Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Ortaçağ karanlığı – Uygun adım geri gitmenin çok ileri yolları

Bu yazının ilham kaynağı geçen hafta Meclis’te yaptığı bir konuşmaya başta partisi HDP’nin milletvekilleri olmak üzere pek çok kesimden sert tepkiler alan milletvekili Oya Ersoy’un sözleri. AKP sıralarına hitaben demişti ki: “Size neden gerici diyoruz biliyor musunuz? Çünkü sizler 500 yıl geride kalmış Osmanlı’yı, 1500 yıl geride kalmış din esaslı toplum düzenini yeniden hortlatmaya çalışıyorsunuz. Biz kadınlar özgür olabileceğimizi öğrendik ve ne 500 yıl ne de 1500 yıl öncesine gitmeye niyetimiz yok. Götüremezsiniz.”

Tek bir kelimesine bile itirazım yok. Hatta sözünü ettiği şu “gericilik”lerin “ileri” formlarından söz etmek istiyorum bu konuşmasını ve tepkileri duyduğum günden beri. Kaldığı yerden devam edesim var. İlk cümlesine verilen tepkiler, son iki cümleyi gölgede bırakmış: “Biz kadınlar özgür olabileceğimizi öğrendik” demiş vekil Oya Ersoy. Özgürün yanı başına eşiti de koyabilirmiş, çok yakışıklı cümle olurmuş o zaman: Özgür olabileceğimizi, eşit olabileceğimizi öğrendik. Bunlardan da vazgeçesimiz yok.

Öyle mi gerçekten, yok mu vazgeçesimiz bunlardan? Özgür olmayışın ve eşitlenmeyişin hayli ileri formlarını, üstüne bir de para sayıp satın alıyor olabilir miyiz? 500 yıl ve 1500 yıl önceye ilişkin enva-i çeşit masal da satın aldığımız bu ileri formların hiç de tesadüfi olmayan reklam metinleri değil midir acaba?

Şöyle bir etrafınıza bakın, kale gibi yüksek duvarlar arkasına sığıştırılmış, duvarlardan yüksek bloklarda oturuyor şehir ahalisinin önemlice bir kısmı. Kendilerini şehrin geriye kalanından arındırmak için o kadar çok para döküyorlar ki o kalelere. Tapu üzerlerine ama kira kadar aidat ödüyorlar oturdukları dairelere. Sahi o manzaranın kazananı kim? Karmaşıklaştıralım soruyu: Bu manzarada kim, kimin sırtından, ne kazanıyor?

Daha bugün okudum bir Migros çalışanının mektubunu. Marketin çöpe attığı yiyecekleri toplayıp eve götürdüğü için hırsız olmakla suçlandığını anlatıyordu kederle. Diyordu ki, “Hırsız değilim ben, çok yoksul bir işçiyim sadece.”

Alakasız gibi gelecek ama idare ve vergi mahkemelerinde dava açma ücretlerine baktınız mı hiç? Aramızda kaç kişi o kadar parayı riske atabilir hakkını savunmak için? Avukat ücretlerinden bahsetmiyorum, dava açarken peşin olarak mahkeme veznesine ödemek zorunda olduğumuz masraf, harç ve giderleri kastediyorum. Mesela o Migros işçisi, kendisini hırsızlıkla itham eden yöneticilerine ve şirkete hakaret davası açabilir mi?

Sokaklarda bütün bunların kendi başlarına gelen formlarından bahseden gençlere “telefonunu göster” diyen insanlar var bir de. Razı olanlar. Rıza gösterenler. Allah rızası için devletin mevcut görünümlerine katlananlar. Bu dünyada çile çekerek, çektirerek ya da çekenlere şahit olup susarak öte dünyada cennete gitmeyi düşleyenler. Asla parçası olmayacakları ve zaten pek mümkün de görünmeyen zaferlerin düşüne yatanlar. Pek kalabalık görünüyorlar şimdilik. Gözleri de sımsıkı kapalı. Nereden mi biliyorum o zaferlerin düş olduğunu? Öyle olmasa, gözlerini bu kadar ısrarla sıkarak kapatmak zorunda hissetmez, kulaklarını binbir türlü tıkaçla örtmezlerdi. Demek gözlerini ve kulaklarını açtıkları anda görecekleri ve duyacakları şeylerin pekâlâ farkındalar ve tam da bu nedenle sıkı sıkıya mühürlüyorlar akıllarına giden her türlü yolun kapısını.

