Muhafazakârlık başlıktaki gerçeğin inkârıyla başlar. Sonsuz bir şimdide, şimdi olduğu şey olarak kalabilmek, geleceğe akıp durmakta olan zamanı olduğu yerde tutabilmek için aklının ve iradesinin ucunu, şimdiden bakıldığında giderek uzaklaşan ve kaçınılmaz olarak kurgusallaşan geçmişe sabitlemeye çalışır. Muhafazakârın hırçın tepkiselliğinin, sonsuza kadar kalacağını ve yalnız kendisine ait olduğu vehmine kapıldığı şimdinin geçiciliğini hatırlatan her şeye karşı korkakça verdiği öfkeli ve kibirli cevabın sebebi de budur. Hiçbir şeyin kalıcı olmadığı hakikati ona kendi ölümlülüğünü hatırlatır. Dumrul’un anasının ve babasının, kendilerinden can isteyen döllerine verdikleri cevabı hatırlayın: “Dünya tatlı, can aziz.”
Bir muhafazakârı çocuğuna rahatlıkla, “seni bu dünyaya ben getirdim, o halde bana borçlusun” derken duyabilmenizin nedeni budur. Hiç de hitama ermez o borç, sanki bir çocuk yalnızca doğmak suretiyle boş bir senede imza atmış gibidir. Hiçbir sakınca yoktur bu cümlede muhafazakâr açısından. Çocuk, “Ama ben istemedim ki bunu, nereden bileydim senin ocağına düştüğümü” dese de boştur. Benzer şekilde istihdam ettiği işçiye hakkını vermez ya da geciktirirken, “işin var işte, daha ne istiyorsun” derken de görebilirsiniz. Bir kadını onu hayatın daracık bir alanına sıkıştırarak “koruduğu”nu iddia edecek denli kördür kendi gerçeğine. Her neredeyse bulunduğu yer, her ne zamanda yaşıyorsa o zaman, o an her neye inanıyorsa o şey, bütün yerlerden, bütün zamanlardan, bütün inançlardan üstündür. Onun yaşadığı zamanı, inandığı şeyi, bulunduğu yeri üstün kılan, ona ait olmasıdır. O kıymetli şey hiç bitmemeli, ondan asla gitmemelidir. O şeyin bitmemesi için ne yapılması gerekiyorsa yapılmalıdır. İflah olmaz bir romantiktir muhafazakâr. Romantizminin nesnesi kendisidir. Muhafazakârı ona güç verdiğini inandığı şeyden şüpheye düşüremezsiniz. Ona güç veren her neyse ona sımsıkı sarılacak ve tekrar edecektir: “Dünya tatlı, can aziz.”
Sürekli öte dünyadan, eski zamanlardan, altın çağlardan bahsetse bile bir muhafazakâr, alabildiğine dünyevidir ve bütün gailesi, içinde bulunduğu şimdiyi bir geniş zamana tevdi etmektir. Çoğu zaman muhafazakârları mü’minlerin inançlarını çitlerken görürsünüz. İnançların etrafını kuşatırken ya da onları çekirdek/çiğdem/çigırt/şemsamer gibi çitlerken. Muhafazakârlarla mü’minlerin ortak noktaları inanç kaslarının gelişkin olmasıdır. Sadece kendilerine inanan muhafazakârlar dışardan bakıldığında mü’minleri kolayca ve acımasızca taklit ederler. Mü’min dediysem ille de bir dine inananları kastetmiyorum. İnsan evlatlarının sınırlı bilgisi dışında kalan sorularını şu ya da bu şeye duydukları inançla cevaplayan ve dünyanın geçiciliğini bu yolla güvenli kılan her türlü mü’minden bahsediyorum.
Öz değil dostlar öz değil bu biçim
Bu muhafazakârlar niye böyle? Neyi muhafaza ediyorlar? Bak dünyanın her yerinde yükseldiler, devlet idarelerini ele geçirdiler. Yıkıp yeniden yapacağız derken cukkaladılar kamuya ait her şeyleri? Bunlar nasıl muhafazakâr? Bu soruların cevapları konusunda kafası karışık olmayanlara zamane muhafazakârı diyoruz.
