik olarak gerekli olan bir “önkabûl”e mi dayanıp dayanmadığı sorulabilir ve sanırım Kelsen yazılarında daha çok “önkabûl” ağır basmaktadır.

Bu tartışmanın felsefî değeri bir yana, Türkiye Cumhuriyeti’nin “demokrasi”yle olan ilişkisi açısından değeri şudur ki, bugünkü anayasa düzeninin dayandığı temel norm, 1924 Anayasası’nı Cumhuriyet’in ilk anayasası olarak kabûl edersek, o târihten beri bir önkabûl olarak varlığını korumaktadır. Bu temel norm, kısaca “milliyetçilik”tir ve özetle “türdeş bir kültürel varlık olarak millet/ulus” ile “yekpâre bir siyâsî iktidar örgütlenmesi olarak devlet”in birlikteliğini amaçlayan bir siyâsî ideolojidir. Bu ideolojinin Türkiye anayasalarındaki en özlü ifâdesi “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” kuralıdır. Bu kural, Türkiye Cumhuriyeti’nin “temel normu” gibi bir işlev görmektedir. Dolayısıyla da, AY’nın ve hukuk düzenini meydana getiren kanunların ve daha alt seviyedeki normların yorumlanarak uygulanmasında belirleyici bir işlev görmektedir.

Şimdi, şu noktayı özellikle vurgulamak gerekiyor ki, Cumhuriyet’in demokratik olamamasının sebebi, “milliyetçilik” olarak belirlenmiş olan bu temel norm ile toplumsal gerçeklik arasındaki uyumsuzluktur. Bir diğer deyişle, temel norm, Türkiye’nin yekpâre ve homojen bir millî/ulusal toplum olması gerektiğini buyurmakta, buna karşılık olgusal olarak Türkiye toplumu farklılıklardan meydana gelen çoğulcu bir yapı arz etmekte. Bu çelişki, Cumhuriyet’in demokratik olamayışının da temel sebebi olarak varlığını sürdürmektedir.

Sonuç olarak, “Cumhuriyet’in demokratikleş(tiril)mesi” olarak ifâde bulan parlâmenter restorasyon projesi, bu çelişkinin belirlediği sınırlamalar dâhilinde bir “demokrasi” öngörmektedir. Bunun farkında olmamız gerekiyor. Bu öngörü, 1987-2013 arasındaki anayasa çalışmalarının tüm birikimini de, maalesef havaya savuruyor. Buna karşılık, “demokratik cumhuriyet” vizyonu ise, milliyetçilik temel normundan farklı bir zeminde, cumhuriyetin yeniden inşâ edilmesi perspektifini taşıdığı için özel bir değer taşıyor. Seçimlerden, otoriterleşmenin yenilgiye uğratılarak çıkılması, demokratik cumhuriyet için bir ön koşul gibi görünse de yeterli değil. Otoriterleşmeyi yenilgiye uğrattıktan sonraki iş, cumhuriyetin demokratikleştirilmesi yerine demokratik cumhuriyetin inşâ edilmesi için çalışmak olacak. Bu fırsat, Türkiye siyâsetinin eline geçer mi ve bu defâ bu fırsatın değeri bilinir mi? Göreceğiz…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.