Üç duvar gölgesi

Ne diyordum? Gericiliğin ileri yollarından bahsedecektim. Seneler önce okuduğumda kafamın içinde ayrı ayrı dolanıp duran pek çok taşı yerine oturtan harikulade bir makaleleri var Nezar AlSayyad ve Ananya Roy’un: “Medieval modernity: On citizenship and urbanism in a global era(Ortaçağ[cıl] modernite: Küresel çağda yurttaşlık ve kentleşme). Küreselleşmenin dünyanın aşağı yukarı bütün büyük kentlerinde ortaya çıkarttığı başlıca üç müşterek yaşam formunun bazı ortak özelliklerinden yola çıkarak 21’inci yüzyılın tatsız bir Ortaçağ taklitçisi olduğunu anlatıyor iki yazar. Sözünü ettikleri ilk yaşam alanı, nizamiyeli siteler.

Çevrelerinde yüksek duvarlar bulunan ve ancak bir güvenlik kapısından içeri girilebilen, genellikle orta ve üst-orta sınıfların yaşadıkları site yani şehir dediğimiz, oysa fıtratları gereği şehrin olsa olsa zıddı, hatta düşmanı olan, buna rağmen “uygar” ve “seçkin”miş gibi yapan gayet standart ve sıradan yaşam tarzı depoları. Malumunuz, mevcut idare aşağı yukarı 2006 yılından beri şehir diye bildiğimiz her şeye düşman bu manyaklığı başlıca şehir düzeni olarak dayattı hepimize. Aslında Akevler denemesinden itibaren İslamcıların bu nizamiyeli site modeline pek bir rağbet etmeleri pek de tesadüf sayılmaz ve birazdan göreceğiniz üzere mevzunun Ortaçağ’la gayet yakın bir ilişkisi var.

İkincisinin pek çok formuna 20’nci yüzyılın ortalarından beri aşinayız: AlSayyad ve Roy, bizim gecekondu bölgelerinde, bir zamanlar Tarlabaşı, sonra Süleymaniye, derken Kumkapı gibi semtlerde vuku bulan vaziyeti, “Düzenlemeye tabi işgal alanları” diye adlandırmışlar. Şehrin kıyısında ya da yakınında, zayıf bağlarla da olsa bir şekilde şehre entegre ama şehirden bağımsızmış gibi görünen, kendi iç düzenleri ve düzenleyicileri olan, devletin (mesela belediyenin) nüfuz edebilmek için o düzenleyicileri muhatap aldığı alanlar. Gevşek (sıkı değil) ama sert (her düzeyde çeşitli yaptırımlarla güçlendirilmiş) örgütlenmiş yaşam alanları. Ülkelerin yoksullarının, iç göçle gelip büyük şehirlerde hayat kurmaya çalışanların ve kayıtlı-kayıtsız göçmenlerin yaşadıkları alanlar.

