Size tuhaf bir şey söyleyeceğim. Azıcık çekiniyorum ama bugün yazmak istediğim konuya daha uygun bir giriş de bulamadım. Bunca senedir Türkiye dışında yaşıyorum, daha evvelinden de iş icabı biraz dolandım ortalarda. Nereye gidersem gideyim, özellikle kamusal mekânlarda karşılaştığım insanlardan dikkatimi çekenlerin Türkiyeli olup olmadığını çoğunlukla gözlerinden anlıyorum. Şimdi bu Türkiyeli lafına kurulanlar olacak. Keşke Türk sözcüğünü en çok da o sözcüğün -çülüğünü yapanlar bunca gölgelememiş olaydı da gönül rahatlığıyla bir yurttaşlık bağının ifadesi olarak kullanabilseydik. O günleri de görürüz inşallah. Türk’ün, kendi -çülerinden azat edileceği günler de gelir. Neyse, bugünün mevzusu bu değil. Şöyle diyeyim aralar bozulmasın: Kendimce oynadığım, kalabalık içinde hem etnik Türkleri ve hem de Türkiye Cumhuriyeti devletine yurttaşlık bağıyla bağlı hemşehrilerimi gözlerine bakarak tanıma oyununda yüzde 50’nin hayli üzerinde bir isabet kaydediyorum. Tamamında demeyeyim çünkü bir dolu durumda hipotezimi doğrulatacak cesareti bulamıyorum kendimde. Fakat tabii ki bu oyundaki fevkaladenin fevkinde manasız başarımın sebebi göz renkleri değil. Malum-u aliniz, bizim memlekette her renk ve evsafta göz bulunur. Nesebi şenlikli olmayanımız yoktur. Dolayısıyla göz renginden yola çıkarak böyle bir tahminde bulunulamaz. Ben de düşündüm uzun uzun. Abdal değilim ki malum olsun; nedir bu rengârenk gözleri birbirini andırır kılan?
Derken anlamaya başladım. O peşine düştüğüm benzerlik gözlerde değil bakışlarda. Özellikle öylesine durulan, ne bileyim postanede sıra beklenen, metroda oturur halde boşluğa bakılan hallerde bütün yüze değil, gözlere yerleşen bir ifade var. Gençlerde, orta yaşlılarda, ihtiyarlarda pek çok göze yerleşmiş bir ifadeden bahsediyorum. Çocuklarda rastlamadım pek, demek ki sonradan öğreniyoruz öyle bakmayı. Kendimi de ayırmıyorum. Ben habersizken çekilen fotoğraflarda aynı ifadeyi yakaladım. Hem kendimde, hem aşağı yukarı bütün arkadaşlarımda, tanışlarımda aynı bakış ifadesi var. Bu oyunu yıllar önce icat etmiştim ve tabii ki sağlamasını memlekette yaptım. Yani diasporaya özgü bir vatan hasretinin ifadesi değil sözünü ettiğim. Dışarda ayırdına vardıkça memlekette ne kadar yaygın ve her türlü kimliği aşan bir müştereğimiz olduğunu fark ettim o bakış ifadesinin. Bunca yıldır düşünüyorum, o ifadeye tam bir ad koyamadım. Daha doğrusu koyduğum adları konduramadım, gönlüm el vermedi. Belki tarif edebilirim biraz.
Telaşlı, her an kötü bir şey olacakmış ve nasılsa o şeyi durdurmaya gücümüz yetmeyecekmiş gibi bir ifade. Enseye şamar beklermiş gibi ama kendini korumak için başını omuzlarının arasına sıkıştırmayı da gurur meselesi yapmış bir taraftan. Konuşurken, birini dinlerken ya da bir iş yaparken değil. O anlarda bakış ifadeden ifadeye koşuyor, çeşitliyor kendini. Sözünü ettiğim spesifik bir hal. Öylece boşluğa bakarken, en çok da sıranın kendisine gelmesini, yolun bitmesini beklerken. Biri, müdahil olarak değiştiremeyeceği bir durumda kaldığında etrafa ya da boşluğa öylece bakarken gözlerine yerleşen bir ifadeden bahsediyorum. Nasıl mı test ediyorum? Çok kolay. Ansızın Türkçe konuşmaya başlıyorum bakışlarını gözlemlediğim kişiyle. Türkçe cevap verdiğinde vaziyet anlaşılmış ve benim manasız başarı haneme bir puan daha eklenmiş oluyor. Ne dediğimi anlamıyorsa, “sorry” deyip geçiyorum. Sahiden de üzülüyorum ama isabet ettiremedim diye değil. “Deli mi bu?” diye düşünmüştür şimdi bu adam ya da kadın diye de değil. Öyle düşünsün. Ne zararı var? Ama sözünü ettiğim bakış ifadesinin başka memleketlerde de geçerli olduğunu bilmek hiç de içimi rahatlatmıyor. Fakat dediğim gibi, nadiren, genellikle de gözlemlemek için yeterince vaktim olmadığı durumlarda yanılıyorum. Neyse saçma sapan bir oyun işte. İsabet kaydetsem de kaydetmesem de her oynadığımda içime keder yerleştiren bir oyun.
