Gökhan Bacık yazdı: Irak, Libya, Yemen, Suriye… Sıradaki?

Gökhan Bacık, “Irak, Libya, Yemen, Suriye… Sıradaki?” başlıklı yazısında, ABD’nin geçmişte Irak, Libya ve Suriye gibi ülkelerde rejim değişikliklerine nasıl zemin hazırladığını örneklerle anlatarak, güçlü aktörlerin uluslararası siyasette koşullar uygun olduğunda rakiplerini yok etmeye ya da sakatlamaya yöneldiğini vurguluyor. Yazının sonunda ise Türkiye için iki temel uyarıda bulunuyor: demokratik meşruiyeti korumak ve büyük dış politika hatalarından kaçınmak.

1980lerde Bağdat’ta al-Mustansiriyah Üniversitesi’nde okuyan bir öğrenciye, Irak’ın on sene sonra parçalanacağını söyleseydik elbette bize inanmayacaktı.

Göreceli olarak Irak, Arap dünyasında ekonomik ve diğer açılardan daha başarılıydı. Öte yandan İran ile savaş, Irak’ın ABD ile ilişkilerini dönüştürmekteydi. Irak, İran’a saldırınca ABD Bağdat’ı suçlamadı ancak yine de “tarafsız” bir duruş tercih etti. Ne var ki, savaşta denge İran lehine oluşmaya başlayınca Reagan yönetimi, Irak’ın işini kolaylaştıracak adımlar atmaya başladı. 1982 Şubat’ında ABD önce Irak’ı “terörizmi destekleyen ülkeler” listesinden çıkardı. Irak listeye bazı Filistinli direniş teşkilatlarına ve diğer İslami örgütlere olan yakınlığı nedeniyle konulmuştu. İran ile savaşmak doğal olarak ABD nezdinde Saddam rejiminin meşruiyetini güçlendirdi. ABD, daha sonra finans kurumlarına baskı yaparak Irak’a kolay kaynak sağlanmasını sağladı. Nihayet, Başkan Reagan tarafından Temmuz 1983’te imzalanan 99 numaralı Ulusal Güvenlik Karar Yönergesi ile ABD bölgede pozisyonunu yeniden tanımladı. Bu belge ile, ABD’nin yeni bölge siyaseti Irak lehine somut adımlar atmaya uygun hale gelmişti. Belgeyi yeni adımlar takip etti. Bu sefer Rumsfeld gibi dönemin önde gelen Amerikan istihbarat şefleri Irak’la yakınlaşmayı yönetti. Yine dönemin gizli belgelerinde yakınlaşmanın kişisel takdir boyutlarına ulaştığını görüyoruz. Nihayet 1983 yılında ABD Başkanı’nın özel temsilcisi olarak Rumsfeld, Saddam Hüseyin ile görüşmüştü.

Bundan 16 yıl sonra 25 Temmuz 1990 yılında ABD Büyükelçisi April Glaspie, Saddam ile görüşerek ülkesinin ABD ve Kuveyt arasındaki gerilim hakkında pozisyonunu iletti. İlk günden itibaren bu görüşmeyle ilgili bir tartışma başladı. Yıllar sonra açıklanan WikilLeaks belgeleriyle tartışma tekrar gün yüzüne çıktı. Bu tartışmalar hakkında kalabalık bir grup, Glaspie ile görüşmesinden Saddam Hüseyin’in bir tür “yeşil ışık” aldığını düşünmektedir. Bu iddialar bir kenara, ne olursa olsun, bir zamanların ABD müttefiki Saddam Hüseyin, 13 Aralık 2003’te bir “çukur içinde” bulunmuş ve nihayet bir bayram günü 2006 yılında idam edilmiştir.

Kaddafi, Esad

Muammar Kaddafi’nin 1969’da Libya’da iktidarı ele geçirmesi, ülkenin Batı dünyasıyla, özellikle ABD ile ilişkilerini kökten değiştirdi. Kaddafi’nin “millileştirme” politikaları, Libya’daki Batılı ekonomik ayrıcalıkları ortadan kaldırarak petrol endüstrisini devlet kontrolüne aldı. Bu, Batı ile ilişkilerin bozulmasını kaçınılmaz kıldı. 1979’da ABD, Libya’yı “teröre destek veren ülkeler” listesine ekledi.

1980’ler, bu düşmanlığın zirve yaptığı dönem oldu. 1981’de, Sidra Körfezi’nde ABD ile Libya arasında yaşanan bir çatışmada, ABD iki Libya uçağını düşürdü. 1986’da ABD, Berlin’deki bir diskotek bombalamasından Libya’yı sorumlu tutarak Tripoli ve Bingazi’ye hava saldırıları düzenledi. 1988’de ise Lockerbie faciası yaşandı; Pan Am 103 sefer sayılı uçağın düşürülmesiyle 270 kişi, çoğunluğu Amerikalı, hayatını kaybetti. ABD, bu saldırının sorumluluğunu Libya’ya yükledi.

