Seçim stratejileri üzerinde çok etkili olan bazı kalıplar hatta ezberler konusunda bir süredir ısrarlı biçimde yazmaya çalışıyorum. Her olumsuz hareketlenmeyi veya durgunluğu açıklamak için kullanılan konsolidasyon teorileri, son derece belirleyici olan kültürel kırılma hatlarını “kader planı” gibi kabul ettirmeye çalışan “sosyoloji” tarifleri, haksız ve oransız biçimde dikkate alınmayı talep eden ama asla sorumluluk almayan rahatsız, endişeli veya kararsız seçmen tahakkümü. Daha önce de belirttim ama bir kez daha tekrar edeyim: Bu iddiaların dayandığı çok ciddi toplumsal, siyasal gerekçeler var. Bu baskın iddiaların dayandığı sağlam hakikatler inkar edilemez. Ancak her konuda olduğu gibi bu alanda da tek bir anahtarla her şeyi açıklama iddiası ve bütün bu sahici dinamiklere abartılı bir belirleyicilik atfedilmesi, sadece yanlış sonuçlara varılmasına neden olmuyor; pek çok gelişmeyi tartışmaya kapalı bir alana sıkıştırıyor. Siyasetin zaten iyice küçültülmüş alanı, hareket edilemez bir darlığa ve sığlığa mahkum ediliyor. Fikri tembelliğin acil çözüm iksiri sayıldığı bir zeminde fazla şişiriliyor.
Seçime üç hafta kalmışken sıkıntılı alanlardan birinden daha bahsetmek istiyorum: Türkiye’de siyasi tercihlerin kültürel-toplumsal kırılma hatlarındaki pozisyonlarla şekillendiği ve zaman zaman irrasyonel olarak algılanan “değerlere” dayalı seçmen davranışlarında, sağcıların çok avantajlı olduğu iddiası. Siyasetin moral alanının sağın ve dolayısıyla iktidarın kontrolünde olduğu fikri, bu alanlara hiç girilmemesi veya tebdili kıyafetle dolaşılması sonucuna varıyor. Anlaşılan seçimin son düzlüğü, iktidarın kolayca at oynattığı duygu siyasetinin ve “değerler” istismarının yoğun etkisi altında geçecek. İktidar ittifakının -aslında hayli riskli biçimde- tahkimatını dinsel ve etnik ağırlıklı bir barajın ardında yapması ve kampanyasını kutuplaşma kırılmalarına yükleme niyeti, beklendiği gibi gayet açık. Değneksiz köyde başıboş dolaşma ayrıcalığını tepe tepe kullanacak. Seccadeye basmanın yetim hakkı yemekten daha büyük ahlaki sorun sayılabilmeye güvenecek. İnce ve Oğan (aslında Özdağ) gibi muhalefet içine sızmış unsurlar da kırılma hatlarına ters taraftan yüklenerek ikinci cephe açmış durumda.
Türkiye’de siyasi pozisyonları belirleyen iki önemli fay hattı olduğu yıllardır tekrarlanır. Birincisi laik-muhafazakar veya seküler-dindar kırığı, diğeri etnik alandaki Türk-Kürt meselesi. Siyasi aktörler, seçmen davranışları üzerinde çok etkili olduğu -haklı gerekçelerle- iddia edilen bu fay hatları boyunca dikkatli pozisyonlar edinmeye çalışıyor, buna fazlasıyla mecbur ediliyorlar. Kutuplaştırma siyasetinin tavan yaptığı son yıllarda, bu iki eksen -iktidar tarafından- sistemli bir istismar taarruzu altında. Bu hatları oluşturan “değerleri” puanlama ayrıcalığını elinde tutan, büyük bir avantaj sağlıyor. Bu öylesine bir “iktidar” ki birbirine tamamen ters iddiaları hakim kılmak için kullanılabiliyor. Bazen sahte bir dinsel hoşgörü sosu veya çözüm perspektifi, geçerli ama herkese dayatılan değer haline geliyor; bazen hayatı dine uydurmak veya etnik saflık, meşruluk kriteri haline getiriliyor. Katmanlı ve tarihsel arka planı hayli karışık olan birinci eksen (laik-dindar), çok sayıda alt ezber üretmiş bir mevzu. Ancak ben bu yazıda, Kürt meselesi üzerinden kurulan ikinci eksenden bahsedeceğim.