Şamar siyaseti
Şimdi işte memleket siyasetine bakınca da aynı ifadeyi görüyorum. Muhalefet boşluğa bakıyor öylece beklemekte olan biri gibi. Geçmişte yediği şamarların hatırası ensesinde yer etmiş. Yalnız kendi yediği şamarların hatırası yok tabii o ensede. Haksızlık etmeyelim. Başka enselere atılmış başka şamarların, hatta bizatihi kendi attığı şamarların hatıraları da ağırlık yapıyor omuz arasında. Kuyruğu da dik tutmaya çalışıyor bir yandan. Çok başlı muhalefetimizin bir başka derdi de, herkesin yalnız iktidardan değil birbirinden de şamar beklentisi içinde olması.
Hal böyle olunca, ahali bütün ferasetiyle muhalefete baktığında hem ensesine şamar yemekten serseme dönmüş boş bakışları görüyor hem halkın ensesine şamar atmak için sırasını beklemekte olan ve giderek birbirine benzemeye başlayan bir takım insanları. Çünkü iktidarda olmayı yediği şamardan fazlasını atmak olarak bellemiş ekiplerle çürüttü her bir kuşak kendi ömrünü. Bu tecrübe, bu örüntü kuşaklar boyunca aktarıldı da aktarıldı. En kıymetli bir hazineymiş gibi. Hiç ellenmeden, açıp içinde ne olduğuna pek bakmadan. Hani vardır ya anlatılır, çöpte bulunduğu herhangi bir kitabı, Arap alfabesi okumayı bilmediği için Kur’an zannedip evinin baş köşesine koyan adam gibi. Klişe öyküdür. Bir kez de ben denk geldim. Kitabın adı “Kudurtan Geceler”di. Ecdadın o mübarek alfabeyi kullanarak bastığı erotik bir romancık. Açıp içine baksa resimleri de görürdü, belli ki bakmamış. Muhtemelen Batılı bir romandan alınıp yerelleştirilmiş bir hikâye. Okumadım tabii, tahmin ediyorum sadece. Tam burada gülünecek, biliyorum.
Bir dizi vardı hani, hepimiz aşağı yukarı aynı anda izlemiş, birkaç hafta neredeyse başka hiçbir şey konuşmamıştık. Türkçe adı “Bir Başkadır”dı ve fakat İngilizce’sine Ethos demişti yapımcılar. Güzel işti doğrusu. İçimizi açmamış ama dilimizi çözmüştü. Ne çok açıdan konuşmuştuk anlattığı hikâyeyi. Dizinin baş kahramanı olan zekâ küpü kızın gözünde de vardı o bakış. Ne iyi oyunculuktu o öyle. Kapılıp gitmiştik omuzlarına, başına, yüzündeki çizgilere nakşettiği karaktere. Öykü Karayel nasıl da bulup çıkarmıştı o bakışı? Aklımı almıştı kadın o bakışla. O zaman bu saçma ve gereksiz oyunumdan bahsetme cesaretim yoktu. Ama o bakışlardaki ifadeyle dizi adı olarak seçilen Ethos tam olarak örtüşüyordu işte. Çok acayipti.
Hayattan beklenti
E peki ne görür bir insan bu tedirginlikle baktığı dünyada? Ne görebilir?
Antropoloji’nin 20’inci yüzyıldaki en büyük ustalarından biri olan Clifford Geertz, ethos’la dünya görüşü arasındaki farkı ve ilişkiyi şöyle tarif ediyor:
“…verili bir kültürün yargıları ifade eden ahlaki (ve estetik) yönleri ethos terimiyle özetlenirken, bilişsel, varoluşsal yönleri de ‘dünya görüşü’ başlığı altında incelenir. Bir halkın ethos’u müşterek hayatın niteliği, tonu, karakteri, ahlaki ve estetik tarzı ve haleti ruhiyesidir. Ethos o halkın kendine ve dünyaya yönelik tutumunun ifadesidir. Dünya görüşü ise nesneleri ve olguları nasıl gördüklerini, doğa, benlik ve toplum kavrayışlarını ifade eder.” (1)
Kasada ya da postanede sırasını beklerken, otobüste ya da metroda herkesle birlikte yol alırken ensesine her an şamar yiyecekmiş gibi hisseden, ethos’u muhtemelen en yakınındaki otorite sahibinden beklenmedik anda gelebilecek haince bir şiddete ayarlı bir toplum dünyayı nasıl görür? Böylesi bir ethos’un içerdiği endişeyi ancak kendisinden güçlü olana “eyvallah” derken, bulabildiği ilk zayıfın ensesine şamarı indirerek gücünü denemek suretiyle gidereceği zehabına kapılmış insanlardan mürekkep bir toplumun dünyasında hangi nesneler nasıl yan yana gelir ve yan yana geldiklerinde ne ifade ederler?