Yıllardır muhafazakârlığı hem düşünsel kaynakları hem de içinde bulunduğumuz çağla etkileşimi itibariyle didik didik çalışan Fırat Mollaer, Muhafazakârlığın İki Yüzü adlı (Dergâh Yayınları, 2009) kitabında muhafazakârlığın olduğu kadar muhafazakârlık eleştirisinin de içerdiği çelişkileri detaylıca izah ediyor:
“Muhafazakârlık, bireylerin küçük akıl stoğuna karşı, tarihin sınavından geçmiş geleneklerin, ‘çağların ve ulusların sermayesi’ olduğunu, dahası, rasyonalizmin hesapçı aklına göre bilgelik içerdiğini vurgular.” (s.74)
Ancak bu öyle sakin sakin, durduk yerde ortaya çıkan, kökü derinlerde bir “vurgulama” da değildir. Zira “Muhafazakârlığın soy kütüğünü, kurucu akla ve reformcu devrimci toplumsal projelere karşı geliştirilmiş ve günümüze kadar gelen bir dizi itiraz kaplar.” (s. 91).
Mollaer’in bu çalışmasında, beni en çok etkileyen bölüm muhafazakârlığın zamanla nasıl sınandığını anlattığı sayfalar. Konusu itibariyle tam da bu bölüm, bir zamanlar birbirlerine daha mesafeli duran İslamcılık’la ve Kemalizm’in bir şekilde “kavuştuk”ları yere işaret eder:
“‘Tarihsel gecikmişlik’ duygusunun Kemalizm ve İslamcılığın ortak zeminlerinden biri olduğu söylenebilir. Bu duygu, geleceği kurmaya yönelik yoğun bir iyimserlik ve daha da önemlisi derin bir tedirginlikle geliştirilen psikolojik, düşünsel ve kurumsal savunma mekanizmalarında kendini gösterir. Modernliğin kuşatıcı etkisiyle birlikte, çoğu toplumda derece derece hissedilmiş olan bu duygu, genellikle bir zaman çarpılması algısıyla belirir. Tarihsel öznenin kendi çağına, kendi anına denk düşememesi durumu.” (s. 142)
Mollaer’in kitabının kabaca ikinci yarısında incelediği metinler İmparatorluk yıkılır, Cumhuriyet kurulurken kaleme alınanlardır. Öylesi bir felaket ve mahcubiyet veren geçmişin henüz yakın olduğu, güzelleme yapılacak kadar hafızadan silinmediği bir zamanda şimdiye tutunmanın yolu bellidir. Çapayı geleceğe atmak. Muhafazakârlık bu konuda onlarla hemfikir olmayarak ayrışacaktır. Mollaer kaldığı yerden devam etsin:
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
“… Âti çıkınca ortaya mazi silinmeli’ diyerek yadsıdığı, Mustafa Kemal’in ‘köhne zihniyet’ olarak gördüğü, Mehmet Akif’in ‘demir aldık o sizin ananelikten çıktık’ ve ‘geçti mazi denen o devr-i melal/Haydi fethet: Senindir istikbal’ derken olumsuzladığı mazi…” (s.142-3)
Muhafazakârlığın temsilcileri olan Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yahya Kemal’in bu konuda kat’iyen hemfikir olmadıklarını da söyler Mollaer. (s.143) “Maziyle bağların kurulması ve süreklilik fikri” oluşturur onların zaman projelerinin temelini.
Kulların kullara ettiğini
Ama o vakitler geçti. O vakitlerin üzerinden nice siyasi ve sınıfsal çatışmalar, herc-ü mercler geçti. Bu üçünün birbirleri karşısında aldıkları konumlar, birbirleriyle kâh düşmanlıklar kâh dostluklar kurdukları Cumhuriyet macerası boyunca hayli değişti. Örneğin diyebiliriz ki, Kemalizm kendisine yeni bir geçmiş edindi ve şimdiyi o geçmişe tutunarak şekillendirme gayreti ölçüsünde muhafazakârlaştı. İslamcılık, çok heves ettiği devlete ve piyasaya kavuşmasının yarattığı hazla şimdiye yapışarak ve geleceğin gelmesine mani olmak için bir zamanlar terk ettiği geçmişi yeniden yazarak muhafazakârlaştı. Bu dönüşümlerle kapsama sahası genişleyen muhafazakârlık bir de küreselleşme macerası yaşadı: Hem bizatihi küreselleştiren, küreselleşmeye yön veren hem de küreselleşmeye direnen bir tarz-ı siyaset olarak yeniden şekillendi. Dolayısıyla muhafazakârlığın zamansal iç gerilimine bir de mekânsal gerilim eklendi.