Bir de kamplar var. Mültecilerin, kayıt altına alınmayan (alınırsa idarecilerin sorumluluk da üstlenmek zorunda kalacakları) göçmenlerin, bazı durumlarda spesifik etnik grupların (örneğin Romanların) kapatıldıkları alanlar. Müsaadenizle bunlara mega projelerde çalışan işçiler için oluşturulan barakaları, özellikle mevsimlik işçilerin ezelden beri mecbur bırakıldıkları koşulları da ekleyeceğim. Bu türlü kampların aslında ne işe yaradığı, kimilerimizin pandemi esnasında mecbur kaldığı karantinada (evde ya da yolculuktaysa belirlenmiş bir otelde, yurtta vs.) iyice anlaşılmıştır diye umuyorum. Ama sanırım kimse kendine böyle şeyler kondurmak istemez. Kampların başlıca görevi, geriye kalanları, kampta yaşayanlardan “korumak”tır zira. Korunulacak o şeyin ne olduğu çok fark etmez. AlSayyad ve Roy’un sözünü ettikleri Ortaçağ(cıl) devlet kendini, insanları şu ya da bu şekilde birbirlerinden korumak suretiyle var eder. Bugün, yani insan evlatlarının aklına bir kez “sosyal devlet” fikri düştükten sonra artık şöyle kurabiliriz farkı: Yeni Ortaçağ(cıl) devlet, üstlenmekten vazgeçtiği sosyal devlet yükümlülüklerinin yerine her düzeyde güvenlik ihtiyacını koyan devlettir. Dışarda savaş çıkaramadığında, içerdeki çatışmaları körükleyecek ve yurttaşlarına onları birbirlerinden korumayı vaad edecektir. Tanıdık geldi mi? Sanmıyorum… Aaaa, gerçekten mi? Peki öyle olsun.

Küreselleşen dünyanın büyük şehirlerini şehir olmaktan çıkartan bu üç formun ortak bir özelliği var. Her üçü de kendini dünyanın geriye kalanından görünür ya da görünmez duvarlarla ayırır: Nizamiyeli sitelerde gönüllü olarak arkasında yaşanan yüksek duvarlar; düzenlenmiş işgal alanlarında devletin yasası ile “işgalci” hukuk arasındaki sürtüşmeden doğan ve  cisimleşmese de herkesçe kabul edilmiş görünmez duvarlar; üçüncüsünde ise içerden dışarı çıkışı sıkı sıkıya orada yaşamayanların kontrol altında tutmasını sağlayan kaskatı duvarlar söz konusu. Bu üç çeşit duvarın ortak işlevi ise şehir dediğimiz şeyi var eden geçişkenliği, geçilebilirliği kesintiye uğratmaları. Sebep ne? Bu üç türlü ama birbirinde yankılanan ve yansıyan duvarlar insanların şehre, şehrin insanlara kavuşan yollarını niye kesiyorlar? Neyi koruyorlar aslında? Evvela şuna açıklık getireyim: Diyeceksiniz ki, şu son söylediğin kamp şehrin içinde değil genellikle. Bu önemli bir ayrıntı, fakat kampın bir idari pratik olarak varlığı ve bu bilginin şehirlilerce de bilinir olması yeterli. Çünkü artık kamp idarenin her an onları da kapsayabilecek bir tasarrufu olarak hukuk sisteminin içine girmiş, şehri kesen bir ihtimal halini almış olur böylece.

Ortaçağ ölmedi, sitemizde yaşıyor

AlSayyad ve Roy bu duvarların Ortaçağ’daki öncüllerini hatırlatıyorlar. Nizamiyeli sitelerin öncülünü ve yeniden ortaya çıkış sebebini Henri Pirenne’den alıntılıyorlar. Birebir çeviremedim, şöyle özetleyeyim. Şimdi nasıl bir devletin yurttaşları o devletin sınırları içerisinde yurttaş olmayanlardan daha özgür iseler (Pirenne Türkiye’de, turistler serbestçe gezebilsin diye yurttaşların evlerine kapatıldıklarından habersizdi muhtemelen bunu yazdığında, çünkü henüz öyle bir şey olmamıştı), Ortaçağ Avrupa’sının kaleli şehirlerinde de durum öyleydi. Yani bir şehirde yaşayanlar arasında en imtiyazlı olanlar o şehirle yurttaşlığa benzer bir aidiyet bağı olanlardı. Kimi uçuk kaçık, abuk sabuk ekonomistlerin 20’nci yüzyılda belediyeler ya da devlet değil, şirketler tarafından yönetilen böylesi şehirlerin insanlara daha çok özgürlük sağlayacağını iddia ettiklerini hemen ekleyeyim buraya. Bu şehrin düzenini beğenmiyor musun, valizini toplayıp komşu şehre gidebilirsin, gibi alelacayip güzellemeler de yapmışlardı bu şirket-şehir fikrine. Fakat zurnanın zırt dediği yer de bu vaadin şekillendiği mevzu zaten.

