Gürkan Çakıroğlu “Duvara yazı, Türk’e ağıt” başlıklı yazısında Türkiye’nin tarihsel yüklerini, iç çatışmalarını ve kimlik bunalımını derin bir sorgulamayla ele aldı. Milliyetçilikten İslamcılığa, devlet geleneğinden bireysel vicdana uzanan çizgide; toplumu parçalayan duvarları, ironik bir dille ve kültürel göndermelerle anlatıldı.
Troyalılar’ın çabaları gibi çabalarımız. Barbarları bekliyor her halimiz ve neden doğruları söylemekle yetinmiyor da illa kin besliyor yalancılara kalbimiz. Geçmişimiz peşimizi bırakmıyor, parçalanma paranoyası gölgemiz gibi takip ediyor bizi. Halbuki korkmamıza gerek yok, onları ruhumuzda taşımadıkça ya da ruhumuz onları çıkarmadıkça karşımıza. Alışılmışı çiğnemeden, dar kalıpların ötesine geçmeden zor. Bilemedim, Kavafis mi yoksa Akif mi milli şairimiz?
İşçilere söven sosyal demokratlarımız, dindarlara zulmeden İslamcılarımız ve milleti bölmeye azmetmiş milliyetçilerimiz var bizim. Dünyanın beşten büyük olduğunu iddia eden ama kendi ülkesini tek adama mahkûm eden bir Reis’imiz var bizim. Tersine dünya. Türküz ama Türk’ten başka düşmanımız yok bizim. Ne mutlu Türk’üm diyene değil mi?
Sokak özgürlüktür, özgürlük sokaktadır. Gaius atını senatör yapar; Reis nice eşeğe altın semer vurup saraya soytarı yapar. Tabure seyislerinden Ankara’da da çokça var. Yeşilçam tadında hikâyeler bunlar. Size çayı demlenmeden içireceğim diyor Başkan. Canı sağ olsun. Her yıla bir kitap diye inat ettim diyor. Dayatıyor kendini kendine. Tıpkı partisi gibi. Lakin Kürtlük direnmekten ileri gelmiyor muydu?
Tarihin yükü ve kimlik arayışı
Devşirmeler değildi bizi ayakta tutan, dervişlerdi. İskân politikası değildi kök salmamızı sağlayan; uzlaşma arzusu, bağdaştırma becerisiydi. Nadiren ahlakçı, genellikle pragmatistti Türk. Türk, dini her zaman devletin hizmetine sunmuş. Diyanet’in varlığı da icraatlarının sakatlığa da hep bundan. Türk ezim ezim eziliyor tarihinin altında. Bilmediği için mi yoksa reddettiği için mi?
Köyümdeki sahipsiz zeytin ağaçları. Musa Dağ’da kırk gün, Agos’un önünde bir gün, varlık vergisi ise artık hepimize her gün. Eski dostlar düşman olur, düşmanlar ise yağmayı gördü mü bir olur. Soykırım değil kardeş kırımı bu. Düşman kendi devletin; düşman acı kahve içerken karşında, yüzüne gülen dostun. Sürgünün leş kargaları uçuşur havada. Tuğrul Bey bitirmemiş miydi yağmayı Nişabur’da?
İsa olsaydı bizim peygamber, ilk taşı günahsız olanınız atsın demezdi herhalde. Malum günahsızımız çok şeytanımız bol bizim. Taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmazdı Allah korusun. Ya da Musa olsaydı bize gelen, daha Firavun’a baş kaldıramadan ezerlerdi başını, gün doğmadan alıverirlerdi evinden. Zira “İl gider töre kalır” Orta Asya steplerinde kaldı. Onun yerine bize kala kala, devlete tapan putperestler kaldı.
