Barbaros Gökdemir, Sıra Hollywood’da başlıklı yazısında, ABD Başkanı Donald Trump’ın yurt dışında çekilen filmlere tarife getirme planını analiz ediyor.
ABD Başkanı Donald J. Trump, geçtiğimiz pazar günü Truth Social platformu üzerinden paylaştığı gönderi ile, Amerikan film sektörünün can çekişmekte olduğunu ve sektörü canlandırmak için Amerika toprakları dışında çekilen tüm filmler için tarife uygulamasına gidileceğini duyurdu. Bu satırları kaleme aldığım şu günlerde bu uygulamanın nasıl hayata geçirileceği, yabancı filmlerin yanı sıra, Amerikan yapımlarının ve de özellikle yurtdışında çekilen Netflix, Apple ve Amazon gibi platformlara ait film ve dizi yapımlarının etkilenip etkilenmeyecekleri hâlâ belirsiz. Ancak kesin olan ve sektör paydaşlarının ortak noktada buluştuğu en önemli konu şu: Film sektörüne getirilmesi düşünülen bu tarifeler, Trump’ın iddia ettiğinin aksine, endüstriye yarardan çok zarar getirecek; halihazırda Amerika’da oldukça pahalı olan film prodüksiyonlarını daha da zorlaştıracak ve Amerikalı seyircilerin yabancı yapımlara ulaşımını bir hayli azaltacak.
Trump’ın duyurusunun sektöre olası etkilerini daha iyi kavrayabilmek için geçtiğimiz mart ayında düzenlenen 97. Akademi Ödülleri’nde en iyi film dalında adaylık kazanan filmlerin nerelerde çekildiğine hızlıca bir baktım ve 10 filmden 7’sinin, Amerika dışında çekilmiş olduğunu gördüm. Brezilya yapımı I’m Still Here, hem yabancı bir film olduğu için hem de Brezilya’da çekildiği için tarifelerden etkilenecek yapımlar arasında olacaktı. Bu filmin yanı sıra, çekimleri Macaristan’da gerçekleştirilen The Brutalist ve Dune 2 (Körfez ülkelerinde de çekimler yapılmış), İtalya’da çekilen Conclave, Fransa’da çekilen Emilia Pérez ve The Substance ve son olarak da İngiltere’de çekilen Wicked filmleri, aslında bize ne kadar çok yapımın Amerika dışında çekildiğini net bir şekilde gösteriyor.
Ekonomik teşvik mi, politik müdahale mi?
Hollywood’un kıtalararası macerası son 25 yılda belirgin şekilde artsa da stüdyoların özellikle büyük bütçeli prodüksiyonlar için yurtdışını tercih etmeleri yeni bir durum değil. Örneğin, 1977 yapımı Star Wars: A New Hope filminin büyük bir bölümü Tunus’ta çekildi. 2012’de En İyi Film Oscar’ını kazanan Ben Affleck imzalı Argo ise İstanbul Beykoz’daki film stüdyolarında hayata geçirildi. Stanley Kubrick hem Londra’da yaşadığı hem de uçak korkusu nedeniyle kariyerinin ilerleyen dönemlerinde birçok filmini İngiltere’de çekti. Hatta hikâyesi New York’ta geçen son filmi Eyes Wide Shut bile Londra sokaklarında çekildi.
Sadece bu üç örnek bile, stüdyoların ve yapımcıların Amerika dışını ne kadar farklı nedenlerle tercih ettiklerini gösterebiliyor. Star Wars için Tunus, uzay operası hissini ve coğrafyasını en iyi verebilecek yerdi. Argo’da ise İran’da çekim yapmak riskli ve imkânsız bulunduğundan, İran’a benzer bir doku kurulabilecek İstanbul seçildi. Kubrick’in tercihinde ise tamamen yönetmenin kişisel ihtiyaçları belirleyici oldu.
Tabii bir de Hollywood’un o kendisine has büyüsü, destansı anlatısı ve ihtişamı olarak bildiğimiz bir şey var. Büyük bütçeli “blockbuster” olarak tanımlanan birçok yapım, kıtalar arası gerçekleştirdikleri prodüksiyonlar ile farklı coğrafyaları ve dokuları aynı film içerisinde harmanlayabiliyorlar. Amerika’nın yükselen gökdelenlerinden Hindistan’a, İzlanda’nın buzullarından Hong Kong, Atina ve İstanbul’a uzanan farklı coğrafyaları; Tom Cruise’un Mission Impossible serisinde ve Christopher Nolan’ın filmlerinde sıkça görüyoruz. Bu yapımlar, bizi kıtalararası yolculuklara çıkaran epik anlatılar olarak karşımıza çıkıyor. Hollywood, kurabildiği bu yelpaze ile aslında hiçbir ülke sinemasının kolaylıkla yapamadığı bir şeyi yapmayı başarıyor; rekabette elini güçlendirirken kültürel hegemonyasını da sinema alanında korumaya devam ediyor.