‘Bu şehrin düzenini beğenmiyor musun? Beğenebileceğin başka bir şehir belki hemen yanı başındadır. Vakit harcama burada, hemen oraya git.’ “Masum” bir reklam ifadesiymiş gibi görünen bu cümle, nizamiyeli sitelerin önerdiği yaşam düzeninin devletten şirketlere doğru bir tür egemenlik transferi olduğunu bütün açıklığıyla ortaya kor. Devlet, kamuyu düzenleme erkinin bir bölümünü, kimi arazilerin ve üzerinde gönüllü ne demek, üstüne para vererek yaşayanların etrafını duvarlarla çeviren şirketlere devreder. O sınırlar içinde yaşayan insanların da yararlanması gereken kamusal hizmetler o duvarlar aracılığıyla özelleştirilmiş ve bir imtiyaz olarak şirket sahibine devredilmiş olur aynı zamanda. Duvarların ardındaki hayatın düzenlenmesi işinin ürettiği artı değer devlet tarafından kendisiyle o egemenlik ya da özerklik pazarlığını yapacak kadar palazlanmış bulunan şirkete terkedilir. Şimdi bir an gözünüzü kapatıp bunun yurttaşlık açısından ne anlama geldiğini, bu kavramın böylesi bir bağlamda nasıl bir anlam kaybına uğradığını şöyle bir düşünmenizi istirham ediyorum sizden.

Geçişken duvarlar

İkinci mekânımız, düzenlenmiş işgal alanlarıydı ve etrafındaki görünmez duvar devletin hukuk düzeninden bir başka hukuk düzenine geçişin kontrolü üzerine kuruluydu. Yazarlarımızın bu başlık altında bahsettikleri vaziyet tam olarak bizim gecekondu mahallelerinin başına nelerin, nasıl geldiğiyle izah edilebilir. Endüstrileşme hızla devam ederken ne devlet ne yatırımcılar işçilerin barınma ihtiyaçlarını dikkate alır. Bu nedenle şehre göç edişlerinin masrafını da yüklenmiş olan işçiler ve aileleri, kendi konutlarını yaparak yatırımcıları sübvanse ederler (vallahi de olan budur kendinizi işçinin yanı başına koyarak mevzuya baktığınızda). Devletin bu sübvansiyondaki payı, işçilerin fabrika civarındaki kamu arazilerine yaptıkları gecekonduları görmezlikten gelmek şeklindedir. Tabii bu mahalleler şehrin geriye kalanına benzemez. Altyapı yoktur. Hangi gecekonduluyla konuşsanız size mahallenin on yıllar boyunca nasıl bir mahrumiyet içinde yaşadığını hatırlatır. O mahrumiyet halinde ortaklaşmanın da bir hukuku vardır. Zor bir hukuktur. Öte yandan gecekondular ne yıkılır ne de gecekonduluların verdikleri oylardan ve ecr-i misilden vazgeçilir. Bununla birlikte sık sık yıkım dedikodusu dolaştırılır piyasada ki spekülasyon eksik olmasın. Bu yoldaki her dedikodu, böylesi bir ihtimali bertaraf edecek türde seçkinlerin icat edilmesi ya da o seçkinlerin seçkinliklerini sürdürecekleri yeni ağlar oluşturmaları anlamına gelir. Gecekondulunun içinde bulunduğu belirsizlik yalnız gecekondulular arasında yazılı olmayan bir hukuk oluşturmakla kalmaz o hukukun uygulayıcıları ile devlet arasında da bir nevi hukuk oluşur. Çoğu zaman bir asfalt ya da büyücek bir boşlukla görünür hale de gelen duvar hukuk düzeyleri arasındaki geçişi işaretler.