Ziya Öniş, yine 2009’da yayınlanan bir makalesinde (Conservative Globalism at the Crossroads: The Justice and Development Party and the Thorny Path to Democratic Consolidation in Turkey, Mediterranean Politics, Vol. 14, No. 1, 21–40, March 2009) yukarıda Mollaer’in çalışmasından aktardığım ayrılık ve kavuşma öykülerinin 2009 itibariyle Türkiye’nin siyasi manzarasını nasıl şekillendirdiğini anlatıyor. Başlıkta da kullandığı “muhafazakâr küreselcilik” kavramının liberal ve muhafazakâr öğelerin alışılmışın dışında bir bileşimine işaret ettiğini söylüyor önce:
“Küresel piyasalarla uyumlulaşma, demokratikleşme reformları ve AB üyeliğine yönelik olumlu bir tutumu ifade eder. (Fakat) aynı zamanda, geleneksel değerlerin savunur ve geleneksel sınıf ayrımlarını ortadan kaldırarak geniş seçmen kesimlerinin muhafazakâr içgüdülerine hitap eder.” (s.22)
Öniş, AKP’nin o dönem rakibi olan partilere karşı en önemli avantajının bu olduğunu kaydediyor ve IMF’e olan borçlarını ödemekte ve dolayısıyla gayet sıkı kurallara tabi bir ekonomi politikası yürütmekte olan AKP’nin 2007 seçimlerindeki “paradoksal” olarak nitelediği başarısının sebeplerini sıralıyor. İlki elbette, 2001 krizinden çıkışı kendi siyasi başarısı olarak gösterebilmesi, bunu da büyük ölçüde IMF paketiyle gelen mali disiplin ve reformlara sadakatle başardıklarını kaydediyor. İkincisinin, serbest piyasa liberalizmine sadakat olduğunu ve bu türlü ekonomiden hasar görecek hanelere yaptığı “yardım”larla popülaritesini artırdığını söylüyor ve bu yardımları seçim dolayısıyla araçsallaştırdığını da ekliyor. Üçüncü sebebin, AKP’nin reformist bir parti görünümü sunması ve AB üyeliği sürecini bir koz olarak kullanması olduğunu söylüyor. Nihayet 2007 başarısının dördüncü sebebinin de etkili bir muhalefetle karşılaşmamak olduğunu hatırlatıyor.
O dönem muhalefetin hangi temeller üzerine kurulduğu yolundaki tespitine şöyle bir bakalım mı?
“Muhalefet (söylemini) siyasetin güvenlikleştirilmesine, bir başka deyişle korku siyasetine dayandırıyordu. Korkunun kaynağı Avrupalılaşma ve reform sürecinin Anayasa’nın temel ilkeleriyle çeliştiği ve ülkenin üniter ve laik yapısını tehdit ettiği idi. Bu nedenle, ana muhalefet partileri kendi misyonlarının dar anlamda bir laiklik ve milli güvenlik temelinde devleti korumak olduğunu düşündüler. Bu radikal tehditler karşısında, ekonomik ve toplumsal meseleler büyük ölçüde ilgisiz/değersiz görüldü. Buna karşılık AKP kendini Türk toplumunun derinliklerinden kopup gelen reform yanlısı bir parti olarak sunmayı başardı. Bu resim, elitist ve reform karşıtı muhalefet partileriyle karşılaştırıldığında daha da cezbedici görünüyordu.” (s.25)
O dönem siyasi muhalefetten bahsettiğimizde kimi kastediyoruz? CHP ve MHP’yi. Öniş o dönem itibariyle bu partilerin “muhafazakâr küreselci” AKP’nin karşısında “savunmacı milliyetçi” bir blok oluşturduklarını söylüyor.
Etmiyor en zalim harı ateşin
Aradan geçen zamanda, çeşitli aşamalarda ve çoğunlukla entegre olduğu küresel piyasalar karşısında mevzi kaybettikçe AKP kendi paradoksunu çözdü. O dönem ona seçim ve itibar kazandıran küreselciliği, seçim kazandırmaya devam etse de itibar kaybettiren bir tür rövanşist neo-emperyalizme dönüştürdü. Muhafazakârlığını, taşıdığı İslamcı mirasla tatlandırarak ürettiği popülizmi canlı tutmak için de çeşitli bahanelerle “reformist” döneminde yaptığı her şeyi geri alıp, yalnız haklar ve özgürlükler değil mali disiplin ve serbest piyasanın gereksinim duyduğu hukuk gibi konularda da işleri tam manasıyla berbat etti.
