Bu haftaki yazısında Gökhan Bacık, son günlerde alevlenen Gazze’nin akibeti tartışmalarına Arap milliyetçiliği, İslamcılık ve Filistin meselesi perspektiflerinden bakıyor.

Arap milliyetçiliği, İslamcılık ve Filistin üçgeninde dinin rolü
Filistin sorununu öncelikli olarak bir dinsel konu olarak tanımlayabiliriz. O zaman bu mesele bir “Müslümanlık-Yahudilik” meselesi olarak görünür. Doğal olarak bu tanımlamada “din” belirleyici ideolojik güç olarak kabul edilecektir.
Ancak Filistin sorununu öncelikli olarak bir “Arap-İsrail” yani milli kimlik, toprakla ilgili olarak da tanımlamak mümkün. O zaman ise “din” belirleyici ideolojik pozisyonunu kaybeder ve onun yerine kimlik, milliyetçilik gibi dinamikler girer.
Filistin Sorunu | ||
Dinsel Bakışa Göre | Milliyetçi Bakışa Göre | |
Konunun özü ne? | din | toprak |
Form | İslamiyet-Yahudilik çatışması | Arap-İsrail/Yahudi çatışması |
Başat ideoloji | din | milliyetçilik |
Filistin meselesi ile ilgili bu teorik tartışma, Arap dünyasında son elli yılda milliyetçiliğin tasfiye edildiği ve yerine güçlü İslamcı dalganın yükseldiğini hatırlarsak daha önem kazanıyor.
1948 Savaşı, 1967 Savaşı gibi çatışmalarda birden fazla Arap ülkesi İsrail’e karşı mücadele etmiştir. Bu dönemler, Arap dünyasında milliyetçiliğin hâkim olduğu yıllardı. Arap milliyetçiliği, kimi zaman sol eğilimli, kimi zaman Sovyetler Birliği’ne yakın olsa da özünde birleşik bir Arap kimliğine dayanıyordu. Arap milliyetçilerinin İsrail’le mücadelesinde belirleyici faktörlerden biri, her zaman ABD’nin varlığı olmuştur. Uluslararası ilişkilerde İsrail, en azından şimdiye dek, “İsrail artı ABD” olarak güçlü bir aktör konumundadır. Bu nedenle, Arap milliyetçilerinin İsrail karşısında başarı elde etmesi hiçbir zaman kolay olmadı. Yine de, türlü kazanımlar ve kayıplar pahasına, Arap milliyetçileri gerektiğinde İsrail’le çatışmayı göze almıştır.
Arap ve İslam dünyasında, halklar arasında yaygın, bazı ülkelerde ise yönetici elitleri de kapsayan bir şekilde İslami ve İslamcı akımların güçlendiği bir dönemde, Gazze ciddi bir yıkıma uğramış ve bu duruma kayda değer bir tepki gösterilmemiştir. Bu tablo, meşru bir soruyu gündeme getiriyor: İslamcılığın yükselişi ve Arap milliyetçiliğinin zayıflaması, Filistin meselesinde İsrail’in elini güçlendiriyor mu?
Ulusal mücadele ve “milliyetçilik”
Bu başlıktaki görüşü savunanlara göre ulusal mücadeleler doğaları gereği milli yani milliyetçi dinamiklerle mümkündür. Ulusal bir bağımsızlık mücadelesinde elbette dinin büyük yeri vardır ama din asla bir bağımsızlık mücadelesinin temel ideolojik-politik motifi olamaz.
Örneğin, Türkiye’nin bağımsızlık savaşına “milli mücadele” deniyor. Nitekim, bu harekete Kuvayı İslami değil Kuvayı Milliye denmiştir. Dönemin İngiliz belgelerinde Mustafa Kemal ve çevresi için “milliyetçiler” denmekteydi. Burada bir nüans var: Elbette din, önemlidir ancak milli bir stratejinin içinde olmak kaydı ile önemlidir.
Bu felsefe, tartışmanın özü din ve milliyetçiliğin vatan kavramına bakışlarındaki kritik bir fark. Vatan milli bir düşünce için şarttır. Ancak vatanı sevmek, İslami bir düşüncede fazilet ama ontolojik şart değildir. Yani diyelim bir kişi “vatanımı sevmiyorum” dese mutlaka kafir olduğu önerilemez. Öte yandan milliyetçi bakışta vatan sınırları belirli bir yerdir. İslami bakışta ise vatan önemlidir, ancak “yeryüzü de bir mirastır, mescittir.” Daha açık yazmak gerekirse, İslami coğrafya ile milliyetçi coğrafya tam olarak asla örtüşmez. Kitabın ortasından yazalım: Bir milliyetçi için hiçbir başka yer – velev ki kutsal bir belde bile olsa– vatan toprağından aziz değildir.