Türkiye’nin büyük şehirlerinde gayet yaygın olan bu görünür/görünmez duvarların, son 20 yıldır kendisi de hızla şirketleşen bir devlet eliyle yukarıda sözünü ettiğim nizamiyeli site duvarlarına tercüme edildiğini düşünüyorum. Gerek inşa süreçleri gerekse sözünü ettiğim bu farklı hukuk düzeylerine geçişin feodal beyleri ya da eski nizam köy ağalarını andıran seçkinlerin ne türlü ilişkilerle ve hangi referanslarla o seçkin konumları kazandıkları göz önünde bulundurulursa Vekil Ersoy’un sözünü ettiği gericiliğin hiç de sözde kalmadığı, gayet somut bir karşılığı olduğu anlaşılır.

Kutuplaşarak kamplaşmak

Nihayet üçüncü mekânsal oluşum, yani kamp: “Mülteci dediğin kampta yaşar kardeşim.” Yukarıdaki iki duvar türüne gayet alışık, o duvarlarda kendi yurttaşlık konumu açısından hiç sakınca görmeyen birinin, “ne diyorum ben, delirdim mi, hem bunu söyleyip hem hâlâ nasıl yurttaş kalırım, kendi ayağıma sıkıyorum böyle” diyememesinde şaşılacak hiçbir şey yok. Acı, insanın kalbini kırıyor, boynunu büküyor, ama yazık ki gerçek bu. Bu yüzden o kampların başka görünümlerinden bahsedeceğim. Kamp denilen mekânın başlıca işlevi, içerdekilerle dışardakilerin dahil oldukları hukuk düzenlerinin bütünüyle farklı ve hatta taban tabana zıt olması. Aslında yukardakilerde de farklı hukuklar söz konusuydu ama birinden diğerine geçiş hâlâ kısmen mümkündü. Her bir duvar kipinde hukuk, içinde bulunulan mekâna göre değişiyor, uygulayıcılar arasında da bu değişim üzerinden gayet akçalı hiyerarşiler kuruluyordu. Burada iyiden iyiye dramatik bir hal alıyor söz konusu farklılık. Çünkü kampın varlık sebebi, dışarıdaki hukuku korumak. Kamp “sakini” dışarıya kurallı da olsa çıkamadığından (bazen duvarlar, bazen mesafe, bazen karşılaşacağı muamele yüzünden) en temel ihtiyaçları için bile olsa başkalarına bağımlılaştırılmış, bir nevi haysiyeti askıya alınmış durumda. Dışarıya çıkamadığı için önüne konulan yiyecekle yetinmek zorunda. Temel yaşam fonksiyonlarını sürdürebilir (elden geldiğince) ve bir de eğer öyle bir angarya durumu varsa kampın efendilerine hizmet edebilir. Cezaevi gibi düşünsek diyorsunuz eminim. Çok önemli bir fark var yalnız. Sözünü ettiğimiz kamp mevsimlik işçiler, mega proje işçileri ya da mülteciler için yapıldıysa suç işlemiş insanlardan bahsetmiyoruz. Bu insanlar oralara kendileri oldukları için kapatılıyor ya da terk ediliyorlar. Geçici bir süre için olduğu söyleniyor pek çok durumda, işçiler söz konusu olduğunda kesinlikle böyle. Ama o geçiciliğin tekrarlanmaya açık olduğu da ortada. Kamp sözcüğü sık sık siyasi kutuplaşmada tarafları adlandırmak için de kullanılıyor. Burada bir kez daha, birkaç cümleyle son derece eksik bir tarifini verdiğim kampı ve işaret ettiği koşulları akılda tutarak ve gözlerinizi kapatarak siyasi tartışma bağlamında kamplardan bahsettiğimizde tam olarak ne dediğimizi düşünmenizi isteyebilir miyim sizden?