Bu esnada, o dönem kendisine muhalefet edenlerin laiklik dışındaki tüm söylemlerini de bir güzel kendine uyarladı. Savunmacı milliyetçilikte hepsini geride bıraktığı gibi, o dönem bu nokta-i nazardan kapıştığı MHP’nin bir kanadıyla da karşılıklı vesayet ilişkisi kurdu. Denilebilir ki, tam da en başta tarif etmeye çalıştığım muhafazakâra yakışanı yaptı. Kendi şimdisini korumak için, üstelik tabiri caizse kendi çocuklarından vazgeçmek suretiyle müthiş bir dönüşüm geçirdi yeniden. İhtiyarladı, bir anda eskidi, ama hayatta kaldı ve yerini korudu. Refah Partisi’nden AKP’ye giden yolda kendi pozisyonlarını bir nevi babalarını satarak koruyanlar, 2007 sonrasında (bence 2004’teki Kamu Reformu Yasa Tasarısı denemesinden sonra verdikleri bir kararla) kendilerinden emin adımlarla babalarının toprağına geri döndüler bu defa dostlarını, ortaklarını ve hatta çocuklarını satarak.
Peki bu esnada muhalefet ne yaptı? AKP’ye kaptırdığı savunmacı milliyetçi pozisyonunu yenileyebildi mi? Hayır. Aksine, “siz beceremiyorsunuz, biz daha iyi yaparız, orijinal milliyetçi ve savunmacı biziz” dediler. Ama böylesi bir siyaseti iktidara kaptırmışken, muhalefet mahfilinden tekrar etmek tam manasıyla komik duruma düşmekti. AKP ile işbirliği yapan MHP’den kopan İYİP’le kurduğu ittifak bu konuda kendini yenilemeye zaten niyeti olmayan CHP’ye adeta konfor alanı sağladı. 2019 yerel seçimlerine kadar ciddi mevziler kaybetmeye devam ettiler ve 2019’da yerel yönetimlerde kaydettikleri başarının sebebi ise uzun bir ekonomik gerileme dönemine çoktan girilmiş olmasıydı. Ondan beri, iktidarın hava muhalefetine yenilmesini bekliyorlar.
İktidara kaptırdığı siyasi pozisyonla bir türlü vedalaşamayan ve kendini yenileyemeyen muhalefet, muhalefetin doğru yolda olduğu fikrindeki pek çok gazeteci ve yazar arkadaşımızın dediği üzere ülkenin yüzde 50’sini yönetecek kadar güçlendiyse de (buna kat’iyen katılmıyorum, belediyeler böyle bir iddiada bulunmaya yetmez) kendini yenileyecek, yeni siyaset üretecek bir cesaret bulup çıkartamadı hiçbir yerden. Denilebilir ki, iktidarın şimdisinde asılı kaldı muhalefet de. Kendi zamanını hızla kaçırıyor.
Tek bir şeyden vazgeçti, tek bir konuda taviz verdi bütün bu süreçte: O da laiklik. Türkiye’nin muhafazakâr ve dindar bir ülke olduğu varsayımına yatırım yaparak, yani AKP ile benzeşerek onunla yarışmaya karar verdi. Dedi ki, “AKP’nin yüzde 50’si, benim de yüzde 50’mdir.” AKP’nin dışladığı yüzde 50’yı sistematik olarak dışlamakta uzunca zamandır. Burnumuzu kepazelikten çıkaramamaya başladığımız yer de burası işte. İki muhafazakâr blok birbirleriyle yarış halindeler ve bu onları daha da muhafazakârlaştırmaktan ve muhafazakârlıklarını radikalleştirmekten başka işe yaramıyor. İşin kötü tarafı muhafazakârlık içre bu yarış, muhalefetin sahici ve Türkiye’nin hem toplumsal/siyasal manzarasını yansıtan hem de bütüncül bir siyaset üretmesini engelliyor.
Yüce Tanrı bizleri affetsin
Sahnedeki herkes yerini korumakla meşgul: “Ben böyle düşündüğüm için bu düşünce kıymetlidir“, demenin ötesinde bir şey gelmiyor ellerinden. Ama o yer ve bu düşünce çelişkilerle dolu ve muhafazakârlığın belki de en çok inkâr ettiği özünü ele veriyor. O özü de, James Alexander’dan alıntılayacağım birazdan (The Contradictions of Conservatism, Government and Opposition, Vol. 48, No. 4, pp. 594–615, 2013 doi:10.1017/gov.2013.4). Muhafazakâr teorisyenler genellikle muhafazakârlığın reaksiyoner (tepkisel) bir siyasi pozisyon olmadığını iddia ederler. Hatta pek çoğuna göre muhafazakârlık bir ideoloji bile değildir, çünkü ideoloji olamayacak kadar “gerçekçi”dir. Peki o zaman nedir muhafazakârlık diye sorduğunuz zaman da size neler neler anlatırlar, bir türlü sadede gelinmez. Cidden, nedir konusu muhafazakârlığın tam olarak neyi muhafaza eder?