Trump’ın argümanı ise şu: Amerikan film sektörü hızlı bir şekilde ölüyor. Filmlerin finansmanı Amerika’ya ait ancak yapımlar yabancı ülkelerin teşvikleri ile yurt dışına çıkıyorlar. Amerika dışında çekilen tüm filmlerde %100 tarife uygulamasına gideceğiz. Filmlerin yeniden Amerika’da çekilmesini istiyoruz!
Avrupa’da ve Asya’da birçok ülkenin, gelişmiş film stüdyoları, deneyimli film çalışanları ve sağladıkları vergi indirimleri ve teşvikler sayesinde Hollywood yapımcıları için çekici bir merkeze dönüşmüş olmaları doğru. Örneğin Macaristan, son 10 yılda Blade Runner 2049 (2017), Terminator: Dark Fate (2019) ve Poor Things (2023) gibi büyük Hollywood yapımlarına ev sahipliği yaptı. Benzer şekilde Malta, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ülkeler de sahip oldukları imkanlarla Amerikalı film şirketlerini cezbetmeye devam ediyorlar. Ancak yine de Hollywood yapımlarının göçünü, yukarıda verdiğim örneklerden yola çıkarak sadece teşviklere bağlamamız çok doğru olmaz. Bir filmin yurt dışında üretilmesinin birden fazla nedeni ve ihtiyacı olabilir. Stüdyoların ve film yapımcılarının, filmlerini yurt dışında üretebilme imkanına sahip olmaları, endüstriyi zayıflatmak yerine daha güçlü ve dirençli bir hale getiriyor. Daha düşük maliyetle daha çok ve daha iyi filmler üretebilmelerine yardımcı oluyor.
Trump’ın kültür savaşları stratejisi
Trump, geçtiğimiz ocak ayında “sorunlu” olarak gördüğü Hollywood’a, siyaseten sağa yakın duruşları ve Trump’a olan açık destekleri ile tanınan Amerikalı ünlü oyuncular Jon Voight, Sylvester Stallone ve Mel Gibson’ı sektörün özel elçileri olarak atadı ve yabancı ülkelere kaptırılan işlerin geri alınacağını söyledi. Tabii böylesine bir atama Amerika’da bir ilk ve özellikle de Hollywood’da daha önce görülmüş bir şey değil.
Ama insanların kafasını karıştıran asıl konu şu: Her ne kadar, Trump’ın elçi olarak atadığı bu üç isim yıllar boyunca yüzlerce film üretmiş olsa da acaba Amerikan sinema sektörünün gerçek güncel sorunlarına, film üretmenin zorluklarına ve de özellikle bağımsız sinemanın sıkıntılarına acaba ne derecede hakimler?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Trump’ın Hollywood ile sıkıntılı bir ilişkisi olduğunu zaten biliyoruz ve belli ki bu hamlesi ile, Hollywood’u bir takım kültür savaşlarının içerisine sokmak, kutuplaşma ve karalama kampanyaları ile etkisini azaltmak ve Hollywood’un liberal ve ilerici politikaları destekleyen kabuğunu kırmak istiyor.
Ancak Trump bir konuda haklı: Amerikan sinema endüstrisi zorlanıyor ve giderek daha çok Apple ve Amazon gibi teknoloji şirketlerinin insafına kalmış durumda. Enflasyon, pandemi sonrası sinema salonlarına giden seyirci rakamlarının hala çok düşük olması, grevler, yapay zekâ, Los Angeles yangınları ve de özellikle platformların ve YouTube gibi sosyal medya mecralarının ücretsiz ya da aylık ödeme modelleri ile sektör hacmini bir hayli daraltması endüstrideki olumsuz beklentilerin devam etmesine neden oluyor. Belki de burada yapılması gereken, sektör paydaşlarının, stüdyoların, bağımsız sinemacıların ve sanatçıların karar verme ve kanun geliştirme gücü olan politikacılarla beraber çalışabileceği, sektörün sözünün dinlendiği çoğulcu ve demokratik bir ortam sağlamak ve teknoloji şirketleri ile, oldukça kırılgan olan sinema sektörüne uygun iş modellerinin geliştirilmesi teşvik etmek.
Ama niyetin bu olmadığını zaten biliyoruz.
Biz zaten ülke olarak, hemen hemen her sektörde, kararların paydaşları görmezden gelerek ve yukarıdan aşağı bir şekilde alındığına oldukça aşinayız.
Belki de sıra artık Amerika’ya ve Hollywood’a gelmiştir.