Dehşetli bir durum değil mi? Bütün bu yaşam alanı pratikleri üzerine ciltlerce akademik kitaplar, romanlar, çekilmiş filmler var. Fakat günün sonunda, bir arazinin etrafına duvar çevirecek kadar güç biriktirenin, o arazi üzerinde yaşayanları maraba gibi görmesine cevaz veren, bu nedenle onca eşitlik ve özgürlük mücadelesinden sonra geride bıraktığımızı düşündüğümüz kimi örüntüleri alelacayip “ileri” formlarıyla hayatımızın orta yerine taşıyan bir dizi “sıradanlık”tan söz ediyoruz aslında.

Tesadüf değil tevafuk

Diyeceksiniz ki, Vekil Ersoy onu kast etmedi ki, o din diyordu. İnsanların kutsalına laf etti, hakkı yok böyle bir şeye?

Tamam bunu da deyin, ama şöyle sakince bir düşünün bakalım bu formların bu kadar güçlü bir şekilde, yalnız Türkiye’de ya da İslam ülkelerinde değil, Avrupa’nın birçok yerinde, Latin Amerika’da, Afrika’da, işte aklınıza gelen her yerde, ortaya çıkmalarına hep çeşitli türden dindar muhafazakârlıkların eşlik etmesi tesadüf mü? Mü’minlerin malumudur. Tesadüf diye bir şey yoktur. Bütün rastlaşmalar tevafuktur ve tevafuk, iki şeyin birbirine “hoş ve zarif bir şekilde” uygun ve denk gelmesi demektir. Yukarıda sözünü ettiğim duvarların yükselmesi ile dindarlıkların yükselmesi arasında da böylesi bir tevafuk olduğu anlaşılıyor. AlSayyad, daha sonra aynı kavramsal çerçeveyle Arap Baharı’nı anlamaya çalıştığı bir başka makalede şuna dikkat çekiyor:

“Ortaçağ Arap Dünyası’nda, kamu alanının her bir veçhesi fıkıhçıların yaptıkları gerek resmi gerek gayrıresmi sözleşmeler çerçevesinde düzenlenirdi. Dinin çatışma durumunda işe koşulan bir tür arabulucu işlevi görmesi sayesinde, devleti oluşturan farklı kurumlar arasında bir güç dengesi oluşturulabildi.”

Bu iki cümleyi, Türkiye’de mevcut siyasi iktidarın hemen her kuruma Diyanet İşleri memurlarını ve hatta memur alım işlerine de cemaatleri nasıl bir iştahla ve ısrarla soktuğunu düşünerek bir daha okuyun. Mevcut iktidarın dinle yapmaya çalıştığı şey tam olarak bu. Dini, hukukun yerine, kurumlar ve insanlar arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklarda bir arabulucu olarak istihdam etmek. Niye hukukun yerine? Çünkü verili durumda hukuk tarafsız, tam olarak yerine getiremediği bir vaadi var hukukun: Hukuk önünde eşitlik. Din ise fıtratı gereği mü’minlerden yana. Kim o mü’minler ve onların mü’min olduklarına kim karar veriyor verili durumda? İdare. E yani. Manzara açık: İdare basbayağı, dini, kendisine benzemeyi kabul edenleri imtiyazlı kılacak bir alternatif nizam olarak dayatıyor.

Dünyanın her yerinde dinin şehri şekillendiren amillerden biri olduğuna dikkat çekerek devam ediyor AlSayyad. 19’uncu ve 20’nci yüzyılları farklı kılan dinin, zor ya da şerle değil, dindarlar ondan vazgeçtikleri için bu konumunu görece yitirmesiydi, diye de ekliyor. Makaleyi Barrington Moore’un tek tanrılı dinlerin her türlü hoşgörüsüzlüğü (tahammülsüzlüğü demeyi tercih ederim) beslediğine ilişkin argümanına katıldığını, hatta bu argümanın bugün her zamankinden daha geçerli olduğunu, çünkü dindarlığın yükseldiği büyük şehirlerde yalnız farklı dinlerden değil aynı dinden grupların da birbirlerini ortadan kaldırmaya matuf siyasetler izlediklerini hatırlatıyor.

