Çok düşündüm bu yazıyı yazsam mı, yazmasam mı diye? Taaa oralardan konuşuyor işte diyecek olanlar var çünkü. Haklılar da… Taaaa buralardan yapabildiğim başka da bir şey olmadığı için konuşuyorum ve yazıyorum. Öte yanım da diyor ki hepimiz aynı halde değil miyiz? Olduğumuz yerden, bulabildiğimiz tüm araçlarla, yapabildiğimizi yapmaya çalışmıyor muyuz? Aklımızın sınırlarını zorluyoruz, gönüllerimizi sıkıştırıyoruz, başka her şeyi erteleyip bir hal çaresi arıyoruz. Bu arada birbirimize de tutunuyor, aklımızdan geçen kötü ihtimalleri düşünmemeye çalışarak moral vermeye uğraşıyoruz.
Kaç yıldır, kaç türlü felaket karşısında, kaç türlü dayanışmanın içinde yer aldığınızı sorsanıza kendinize? Tutunduğumuz en etli butlu dal bu, dayanışma. Yakın ve uzak geçmişe bakıp kurtuluşlar ve kuruluşlar, kıyısından dönülmüş uçurumlar görüyoruz. “Bundan daha kötüsü olamaz ki” fikrine tutunuyoruz bazen. Bazen de hepimize kötülük etmek demek olan bütün bu şeylerden dersimizi almış olmalıyız diye düşünerek doğruluyoruz yerimizden. Çoluğun çocuğun yüzüne bakıyoruz, heveslerine, yaşayabilecekleri güzelliklere, edinebilecekleri deneyimlere, bizim yaptığımız hatalara düşmeyeceklerine tutunuyoruz. Bu başımızdaki belayı elbet def edeceğiz diye düşündüğümüz her an, sonraki kuşaklara bütün bunları nasıl anlatacağımızı düşünüp mahcubiyetimize tutunuyoruz. Gerçekleşebilmiş potansiyele ve gölgelere bakıp günyüzü görmesin diye bastırılmış iyi fikirlere, güzel sözlere, hayal edebildiklerimize tutunuyoruz.
Oylarımıza tutunuyoruz, sandıklara sarılıyoruz. Çünkü biz halkız, gücümüzü seçme hakkımızdan alıyoruz. Haklarımızı, o hakları savunmanın aynı zamanda sorumluluğumuz olduğu bilgisiyle savunuyoruz. Adalet istemekten hiç vazgeçmeyenlerin bize durmaksızın sorduğu “Hadi nerdesin?” sorusunu duyup, adaletten, yani bizden umut kesmemelerine tutunuyoruz.
Ekmeğinin peşindeki insanlara haksızlık edildiğinde, çoktan piyasalaştırılmış işçi güvenliği ihlal edildiğinde olanları biliyoruz. En duymak istemediğimiz zamanlarda bile onların seslerini getirip kulaklarımıza taşıyacak insanlar olduğundan haberdarız. Bu yüzden en kötü koşullar altında serpilmeye başladı yeniden sendikal hareket. İdarenin patriyarkanın en karanlık sözlerini bize siyasetmiş gibi yutturmaya çalıştığı bir zamanda pırıl pırıl parlayarak düştüğümüz yerlerden kaldırdı bizi kadın hareketi, üstümüzün başımızın tozunu silkeledi. Neremize vururlarsa, oramızdan güçlendik. Şehirlerimizi bize dar etmek isteyenler hepimizin haklarını savunan mimarlarımızı, şehir planlamacılarımızı, avukatlarımızı işlerinden ettiler, yetmedi cezaevlerine koydular ama biz gene diyeceğimizi onlara bakarak demeyi sürdürdük. Müşterek dertlere çare aramak üzere işe koşulan bilginin demir parmaklıklarla engellenemeyeceğini gördük, bu tecrübeye de tutunuyoruz.
Kimbilir kaç meslektaşları cezaevinde olduğu, kendileri hakkında kaç türlü soruşturma, dava açıldığı ve bu işi yaparak geçinmekte zorlandıkları halde yaptıkları işten vazgeçmeyen gazetecilerimiz olduğunu da biliyoruz. Akademisyenlerimiz var saha çalışmalarıyla devletin gözünün ta içine bakıp “birkaç kişiyi zengin etmek için yaptığın şu işlerle, binlerce, onbinlerce yurttaşın hayatını tehlikeye atıyorsun” demekten çekinmeyen. Mesleğinin ve araştırmasının hakkını verdiği için gadre uğrayan. Her birinin kendisine ve işine duyduğu saygıya tutunuyoruz.
Cezaevlerinden bize moral ve umut aşılamaya çalışan arkadaşlarımızın dirençlerine tutunuyoruz. Onların çıkıp sevdiklerine kavuştukları anın hayaline, o sımsıkı sarılmalardan sadır olacak sıcaklığa tutunuyoruz.
Öfkemize de tutunuyoruz elbette. Bırakın taşları, görklü dağları çatlatacak öfkelerimizi hale yola koymak için harcadığımız güce tutunuyoruz. Kaç zamandır bulduğumuz her şeye tutunmaktan nasıl da vazgeçmediğimizi görüp, kendimize bazen esefle bazen kıvançla gülerken inadımıza tutunuyoruz.