2000’lere gelindiğinde küresel dengeler değişmişti. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Kaddafi’nin dayandığı alternatif güç merkezi –Sovyetler Birliği– ortadan kalkmıştı. Libya, izolasyondan kurtulmak için pragmatik bir yaklaşımla ABD’ye yakınlaştı. 2003’te Lockerbie kurbanları için tazminat ödemeyi kabul etti ve kitle imha silahı programlarını terk etti. Bu adımlar, 2006’da Libya’nın ABD’nin teröre destek veren ülkeler listesinden çıkarılmasını sağladı. Amerikan petrol şirketleri Libya’ya geri döndü ve iki ülke arasında kısa süren bir “balayı” dönemi başladı.

Ancak bu dönem, 2011’de Arap Baharı ile dramatik bir şekilde sona erdi. Kaddafi’nin protestolara sert müdahalesi, uluslararası tepkiye yol açtı. ABD’nin istihbarat ve lojistik desteğiyle NATO öncülüğünde gerçekleştirilen müdahale, rejimi devirdi. Kaddafi, Ekim 2011’de Sirte’de bir yol kenarındaki drenaj borusunda saklanırken bulundu ve isyancılar tarafından linç edilerek öldürüldü.

Suriye’nin durumu bir açıdan Libya’yı andırıyor. 1948 yılından beri ABD-İsrail’in tam karşı kutbunda bulunan Suriye, Soğuk Savaş’ın bitmesi ile “yalnızlığı” fark etmiştir. 1991-1993 Oslo ve Madrid barış görüşmelerinde bulunmuş daha sonra 2000’lerin başında doğrudan İsrail ile masaya oturmuştur. Yalnızlığın büyük risklerini gören Suriye, ABD’nin Irak’a yönelik BM kararlarını desteklemekten çekinmemiştir. (Bu kararların arkasında Irak ve Suriye Baas partileri arasındaki tarihsel husumetin rolünü de not etmek gerekiyor.) Babasından sonra “tahta” geçen Beşar Esad, o zamanlar “Şam Baharı” olarak adlandırılan bir reform ve yumuşama süreci başlatmıştır. Bazı muhalifler hapisten salınmış, ABD çalışan çeşitli Suriyeli vatandaşlar ülkeye geri çağrılıp bakan bile yapılmıştı. Yakınlaşmanın sonucu 2000’li yıllarda Şam’a ziyarete Colin Powell, Nancy Pelosi gibi önemli kişiler ziyarette bulunmuştu.

Ancak “Arap Baharı” ile başlayan süreçte Şam rejimi Rusya ve daha önemlisi İran ve Hizbullah’ı bölge siyasetinin merkezine taşımıştır. Böylece Suriye kaçınılmaz olarak Batı ve diğerleri arasında bir savaş alanına dönmüştür. Yıllar süren iç savaşın sonunda Esad, Moskova’ya kaçmıştır. Suriye’de kalsaydı muhtemelen akıbeti Saddam Hüseyin ve Kaddafi gibi olacaktı. ABD liderliğinde Batı da Suriye’de Rusya-İran eksenine karşı pozisyon almış gruplardan (ki bunların pek çoğu ile baştan beri dolaylı ilişki içindeydi) yeni bir Suriye rejimi denemesine girişmiştir.

Bundan sonra…

Yukarıdaki tartışmaya Yemen, Gazze hatta kısmen Lübnan da eklemlenebilir. Bu ülkelerdeki “düşmanlar” koşullar uygun olduğunda ya yok edilmiştir yahut etkileri yaşamsal biçimde sakatlanmıştır.

Peki bu hikâye bize ne anlatıyor?

Bu hikâye, “ABD istediği zaman muhalif ülkeleri yıkar” anlamına gelmiyor. Esasen kural şudur: Uluslararası siyasette güçlü, koşullar uygun olunca rakibini sakatlar hatta bazen yok eder.

Kural, ABD için de Rusya için de Türkiye için de geçerlidir. Rusya koşullar el verince Kırım’ı işgal etmiştir. Türkiye koşullar uygun olunca Suriye’nin belirli kısımlarını (yaklaşık Suriye topraklarının %5-7 kadarını) “almıştır”. Herkes kendi hikayesine “fetih” yahut “özgürlük operasyonu” der. Herkes başkasının hikâyesini “işgal” olarak adlandırır. Bu “edebi” farklılık bir kenara işin özü güçlünün istediğini çıkarına göre yapmasıdır.

Dolayısı ile koşullar uygun olunca güçlüler “düşmanlarını” yine yok edecek yahut kalıcı biçimde sakatlamak isteyecektir. O zaman ilk olarak güç dengesini iyi analiz etmek gerekiyor. Sonra da koşullara bakmak gerekiyor. Kısacası koşullar uygun ise güçlüye avlanmamak gerekiyor.

Türkiye elbette güçlü bir ülke; bir Libya ve Irak değildir. Ancak yine de “düşmez kalkmaz bir Allah var” diyerek tedbirli olmak gerekirse bu hikâyenin günümüz Türkiye’sine söylediği iki şey var:

Birincisi, hiçbir şekilde siyasette seçimden gelen meşruiyeti ve çok partili demokrasiyi zaafa uğratmamak. Türkiye, asla ve asla başkalarına “bu ülkede seçim artık görüntüden” ibaret dedirtmemelidir.

İkincisi, hiçbir şekilde dramatik bir dış politik hata yapmamak gerekiyor.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.