Bu sistem olmasaydı hayatınızda ciklet kadar yer etmeyecek HÜDAPAR’ın Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu “ahmağa anlatır gibi” iddia ederek, Anayasa’nın ilk dört maddesine değil, dördüncü maddesine karşı olduklarını söylemiş.
Anlaşılan, eskilerin çok sevdiğim “üslubu beyan, ayniyle insan” sözü HÜDAPAR Genel Merkezi’ne uğramamış -zaten siyaset kurumunda uğradığı pek bir yer yok gibi.
Yapıcıoğlu’nun karşı çıktığı Anayasa’nın dördüncü maddesi, ilk üç maddeye dokunulmazlık kazandırıyor.
Yani, Yapıcıoğlu özünde neye karşı çıktığını gizlemeye çalışsa da derdinin dördüncüde değil, ilk üç maddede yattığını anlıyoruz.
Peki, bu HÜDAPAR böyle hukuk ve özgürlükler aşığı da o yüzden “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ibaresi yer aldığı için mi bu maddeye karşı?
Yooo.
Hepimiz neye karşı olduğunu biliyoruz ve bir tuhaf oyunu oynamakta ısrar ediyoruz.
Şimdi gelin, tartışmayı biraz derinleştirelim ve “bir anayasada ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ diye bir madde olur mu?” diye soralım.
Prof. Kemal Gözler, Anayasa Hukukunun Genel Teorisi adlı kitabının ilk cildinde, başka ülkelerin anayasalarında da bu ibarenin yer aldığını örneklerle açıklar.
İlgili madde şöyle: “Bir anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi yasak ise, o anayasa katıdır. Örneğin, 1958 Fransız (m. 89/son), 1947 İtalyan (m. 139), 1975 Portekiz (m. 288) Anayasalarına göre hükümet şeklinin cumhuriyet olduğuna ilişkin anayasa hükmü değiştirilemez.”
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Demek ki, bu madde bize özgü değilmiş, Batı demokrasilerinde bile varmış.
Anayasa hukukçularının bile üstünde bir uzlaşmaya varamadığı bir konu hakkında benim açık bir kanaatte bulunmam ahmaklıkla değilse bile ancak hadsizlikle açıklanabilir.
Ancak, ilk üç maddede ciddi sorunlar olduğunu söylemek için Türkçe bilmek yeterli.
Anayasa’nın ilk maddesi, devletin yönetim şeklinin “cumhuriyet” olduğunu söylüyor.
Anayasa’nın dördüncü maddesiyle sorunu olanların bile cumhuriyetle pek bir meselesi olduğu kanaatinde değilim, zira, işte İsveç bir krallık ama İran bir cumhuriyet…
Mesele, sizin bu “cumhuriyet”in içini nasıl ve hangi değerlerle doldurduğunuz.
Bunu da ikinci maddede bulacağız: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”
Bu maddenin Türkçesinin berbat olduğunu söylemek için metin analizine bile ihtiyaç yok ama maddenin içinde bazı ciddi sorunlar barındırdığını düşünüyorum.
Bir kere, hiçbir özel ismin bir anayasada yer almaması gerektiğini kanaatindeyim.
“Atatürk milliyetçiliği” bir görüştür, katılırsınız, katılmazsınız, bir ölçüde katılırsınız, şerhler düşersiniz vs.
Bunların hepsi entelektüel bir tartışmada serdedebileceğiniz meşru görüşlerdir.
Dolayısıyla, muğlak kavramların ve -kim olursa olsun- özel isimlerin anayasada yer alması bence sorun yaratıyor.
Tabii bu 82 Anayasası’nın darbecilerin bile en aşağılıkları tarafından yazıldığını unutmamamız lazım.
Mesela, maalesef ki o da bir darbe anayasası olan 61’in getirdiği “insan haklarına dayalı” ibaresini “insan haklarına saygılı” diye yumuşatmışlar.
Bir iktidar neden böyle bir şeye ihtiyaç duyar acaba?
