Said Nursî (1877–1960), bu ülkenin üzerinde henüz bir mutabakat sağlayamadığı bir Osmanlı aydınıydı. Ne geleneksel seküler ne de İslamcı bakış, onu tam bir perspektifle anlayabildi ya da gerçekten merak etti. Türkiye’de, Molla Said’i takip ettiğini ya da bir dönem için örnek aldığını iddia eden 10’u aşkın grup bulunmaktadır. Bunlardan ikisinin mensupları, devlet tarafından suç ve terör örgütü kurmaktan yargılanmaktadır. Diğer Nurcu grupların devlet ve düzenle bir sorunları gözükmese de her birinin Risale-i Nur doktrinleri ve aynı eserlere dair yorumları oldukça farklıdır ve ciddi uyuşmazlıklar barındırır.
Mevcut grupların çoğu, demokrasi ve hürriyet gibi kavramları kendileri için ortak payda saymaktadır. Ancak Nurcu gruplar, otoriteye itaat veya “ehveni şer” gibi kavramlar eşliğinde, Adnan Menderes’ten günümüze uzanan süreçte, politik sağın şemsiyesi altında bir güven alanı oluşturmuşlardır.
Said Nursi’yi takipçileri anlayabildi mi?
Nur cemaatleri –Gülenistler burada kısmen istisna tutulabilir– Risale-i Nur’un orijinal metinlerinin sadeleştirilemeyeceğini ve âdeta bir Tevrat metni gibi gerektiğinde ezberden okunması gerektiğini düşünüyor. Bir başka ortak kabul, Risalelerin modern ya da postmodern dönemin en çok okunması gereken Kur’an tefsiri olduğu iddiasıdır. Hatta bazı etkin cemaatler, yalnızca Risale okumanın Kur’an’ı anlamaya yeteceğini ileri sürmektedir.
Sorun yalnızca Kur’an tefsiri yorumundaki kesinlik iddiası ile sınırlı değildir. Said Nursî’nin metinlerinde zaman zaman apokaliptik-mesihçi bir yaklaşım da görülür. Bu yaklaşım zaman zaman aklî bir zemine otursa da, metinlerde nadiren de olsa cifir, sayılar, numeroloji ve okült bilimsel rakam yorumları yer almaktadır. Bu, “İsrailiyat etkisi” olarak da değerlendirilebilir. Deccal, İsa, Mehdi veya Süfyan yorumları; makul tevillerin ötesinde rakamsal hesaplarla, gönüllü takipçilerini milenyumcu, mesihçi ve apokaliptik bir inanç dünyasına hapsetmektedir. Bu durum, Hristiyan ve Yahudi kültürü için de pek yabancı değildir.
Bu milenyumcu yaklaşıma, kendilerini Nakşî kökenli sayan ekonomik olarak güçlü bazı cemaatlerde, aşırı ya da daha makul niteliklerde rastlamak mümkündür. Asıl mesele, bu mesihçi bakışın devlet açısından ne zaman tehdit sınırını aşacağıdır.
Sikke-i Tasdik-i Gaybî adlı eserde, Said Nursî’nin bir milenyum misyonuna atıfla, bu misyonun siyasi güç aracılığıyla gerçekleştirilmesi gerektiğine dair yorumlar yapılmakta ve bunların Gülen doktrininin temelini oluşturduğu iddia edilmektedir.
“Apokaliptik beklentiler hakikat arayışını komplocu bakışla karartır”
Yalnızca bir metne referansla, Tevrat mantığına benzer biçimde anlaşılmadan tekrar etmek ve dışa kapalı kalmak; ister “iddialı zararlı” ister “mütevazı zararsız” türde olsun, dogmatizmi besler. Apokaliptik beklentiler ise hakikat arayışını komplocu bir bakışla karartır.