O kadar çoğumuzun başına olmadık işler geldi, türlü çeşit haksızlığa maruz kaldık ya da şahit olduk ki, bunca adaletsizlikle bir ülkenin yönetilemeyeceğini, sonunda dönüp adaletsizliği örgütleyenin ve göz yumanın başını yiyeceğini biliyoruz. Kara günün kararıp kalmayacağına olduğu kadar, kulağa tuhaf gelse de yalnız kendimiz için değil hepimiz için hesap sormamız gerektiği bilgisine tutunuyoruz. Bilgi bu, inanç değil. Çünkü kötülüğün kimsenin yanına kalmadığına dair pek çok hikâyeler de gördük. Bir zamanların muktedirlerinin yok “terörist” yok “anarşist” diye damgaladıkları niceleri, biz bütün bu şeylere tutunduğumuz için kahramanlarımız oldular. Onların yarım kalmış hikâyelerinden dersler çıkardık, adlarını çocuklarımıza verip hatıralarını canlı tutmak için elimizden geleni yaptık. Vefa duygumuza da tutunuyoruz haliyle.
Memleketimizin dağlarına, denizlerine, ağaçlarına tutunuyoruz. Bizim olan ve bizi bir arada tutan her şeyin nicedir nasıl da har vurup harman savurulduğunu, azıcık kıymet bilerek, biraz gelecek kuşakları düşünerek yapılacak işlerle dirlik ve düzeni yeniden kurmanın işten bile olmadığını biliyor ve bu bilgiye de tutunuyoruz. Bütün bunları yapabilecek insan kaynağı konusunda da hiç sıkıntı çekmiyoruz. Nesiller yetiştirdik hep birlikte. Tamam pek çok eksiğimiz gediğimiz var ama onları nasıl gidereceğimizi bilenlerimiz de çok. Hem başlarına belalar açmak pahasına vazgeçmiyorlar, doğrusunu söyleyip, seslerine ses arıyorlar, buldukları zaman bir şeylerin değişmeye başladığını görür gibi oluyoruz. Olduğumuz halin iyi bir hal olmadığını, ille de değişmesi gerektiğini biliyor ve bu bilgiye de tutunuyoruz.
Yani umutluysak sebebi var. Hem de çok sebebi var. Ne olursa olsun tutunacak bir şeyler bulmakta zorluk çekmedik hiç, meğer ne çok şey biriktirmişiz birlikte.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Bir de bu dönemin iktidarını ellerinde bulunduranların neye tutunduklarına bakın. Elbette her şeyden önce ellerinden bırakmak istemedikleri iktidar araçlarına tutunuyorlar. O araçlardan ne pahasına olursa olsun vazgeçmek istemedikleri için vazgeçtikleri şeyleri şöyle bir gözden geçirin. Geriye kalanlar içinde kendisine tutunmaya çalışan eli kirletmeyecek, hatta yakmayacak, kesip paramparça etmeyecek tek bir şey var mı?
Tutunabildikleri şeyler arasında din ya da milliyet yok elbette. Kestikleri kabadayı raconunun sermayesi onlar. Sonunda her ikisini de kimsenin tekrar selam bile vermeyeceği, içeriklerini de ancak bulacağı başka isimlerle anmayı tercih edeceği birer çürüme anlatısına dönüştürdüler. Kendi işlerine de yaramıyor artık. Kala kala tek bir şey kaldı ellerinde. Yalan söyleme cür’etleri. Siyasetleri o kadar bundan ibaret ve onsuz öyle çaresizleşiyorlar ki, nefes alır gibi, su yudumlar, ekmek dişler gibi yalan söylüyorlar.
Uygurca “yalgan”dan değişerek gelmiş “yalan” sözcüğü bugüne. İftira atmak, töhmet altında bırakmak anlamına geliyor. Etimoloji sözlüğü nedense altına Moğolca “cali”yi de eklemiş eşanlamlısı olarak. Sanırım bu kelimeler birbirleriyle akraba. O da kötü söz söylemek ve dille yaralamak demek. Dille yaralamak. Bizim olan tüm kaynakları dibine kadar sömürmek için hepimizi dilleriyle yaralayarak iktidarlarını sürdürebileceklerini sanıyorlar. Hepsi bu… İktidardan başka hiçbir şeyleri kalmadı, ona tutunmak için ellerinde kalan tek araç da yalan. Deyin ki kazandılar bu seçimi… Sizce tutunabilirler mi? Biz vazgeçer miyiz ki onlar tutunabilsin?
Ellerinde tutup havaya kaldırdıkça sözünün gücünü yere düşürdükleri kitap da öyle diyor bakın. Yani anlamasalar ve idrak edemeseler de biliyorlar hakikati.
“Şüphesiz o iftirayı getirenler içinizden bir fırkadır! Onu kendiniz için bir şer sanmayın! Aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her bir kişiye o günahdan kazandığı (nisbetinde cezası) vardır. En büyük azapa, günahın en büyüğünü yüklenenindir.” (Nur Suresi 11, Ayşa Zeynep Abdullah meali, Hermes Kitapevi, 2019)