“Aslında, muhafazakârlık -diğer ideolojilerle ilişkisinde- yalnızca durumsal, tepkisel, imtiyazlı ve atalet (yanlısı) olmakla kalmaz. Boştur. Eğer ilk aşamada muhafazakârlık bir sahip olma ve elde tutma (girişimi) ise, ikinci aşamada o durumun (sahip olduğu şeyi elde tutma durumunun) ve sahip olunan şeyin değişme ihtimaline, o durumu ve şeyi değiştirme girişimlerine itiraz etmektir. (Muhafazakârlık) bir olumsuzlama/inkâr yöntemidir. Bu, muhafazakârlığın neyi muhafaza ettiğini söylemenin (bulmanın) imkânsız olduğu anlamına gelir. Gerçekte, muhafazakârlık her şeyi koruyabilir.” (s.603).
Son cümleyi, gerçekte muhafazakârlık hiçbir şeyi korumamaktır, şeklinde söyleyebiliriz belki. Kendini, pozisyonunu korumak ve olabildiğince az kayıpla o yerde durmak. Mevzuya bir de tersten bakalım. Bir muhafazakârı neyi koruduğu sorusuyla teşhis edemiyorsak, belki neden vazgeçtiği sorusuyla teşhis edebiliriz. Zorda kaldığında, taviz vermek mecburiyeti baş gösterdiğinde, elindeki bir şeyi korumak için vazgeçtiği şeye. Geçen haftaya bakalım mı bu açıdan?
Bu sorudan sonra olayları özetlemiş ve şu yangında ilk vazgeçilenin laiklik olması, şimdi muhalefette bulunanların evvelki laiklik vurguları ve genel olarak laiklikten ne anladıkları hakkında ne söylüyor diye sormuştum kendi kendime. Olay özetine gerek kalmadı. Yazıyı bitirmek üzereyken ana muhalefet partisi ve Millet İttifakı lideri Kemal Kılıçdaroğlu, devlet başkanının bir caminin içinde yaptığı bir konuşmada “dilini koparmak”tan bahsettiği Sezen Aksu ve kullandığı bir atasözü dolayısıyla tutuklanan Sedef Kabaş’la ilgili olarak, bu iki değerli kadının da adlarını anmadığı kısa bir twitter paylaşımında bulundu. Provokasyonlara gelmeyeceklerini, yollarında yürüyeceklerini ifade etti. Savunma pozisyonundaydı bir kez daha güya ve hiç de sahici olmadığı hemen anlaşılan bir tür “dalgacılık”la. Neyi savunduğunu bilmiyoruz. Yolun nereye çıktığını da. Şu kadarcık bir şey var elimizde: O yoldaki yerini savunabilmek ve o yerde kalabilmek için neden vazgeçtiğini iyice biliyoruz artık. Anayasanın temel ilkelerinden biri olan laikliği, yani devletin, insanların arzu ettikleri gibi inanma ve yaşama özgürlüğünü teminat altına aldığı hukuk ilkesini ve düzenini bir provokasyon malzemesinden ibaret görmekte kararlı olduğunu gösterdi. Tıpkı sokağın siyasetlerinde bir mevzi olmadığını söylediği gibi, düşünce ve ifade özgürlüğünden de vazgeçti. Devleti, bunlardan geriye kalan şeylerin bir toplamı olarak gördüğünü ifade etmiş oldu. O geriye kalan şeylerin nasıl işleyeceğine ilişkin kendisini mevcut iktidardan farklılaştıracak bir önermesi de bulunmuyor. Şu durumda ve bu “tedbir” düzeyinde muhalefet, bir gün ele geçirmeyi hayal ettiği iktidarı koruyor, henüz elinde olmayan bir şeyi. Buradan yola çıkarak, bu türlü siyaseti muhalefet diye yapanların da iktidardakilerin gittikleri yere gideceklerini, belki miyadlarının onlarla eş zamanlı dolacağını söylemek mümkün.
*Okura not: İngilizce makalelerden çevirileri hızlıca yaptım, sürç-i lisan var ise benimdir.
Ayşe Çavdar’ın önceki yazıları:
Krizde asılı kalmak ya da umut yöntemi
Nedir ki bir üniversite – Cübbeler, postallar ve kilitler
E bu muhalefet daha ne yapsın – Birkaç somut öneri
Ortak bir şeyleri kalmayanların ortaklığı
Hayaller, gerçekler ve vazgeçmeyenler