Kemal Can yazdı: Gazze’den açılan kapı nereye çıkar?

Söylenecek çok şeyin olduğu ama söylenecekleri sakin sakin sıralamak yerine, avazı çıkana kadar bağırmak veya sadece susmak istenen zamanlar vardır. Öfke, üzüntü ve daha bir sürü duygunun yanında, derin çaresizlik hissinin hâkim olduğu; söylemenin boş, susmanın yük olduğu anlar. Dünya tarihi penceresinden bakınca, “an” pek kısa bir zaman değil aslında, aksine hiç bitmeyecekmiş kadar uzun belki. Senelere yayılan ama karşımıza her yeniden gelişinde hep aynı dehşet resmiyle yüz yüze kaldığımız hadiseler ve bir süreklilik yaşıyoruz. Tarihler değişiyor, yerler değişiyor, renkler değişiyor ama döngü aynı. Haklıların değil güçlülerin kazandığını – daha fenası buna göre davranmanın gerektiğini- söyleyen; yarattığı şiddetin meşruluğunu, rakibinin vahşiliğinden sağlayan bir dehşet döngüsü. 

Bunları tekrar tekrar izlemek, bu korkunç sarmala itirazı büyütmek yerine yaşananları sıradanlaştıran, normalleştiren ve daha fenası ona eklemlenen dinamikleri besliyor. Şiddet döngüsüne verilen tepkilerin de aynılaştığını, en az onun kadar kabalaştığını görüyoruz. Standart “kaygı”-“itidal” açıklamaları bir tarafta, şiddet taraflarından birinin arkasına geçip linç kafilelerine katılmak diğer tarafta. En kuvvetli tepkiler bile -kısa bir sürede sönümlenmesi yanında- kısır döngüyü, organize kötülüğü, acımasızlık rekabetini hedef almaktan çok, çarkın parçası bir tarafgirliğe dönüşüyor. Son derece karmaşık, çok boyutlu, yüklü tarihsel arka planı olan dev sorunlar, basit matematiksel sadeleştirmelere, indirgemelere konu ediliyor. Bütün nüanslar kaybolduğunda, bu kanlı kapışmanın vahşi taraflarıyla onların arkasında hizalananlar dolduruyor sahneyi. 

Geçtiğimiz cumartesi günü yaşanan Hamas saldırısı, herhangi bir meşrulaştırmaya izin vermeyecek müstehcenlikteydi. Daha önce başka etiketlerle benzerlerini izlediğimiz, aşina nidalar eşliğindeki karşımıza gelen görüntüler yeterince sarsıcıydı. Zaten tam da öyle olması -çeşitli taraflarca ve farklı nedenlerle- istendiği için öyleydi. Hemen sonrasındaki enformasyon savaşını takiben, “Onlar kesiyorsa biz kesmeyelim mi?” cümlesinin özetlediği, yine hiçbir meşruiyeti olmayan karşı saldırı başladı. Milyonlarca insanı aç-susuz ve çaresiz bırakarak göçe zorlamanın “hak” olduğu anlatıldı. Her zaman olduğu gibi bu iki vahşilikten hangisinin “meşru hak”, bu iki korkunç mağduriyetten hangisinin “hak edilmiş” sonuç olduğunun tartışılmasında bir sakınca görülmedi. “Meşru karşılıkların” oransızlığı, anlık dehşet görüntüleriyle kanıksanmış şiddet arasındaki tartıda da tekrarlandı. “Kabul edilemez” sınırının son derece subjektif olduğu ve bunun da hak görüldüğü anlaşıldı. 

Meselenin beni daha çok dertlendiren ve rahatsız eden kamuoyu tarafına daha sonra değinmek üzere önce uluslararası ilişkiler ve kurumsal siyaset cephesine bakalım: Tablo son derece bildik ve fazla tanıdık olduğu için de aşırı can sıkıcı. İkiyüzlülük, ilkesizlik, çifte standart, artık kendisini saklama, ambalajlama gereği bile duymadan, fütursuz bir kibirle davranıyor. Türkiye’de son yirmi yıldır lokal bir örneğini yaşadığımız keyfilik ve hukuksuzluk, aynı takvim döneminde tüm dünyaya yayılan bir eğilim olarak gelişti, serpildi. Birinci körfez savaşından başlayın, 11 Eylül sonrasını, Irak ve Suriye işgalini, Ukrayna’yı, Kafkasları ve Ortadoğu’nun her köşesini dahil edip “büyük resme” bir bakın: Her yeni olayda, süreklilik kazanmış kabalık  ve yıkıcılığın ipten kazıktan daha fazla kurtulduğunu gördük. Ve her seferinde, tepkilerin, tutumların -hiç olmazsa- kitabına uydurulması ihtiyacının azaldığını izledik. 