Ben milliyetçiyim. Sen devrimcisin. O bölücü. Biz Kemalistiz. Siz emperyalistsiniz. Onlar İslamcılar. Bölmeye gerek yok ey dış mihraklar; zira ben bölünürüm, elhamdülillah biz bölünürüz. Beyaz kefen eşittir sarı torbayla, bunu idrak edemeyenler geziyor elinde baltayla. Aynalara düşman millet, milletine güvenmeyen devlet, devletinden korkan millet. Kendisiyle kavgalı ülke Türkiye. Benim ötekimin ötekisinin ötekisi yine ben değil miyim?
Ali haklıydı, Osman haksızdı; bölündük ikiye. Selim ile İsmail cenk etti, daha Türk olan yenildi; bir kere daha bölündük mü ikiye. Selimimiz çok, İsmailimiz daha çok; lakin Muaviyemiz yok bizim. Kardeş kavgası bitmeli artık. Dedem Korkut dememiş mi; kılıç çaldı din açtı erlerin şahı Ali güzel, alimlerin önderi Affan oğlu Osman güzel. Bu dünyada Ali ile Osman barışacaksa eğer bunu Türk’ten başka kim başarabilir?
Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık; yüzüne tükürsen yağmur yağıyor der siyasetçiler. Yapmasa da yaptı der devlet büyükleri. Al birini vur ötekine. Bal tutan parmağını yalar. Bozacının şahidi de şıracıdır her daim. O halde uydum hazır olan İmam’a, eğer tükürmeden kıldıracaksa. Aksi halde meşgul etmesin. Zira zındığı bol siyasetin. Hiç kendi tükürüğünde boğulur mu zulüm?
Divan Yolu’ndan İzmir yoluna, oradan temmuz sıcağına hep hepyek gelmiş millete, hep düşeş atmış zorbalar. Bileği de beli de bükülmeyen yazar diyor ki zarlar hileli. Babası da demişti; doğuda pusu vardır batıda düello, bizde ise düelloya çağırıp pusu kururlar. Ön seçimi yaptırır, genel seçimi göstermezler adama. Bu doğanın kanunu değil, milletin arzusu hiç değil. O halde babanın dediği gibi enseyi karartmaya gerek yok. Lakin söyleyin, büyük cihat için yüreğiniz var mı?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ne demiş hasretinden prangalar eskiten şair; vurun ulan vurun, ben kolay ölmem, demiş. Dayanacaksın İmam Efendi, şair diyor ya; beşikler vermiş Nuh’a, Havva Ana’n daha dünkü çocuk sayılır, Anadolu burası. At binenin kılıç kuşanın burada. Sezen’in dediği gibi; kolay olmayacak, elbet üzüleceksin, mutlaka bir iz bırakacak bu zulüm sende. Lakin kolay olacağını kim söyledi?
Çözüm mümkün mü?
Geldik hikâyenin sonuna. Ne olacak bundan sonra diye soruyor herkes. Ben de soruyorum o zaman herkese; Karanlıklar Krallığı’nın efendisi Reis’ime karşı, onun yarattığı memnuniyetsizliği, sefaleti ve adaletsizliği örgütleyecek bir Ebu Müslim var mı? Siyasete Yunus’ça bakmadan, onun gibi ağyar dahi yar bize kamu alem bir bize demeden bu farklı kesimleri bir araya getirmek mümkün mü? Peki toplumun farklı kesimleri bir araya gelmeden nasıl çıkacağız karanlıktan aydınlığa?
Zannediyoruz ki tek sorunumuz Reis. Evet Reis büyük dert. Lakin onu kim yarattı? Allah mı? Haşa, Allah’ın yarattığı Tayyip Erdoğan. Reis’i yaratan biziz. Sorunlar yumak olmuş adı da Reis olmuş. Bu yumak çözülmeden bu dertler bitmez, Reis de gitmez. Çözmek için Reis’e değil, ipin ucunu nerede kaçırdık ona bakmalıyız. Kördüğüme az kaldı, kaybedecek vaktimiz kalmadı.