Bu tartışma Filistin konusuna şöyle ekleniyor: Arap dünyasında artan İslamileşme, vatan ve toprak kavramını kaçınılmaz olarak yeniden anlamlandırmıştır. Toprak kaybı bir milliyetçi için kesinlikle yenilgi ve uğruna mutlaka savaşa girilmesi gereken bir şeydir. Nitekim, 1948’de ve 1963’te milliyetçi Arap rejimleri savaşmıştır. Yıkıldığı son güne kadar Suriye rejimi, İsrail ile resmi olarak savaş statüsünde kalmıştır. Halbuki, Arap dünyasında gerek toplumsal gerek siyasi elitler arasında hâkim olan İslami/İslamcı aktörlerde toprak ve kavga arasında böyle bir tepkisel vaziyet görülmüyor. Bu bir bakıma milliyetçilikte toprağın kendisinin dava olması ancak İslami türlü bakışlarda dinin kendisinin dava olmasından kaynaklanıyor olabilir. Toprak/yurt kavramını evrensel dini bir paradigmaya, milliyetçilikte olduğu gibi koymanın imkânı görünmüyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Burada yaptığım analiz bir nüansın abartılmış yorumu olarak görünebilir. Ancak doğru ise bu analiz, Gazze tasfiye edilirse İslam dünyasından büyük bir tepki gelemeyebileceği ihtimalini barındırıyor.
ABD ile ilişkiler
Arap milliyetçilerinden farklı olarak, İslami hareketler Soğuk Savaş döneminde ortak düşman olan komünizme karşı mücadelelerinde ABD ile stratejik bir yakınlaşma geliştirmiştir. Bu, dikkat çekici bir çelişki yaratmıştır: İslamcılar, iç politikada sıkça keskin bir Amerikan karşıtlığı sergilerken, dış politikada ABD ile ilişkileri koparmaktan kaçınmışlardır. Bu strateji, “reel politik” ve “ülke çıkarları” gibi kavramlarla, bir ölçüde haklı olarak, açıklanmaktadır.
Ancak şurası net: Soğuk Savaş dönemi sonrası İslami hareket (gerek elitler gerek halk düzeyinde) Amerika’yı sevmeyen, Amerika’yı her sorunun arkasında gören ama onunla da asla kavga etmeyen bir politik kültür üretti.
Suriye, bu sürecin en son halkasını oluşturuyor. Esad rejimi, kuşkusuz bir diktatörlüktü. Ancak her şeye rağmen, Arap milliyetçiliğini benimseyen bir yönetim olarak varlığını sürdürdü. Nitekim Suriye, 1948’den bu yana İsrail’le kesintisiz bir mücadele içinde olmuş; bu mücadele kimi zaman silahlı, kimi zaman diplomatik yollarla devam etmiştir. Suriye’nin Arap milliyetçiliğinden İslamcı bir rejime geçişi, İsrail’in 1948’den beri elde ettiği en büyük stratejik kazanımlardan biri olarak değerlendirilebilir. Bu dönüşümle, Arap milliyetçiliğinin son kalesi düşmüştür.
Meşruiyet sorunu
Bir üniversite öğrencisiyken, Ankara Kocatepe Camii’nde Cuma namazı kılıp çıkarken birden cemaatin alkışlarını duydum. Caminin büyük meydana açılan protokol kapısındaki merdivenlerde Demirel ile Arafat, bir arada halkı selamlıyordu. Ardından kalabalığın çoğu tekbir getirmeye başladı. Oysa Arafat, sosyalist bir liderdi. Buna rağmen, İslam dünyasında ve Batı’da geniş bir meşruiyet kazanmayı başarmıştı.
Arafat’ın küresel çapta meşruiyetini çarpıcı bir olayla hatırlıyoruz: 1988 yılının aralık ayında ABD, New York’ta toplanacak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılmak isteyen Arafat’a vize vermeyi reddetti. Bunun üzerine BM Genel Kurulu, tarihinde ilk kez, sırf Arafat’ın katılımını sağlamak için İsviçre’nin Cenevre kentinde toplandı.
Oysa Hamas’ın böylesi bir meşruiyeti bulunmuyor. Bugün İsrail’i en sert şekilde eleştiren Müslüman ülkelerde bile, Hamas’a yönelik derin bir çekince hissediliyor. Bu durum, diğer İslami gruplar için de önemli bir sorun yaratıyor. Örneğin, İstanbul’da ağırlanan pek çok Müslüman Kardeşler yöneticisinin, Türkiye ile Mısır arasındaki normalleşme sürecinde ülkeden ayrılmak zorunda kaldığını hatırlayalım.
1993 – 2007 süreci
Bu noktada geçmişi kısaca hatırlamakta fayda var. 1993 Oslo Anlaşmaları, Filistinlilere küresel çapta o güne kadarki en yüksek meşruiyeti kazandırdı. Anlaşmaya göre, tüm Filistin toprakları tek bir otorite tarafından yönetilecekti. Ancak 2006’daki yerel seçimlerin ardından artan gerilimler, 2007’de Hamas’ın Gazze’de fiili bir kontrol sağlamasıyla sonuçlandı. Hamas’ın bu hamlesi, bazılarınca “darbe” olarak nitelendirildi ve bağımsız bir yönetim ilanı olarak görüldü. 2007’de Hamas ile FKÖ/Fetih arasında yaşanan çatışma için “kim haklıydı” tartışması yapılabilir. Ne var ki, sonuçta Filistin ikiye bölündü ve daha da kötüsü, uluslararası alanda neredeyse hiç meşruiyeti olmayan bir örgütün yönettiği Gazze ortaya çıktı.
Bu gelişme, İsrail tarafından desteklendi. Çünkü bir yandan Filistin’in birliği bozuluyor, diğer yandan Gazze’de meşruiyet üretemeyen bir yönetim kuruluyordu. O dönemde Netanyahu hükümetinin, Mahmud Abbas’a karşı Hamas’ı nasıl desteklediği, artık yaygın bilinen bir gerçektir ve İsrail basınında bile yer bulmuştur.