Yaklaşık 15 yıldır, özellikle sabah erken saatlerde Sözler ve Şuâlar‘ı okumaktayım. Üstad’ın varlık anlayışına ilişkin ontolojik yaklaşımı, felsefi derinliğin ötesindedir. Akla hitap ettiği kadar gönle de tesir edip huzur verir. Onun Meşrutiyet döneminde istibdat karşıtı tutumu ve anayasal yönetime, muhafazakâr Batı liberalizmine duyduğu ilgi, o dönem için hep ilgimi çekmiştir. CHP’nin ilk dönemindeki otoriter yapısı, onu Demokrat Parti’yi ve Menderes’i desteklemeye sevk ettiyse de, zamanla oluşan Menderes otoriterliği, kendisinde bir hayal kırıklığı yaratmıştır. 1908’den 1960’lara uzanan tecrübesi, onu siyasetten ciddi bir mesafe koymaya ve bunu tavsiye etmeye yöneltmiştir.
Nursî’nin eserlerinde, 18. ve 20. yüzyıl Avrupa pozitivizmine ve spiritüalizmine karşı bir anlama ve reddiye çabası görmek mümkündür. Ancak bunu metodolojik bir eleştiriye dönüştürecek felsefi altyapıya sahip değildi. Belki de yalnızca medreseyle sınırlı kalmayıp, Nurettin Topçu gibi Sorbonne’da eğitim alabilseydi, Aydınlanma mitini karşı bir Aydınlanma fikriyle sorgulayabilecekti. Bediüzzaman’ın Isaiah Berlin ve Bergson’la tanışması ve müzakere etmesi, hayal etmesi bile heyecan verici olurdu.
Onun eserlerindeki numeroloji ve apokaliptik izleri ancak tasavvuftaki şatahat, sekir, mistik vecd hâliyle açıklayabiliriz. Bu tür haller, İmam Rabbânî’nin tanımıyla kişide “yüksek makam” ve “kesinlik” hissi üretir. Rabbânî, kendisinin de bu tür yanılgılara düştüğünü ama tekrar normale dönebildiğini ifade eder. Hallâc’ın “Enel Hak” sözü de bu tür vecd hallerinin bir örneğidir. Tarikatlardaki mehdiyet tasavvurları da çoğunlukla bu tür tıkanmalarla ilişkilidir.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
“Onun hayatı ve eserleri, bu bakışla herkes için okunmaya değer”
Bediüzzaman gençlik yıllarını Kürt medreselerinde geçirmiştir. 1900’lerin başında, araştırmacı kişiliğiyle geldiği İstanbul’da çok yönlü kentli bir imparatorluk kültürüyle ve yeni fikirlerle tanışmıştır. Esad Erbilî gibi mutasavvıflar, edebiyat çevreleri ve yabancılarla yaptığı görüşmeler, onun ufkunu açmıştır. Politik olarak da kendisini Meşrutiyet ve istibdat tartışmalarının içinde bulmuştur. Ufkunun açılmasında diğer önemli gelişme, Ruslara esir düşmesi ve burada Ekim Devrimi’ne, papazlar ve bürokratlarla yaptığı tartışmalara tanık olmasıdır. Almanya üzerinden dönüşü de cabasıdır.
Said Nursî artık “dünya nasıl dönüşüyor” sorusunun bizzat şahidiydi. Bu hâliyle artık medrese ve tarikatların Batı modernitesinin yıkıcı etkisi karşısında ayakta kalamayacağını fark etmişti. Bu nedenle Medresetü’z-Zehra gibi bir üniversite projesiyle ve Nur talebeliği gibi yeni bir “üçüncü yol” meşrebiyle bu açığı kapatmayı hedeflemiştir.
Elbette Bediüzzaman’ın tarihe, siyasete ya da olgulara bakışında çelişkiler bulabiliriz. Şatahat içindeki mistik tespitlerin bağlayıcılık iddiaları, hatta genel fikirleri de sorgulanabilir. Ancak bütün bunlar, Molla Said’in bu ülkedeki manevî ve siyasî hakikat arayışındaki azmini, kararlılığını ve cesametini gölgeleyemez. Onun hayatı ve eserleri, bu bakışla herkes için okunmaya değerdir. Zaten işin esası da yola koyulmak değil miydi?
Bugünkü Nur talebelerindeki bazı dogmatikliğin ise, büyük ölçüde taşra sosyolojisi kaynaklı bir açmaz olduğu da unutulmamalıdır.