Gelelim, meselenin özüne, Yapıcıoğlu’nun işaret ettiği halde bir türlü söyleyemediği yere: “(…) demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”
İstiyorlar ki, demokrasi onların anladığı kadar olsun, laiklik hiç olmasın, sosyal devletin sınırlarını kendileri belirlesinler ve dahası hukuk devleti asla evrensel değerleri içinde barındırmasın.
21. yüzyılda bu değerleri tartışmanın utancı içinde hâlâ hukuk devletini, demokrasiyi, laikliği anlatmak ve ne acı ki, darbecilerin anayasasını bugünkü iktidara karşı savunmak zorunda kalıyoruz.
Evren’in anayasasını bile savunmak zorunda bırakıyorlar bizi ya, içime oturuyor.
Şark kurnazı darbecilerin ne kadar basit hesaplar yaptığını rahatlıkla görebileceğimiz üçüncü madde gerçekten evlere şenlik: “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı ‘İstiklal Marşı’dır. Başkenti Ankara’dır.”
Başkenti Ankara’dan taşıyalım, bayrağı boyayalım ya da Mehmet Akif’inki yerine başka bir milli marş kabul edelim diyen kimseyi duymadığım için o kısımları geçiyorum.
İlk okuyuşta üstünde durmayabileceğimiz “ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” bölümü, esas anlamını devamında gelen cümleyle kazanıyor.
Ülkenin bölünmezliğini anlayabiliyorum ama milletin bölünmezliği bir tuhaf laf, bir anlamı da yok.
Fakat, hemen arkadan öznesi gizli şöyle bir cümle geliyor: “Dili Türkçedir.”
İstemsizce “kimin dili?” diye soruyoruz.
Elcevap: “Devletin dili.”
Bu devlet, “ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün” ise, aynı zamanda milletin dilini de kastetmiş oluyor.
Devletin dili olmayacağını herkes bilir, devletlerin resmi dili ya da dilleri olur.
Milletin dili diye bir şey olmaz.
O millet, içindeki farklı unsurların bir araya gelmesiyle oluşur ve bazıları başka diller konuşuyor olabilirler.
Altını çizmeye çalıştığım bu husus, misal İzlanda’daki herkes İzlandaca konuştuğu için bir fark yaratmayabilir ama burada, bu ülkenin diğer dillerinin üstünden geçmek anlamını taşır.
Bunların çok sorunlu ifadeler olduğu aşikar, Türkiye’nin darbeciler tarafından yazılmış bir anayasa ile yaklaşık yarım asırdır yönetilmeyi içine sindirmesi bir utanç ama dedim ya, ikinci maddede yer alan dört ilkeyi evrensel standartlara taşımak değil amaçları, onları tamamen yok etmek.
Türkiye’nin ihtiyacı olan yeni anayasasının ruhu “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti”ni güçlendirmek ve kurumsallaştırmak olmalıdır.
İçinde HÜDAPAR’ın olduğu bir ittifakın önereceği anayasanın bu yönde olacağını varsaymak ise safdillikten başka bir şey olmaz.
Bir eleştiri: Eğitim ekonomisi konusuna kafayı epey takmış bir maliye profesörü, son yazıma dair bir eleştiri gönderdi. O yazıda, Akar’ın “eğitimin amacına” dair sözlerini eleştirmiştim. Diyor ki, bilgi, bu çağda artık bedava bir ürün. Dolayısıyla, çocukları bilgiye boğmanın ve sürekli ideolojik telkinlerde bulunmanın bir anlamı yok. Atatürk İlke ve İnkılapları denen dersin varlığını da tartışmalıyız, bu ders kaldırılmalı. Tarih ya da Felsefe gibi bir dersin içinde verilmeli. Bugün verildiği şekliyle bir din dersi de olamaz, o ders, din felsefesi olarak, Felsefe dersinde okutulsun. Çocuğa anadilini çok iyi öğretelim, yabancı dil eğitimi alsın, bunun yanında iyi matematik ve iyi felsefe eğitimi görsün, yeterli. Bu eğitimi alan çocuk, büyüdüğünde hangi yöne evrileceğine kendi karar versin.
Ne dersiniz?