Biz Türkiye’de bir “toplum” olmaktan çıkıp ötekilerin dayak yemesini seyretmek isteyen “sosyolojiler” haline geliyorken, dünya da (hiçbir zaman olmayan) “uluslararası toplum” fikrinden hayli uzağa taşınıyordu. Evrensel kuralların, hukuki sınırların geçerli olmadığı, güç konsolidasyonunu -tek rasyonel ölçüt halinde- mutlaklaştıran “orman kanunlarının” yeniden yazıldığı bir dünya düzeni var.  Savaşırken de böyle, “normalleşirken” de. Savaşta aranamayacak ahlak, “barıştan” da elini çekiyor. Anormal zeminlerdeki “normalleşme”, “yeni anormal” olmaktan kurtulamıyor. Devletlerin ve her seviyedeki kurumsal siyasetin, anlaştıkları konular veya çatıştıkları sorunlar, herhangi bir ilkesel çerçeveye yerleşmiyor. Zaten böyle bir dertleri olmadığını gizleme ihtiyacı duymuyorlar. 

Gelişen bilgi teknolojisi, hızlanan ve çeşitlenen iletişim imkanları, kanaat oluşturma mekanizmalarını -beklenenin aksine- demokratikleştirmedi. Bırakın demokratikleştirmeyi daha da sığlaştırdı. Bilgi, kanaatlerin özgür biçimde oluşacağı farklı pencereleri açmaktan ziyade, insanları tutum öbekleri halinde toplamak üzere organize oluyor. Bilgi sahibi olmaya başlarken, sahip olunacak nihai fikir çoktan biçimlendiriliyor. Ancak daha korkutucu olan, kamuoyunun giderek daha kalabalıklaşan bölümünün, bu durumdan rahatsız olmayıp bunu talep eder hale gelmesi. Filistin meselesi gibi çok saçaklı tarihsel bir süreç, işe yarar argümanların çıkarılıp kullanılacağı çöp torbası gibi muamele görüyor. Herkes kendine yarayacak örnekleri, yetecek bilgileri dizip kendine tarih ve anlatı inşa ediyor. 

Çifte standart ve iki yüzlülük konusunda dibi kapkara olmuş tencerelerle dolu mutfaklar var. Ancak herkes, birbirlerinin tenceresini işaret ediyor. “Hepsi kara” diyenleri de yanlış tarafta olmakla suçluyor. İki tarafın da iki yüzlü olduğunu kabul edenler bile, son kertede kötülerden birini seçmenin “rasyonel” olduğu iddiasından kopamıyor. Oysa kaynağı ve zemini kirli vahşi bir örgütün ve bizatihi terör devletine dönüşmüş bir yönetimin insanlık suçlarını aynı anda eleştirmek, özel meziyetler gerektirmiyor. Hatta yapılması en kolay olan, bu iki suç organizasyonunu aynı anda eleştirebilmek ve onları var eden zemini sorgulamak. Fakat küresel kutuplaşmanın ve hayat tarzı politikasının inşa ettiği yüksek duvarlar, yakın bulduğunun, yakın durduğunun sahtekarlığını bilerek görmezden gelmeye eğilimli. Bu riyakarlığı meşrulaştırmak için ise her yol mübah.   

Ulusal ve uluslararası düzeyde kurumsal siyasetin sefaleti, medya dahil bütün bilgi kanallarının kirlenmesi ve kamuoyuna hakim olan kutuplaşmanın yarattığı zihni çürüme, birbiriyle gayet uyumlu bir bütünü tamamlıyor. Geçtiğimiz yüzyılda en kanlısını yaşadığımız ama öncesinde defalarca deneyimlenmiş tanıdık bir karanlık bu. Dünden gelerek bugünümüzü ve geleceğimizi karartacak bu yakın tehdit giderek daha baskın hale geliyor ve galiba henüz başındayız. İşte bu yüzden zaman zaman aşağılanan, bazen lüzumsuz romantiklik sayılan ilkesel duruşa her zamandan fazla ihtiyaç var. Saldırının ilk gününde cesurca kendi iktidarını sorumlu ilan edebilenlerle, “göz bebeklerine” laf söyletmeyenlerin farkı belirleyecek ilkesel çerçeveyi.  Bir de her şeye rağmen ilkeden, haktan ve barıştan bahsetme inadı.  

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.