Muhalefet ittifakında çıkan krizin ardından, HDP aday çıkartmayacağını açıklayınca muhalefet cephesine moral gelmişti. Kılıçdaroğlu’nun HDP ziyareti ve önce epey gürültü çıkartmış Akşener’in ciddi bir itirazının olmaması da memnuniyetle karşılanmıştı. Fakat son günlerde iktidarın ve özellikle Erdoğan’ın, HDP ile işbirliği üzerinden suçlamaları artırması, yeniden bazı tedirginlik reaktörlerini harekete geçirdi. İnce ve Oğan (Özdağ) da Millet İttifakı ve Kılıçdaroğlu’na bu cepheden yüklenmeye başlayınca, endişe tekrar içeri sızdı. HDP sözcülerinin ve Demirtaş’ın Kılıçdaroğlu’na açık destek anlamına gelecek çıkışları ile seçim sonrasında Kürt meselesinde ortaya çıkabilecek gelişmeler konusunda iyimser sözler, endişeler için vesile olarak kullanılmaya başlandı. Tıpkı konsolidasyon teorilerinde olduğu gibi, “Acaba bu hava kimin işine yarar?” soruları soruluyor. İktidarın bu konuyu istismar etmesi yüzünden muhalefetin geniş işbirliğinin fazla görünür olmamasının daha iyi olabileceği, bu konuda aşikar pozisyonların zararlı olabileceği ileri sürülüyor. Yani özetle HDP Kılıçdaroğlu’na oy versin ama pek ortalıkta görünmesin, Kılıçdaroğlu Kürtler’in oyunu alsın ama lafını fazla etmesin isteniyor.
2019 yerel seçiminde, herkes için gayet onur kırıcı arka kapı diplomasisi işlemişti. Şimdi de muhalefetin fazla alenileşen işbirliği kimi kesimlerde rahatsızlık yaratıyor, kimileri de bu rahatsızlığı biraz daha köpürtme derdinde. HDP ve Kürt siyasi hareketinin seçim sonrasına dair “iddialı” bulunan çıkışları hedefe konularak aşırı rezervlere meşruluk kazandırmaya çalışılıyor. Oysa özellikle Kürt meselesi açısından, senelerdir yaratılan ya da korunan bu yapay mesafe, bu alanı tamamen iktidarın kıta sahanlığına terk etmek anlamına geliyor. İster çözüm süreci başlatıp iktidarının tahakküm sınırlarını genişletmek için kullansın ister tam tersi bir politikaya dönüp ayaklar altına aldığı milliyetçiliği tepesine çıkartsın, burası onun serbest bölgesi sanki. Başka kim bu alana girerse tehlike çanları çalmaya başlasın, alanın içinden kim konuşursa bölücülük veya pazarlıkçılık suçlamasına uğrasın. Çözüm süreci de imha operasyonu da iktidarın tekelinde kalsın. Barış hakkında yada savaş üzerine makbul değerleri hep o belirlesin. Karşı propagandaya vesile vermemek için herkes bu alanın dışında oyalansın, içerden kimse fazla bir laf etmesin. “Biz çözeriz, birlikte çözeriz” demek, risk olmaya devam etsin.
Hemen bütün alanlarda konsolidasyon korkusuyla iktidarın üzerine çok varmamak, endişeli kararsızları tedirgin etmemek için fazla sert olmamak gibi, bazı alanların mümkün olduğunca uzağından dolaşmak da başarılı strateji olarak pazarlanıyor. İktidara dokunmadan, kimseyi rahatsız etmeden ve istismar riskini yasak kabul ederek, sadece “somut çareleri” seçmene anlatmanın en isabetli yol olduğu anlatılıyor. Oysa herhangi bir sorunu çözebilme iddiası, ancak herhangi bir alanı girilemez ve birilerini -iktidar tehlikeli kıldı diye- temas edilemez saymamakla yakından ilişkili. Diğer riskli fay hatlarında olduğu gibi Kürt meselesinde de iktidarın kurduğu engeli aşmak, sadece faydalı değil aslında zorunlu. Çünkü Kürtler’in oyu yanında Kürt sorununun çözümü üzerinden Türkler’in oyunu almak da böyle mümkün. Yeni bir çözüm süreci neden bir vaat olmak yerine suçlama konusu yapılsın. Aksine ekonomiden yolsuzluğa, adaletsizlikten toplumsal gerilimlere kadar hemen her alanda “çözüm” kapısını açacak herhangi bir temas veya imkan, iktidarın istismarı tehlikesine kurban verilmemeli. Yapabilme iddiasının en önemli parçası olmalı. Zaten “somut çözüm önerisi” başka nasıl olur? Her zaman olduğu gibi bu seçimde belirleyici olacak moral alanı, duygu siyasetini, değerler meselesini iktidarın serbest bölgesi olmaktan çıkarmak için de böyle davranmak gerekli. Barış, adalet, demokrasi, eşitlik, özgürlük, dayanışma hiç de zayıf olmayan değerler ve “yasak alanlara” girmek için de kullanışlı.