Kim, kime, niye kızıyor?

Sözün kısası Vekil Ersoy haklı. Eksiği var fazlası yok dediklerinin. Burnumuzun dibinde yükseltilen kimisini arzuyla, kimisini esefle izlediğimiz, bazılarını da görmezden geldiğimiz duvarların gericilikle çok yakından bir ilgisi var. Duvarların failleri, gayet ileri teknolojilerle insanlığın en karanlık dönemlerinin suretini çıkartıyor önümüze ve diyorlar ki hayatınız işte bu duvarın dibinde başlar ya da biter. Yok şimdi uzatmayalım mevzuyu Ortaçağ’ın Avrupa’da karanlık olduğu ve “bizim Ortaçağımızın ışıklar içinde uyuduğu” klişesine bulaşarak. Kazanılmış birkaç savaş, sömürgeleştirilmiş kıtalar ve duvar bekçilerinin oturdukları birkaç şaşaalı sarayla aydınlanmıyor çağlar. Müelliflerinin başına türlü işler açmış birkaç cilt kitap da yetmiyor elbette çağı aydınlatmaya. Üzerimizden silindir gibi geçen şu son 20-30 yılda en iyi anladığımız şey galiba ecdadın bu kadar uzak torunlarına bile gün yüzü gösterecek kadar ışık biriktiremediği. Üzgünüm. Hepimiz çok üzgünüz!

Her neyse! O duvarlar özgürlük ve eşitlenme arzularımıza savaş açanların kaleleri. Yazık ki, kitabı 1500 yıl önce indirilmiş dini inanılır olmaktan çıkartan da kimsenin bu dinin lafzını o kale komutanlarının dilinden çekip alacak cesarete sahip olmaması. O dini böylelerinden koruyacak güçte bir sözün söylenememesi. Asıl, ama asıl, o dinin dindarlarının bu minvalde edilmiş sözleri kaale bile almamaları. Pek çoklarının işler şu hale gelene kadar, “gerçek din”le duvar komutanlarının marşları arasında bir fark hatta tezat olduğunu hatırlama gereksinimi duymamış olması da ayrı hikâye.

Tekrar edeceğim ama, Vekil Ersoy haklı. Eksik var fazla yok dediklerinde. Hiçbir düşünce ya da inanış, biri ona “geri” diyor diye geride kalmaz. Özgürlük ve eşitlenme arzusunun karşısına çıkan her şey, adı her ne olursa olsun, ister din ister düşünce, elbette ve her şekilde, geride, arkada, mazide, tarihte, eskide kalmaya mahkûmdur. O şeyi geride kalmaya mahkûm edenler ise vaziyeti görüp hakkıyla tasvir edenler değil, o dinin, düşüncenin özgürlük ve eşitlenme arzusuna karşı savaş açanların elinde cephaneye dönüştürülmesine ses çıkarmayan, çıkaracak sesi olmayan, o kale komutanlarının mendebur marşlarına alkış tutan mü’minlerdir.

Ayşe Çavdar’ın önceki yazıları:

Bekle bekle nereye kadar, bugünü kim örgütleyecek?

Geleceği bir şenlik gibi kurmak

Ne hükümrân kalır ne zulüm ne de kin

Enes’in muhalefeti

Krizde asılı kalmak ya da umut yöntemi

Nedir ki bir üniversite – Cübbeler, postallar ve kilitler

E bu muhalefet daha ne yapsın – Birkaç somut öneri

Ortak bir şeyleri kalmayanların ortaklığı

Hayaller, gerçekler ve vazgeçmeyenler

Krallar, istatistikler ve Mahruze Teyze

İyi haberlerin adresi – Sıkıcı veriler

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.