Bugün iktidarda bulunan iki partili koalisyon bu ethos’u manipüle ederek koruyor yerini senelerdir. Bu toplum tanımı gereği muhafazakârdır dedikleri şey tam olarak bu. Yargı’nın 24’üncü bölümünde aynı şeyi ailesine duyduğu sevgiyle çürümenin eşiğinde dolaşan Ceylin söyledi: “İnsana bildiği cehennem, bilmediği cennetten iyi gelir.”
Endişeyi, korkuyu bizzat ürettiği şiddetle ve açıkça dile getirmekten hiç çekinmediği, bilakis kendini ancak bu yolla güçlü hissettiği aşağılamayla ifade ediyor iktidar. “Rahat olun,” diyor mesela, “Türk lirası olabilecek en düşük değerinde, daha da düşmez! Talep yüksek olduğu için enflasyon var. Başınızda benim gibi ceberrut bir iktidar yoksa özünüzü yitirir, başka bir şey olursunuz.”
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ne peki o öz?
Ensedeki şamar izi!
Göktaşı duası
İnce yerleriyle oynuyor toplumun. Küçük çatlakları büyük yarıklara dönüştürüyor. Hilekârlığı, sahtekârlığı, adaletsizliği övünülecek, zekice siyasi hamleler olarak etiketliyor. Ama bu iktidar gücünü bu rezilliklerden almıyor. En güçlü yanı rakiplerinin enselerindeki şamarın izinden başka hiçbir konuda tek bir ortak hissiyata sahip olmaması. Onlar da kendi ethos’larını korumanın peşindeler. Pozisyonlarını değiştirmek istemiyorlar. Bunca başarısızlığa rağmen kendileri kalarak iktidar olmak hevesindeler. Kimsenin kendinden en ufak bir şüphesi yok. İlk özeleştiriyi olup bitenlerde en az payı olandan beklemeleri de bu yüzden. Hey yavrum hey! Güçlerini böyle deniyorlar birbirlerinin enselerinde.
Her biri, yukarıda tarif ettiğim ethos’un ortaya çıkarttığı mükemmel otoritenin tam da bu iktidarın cisimleştirdiği versiyon olduğunu tabii ki düşünmüyor ama iliklerinde hissediyorlar. Bu nedenle o ethos’a yatırım yapmaktan, ellerinde avuçlarında kalmış siyasi sermayeyi o ethos’u sürdürmek üzere harcamaktan alamıyorlar kendilerini. Sürekli olarak bize “ya bir de bu toplumun, milletin gerçekleri var” dedikleri o. Biz de buna karşılık “malzeme bu ne yapalım” deyip önerebildiklerine razı olacağız. Hesap bu yani. Ortaya çıkardıkları mükemmele metinlerle siyasi davranışları arasındaki engin mesafede yapıyorlar bu hesabı.
Kendilerine de aynı gözle baktıklarını apaçık görmesek kalp kırıcı ve incitici olurdu bu tutum. Neyse ki onlar da sözünü ettiğim bu ethos’un temsilcileri ve başka türlüsünü mümkün kılan bir dünya görüşleri de yok. Yani kendileri nasılsa, toplumu da öyle biliyorlar. Bir daha söyleyeyim. Toplumu kendileri gibi sanıyorlar.
Ne yani? Hal böyle diye içimizi karartıp köşemize mi oturalım? Enseye bir şamar daha yememenin en kestirme yolu ortalarda görünmemek. Bu toplumdan bir şey olmaz, uzasak da kısalsak da ahan da bundan ibaretiz deyip ucundan kıyısından bir şeyler yapmaya çalışanlara da bıyık altından gülelim mi üstüne bir de? O nihilist sırıtış da bir enseye şamar formudur, hem bayağı kuvvetlidir o şamar, sersemletmese de irkiltir hafif bir tiksinti izi bırakarak midede. Güçlü hissederiz kendimizi. Ay hayır, hiç sevmedim bu seçeneği, uzak olsun. Daha iyisi var aklımda. Hadi hep beraber göktaşı duasına çıkalım.
Yok olmaz! Öyle yapılmaz. Hayat yenilenmek ister. Şu içinden geçtiğimiz derin kriz hali -ne krizi düpedüz ağır bir buhran yaşıyoruz- güçlü bir değişim iradesini de zorunlu kılıyor. İktidarların, değerli bir ecdat mirasıymış gibi sakladıkları o sümüklü mendili alıp kenara atmak hatta yakmak gerektiğini iyice belledik artık. Az kaldı. Anlaşılan senelerdir endamlarından sıkılalım diye ellerinden geleni yapan siyasi aktörler beceremeyecek o hayati değişimi. Biz yine de uğraşacağız kendileriyle ve kim bilir bakmayı ihmal ettiğimiz hangi köşeden çıkacak geleceğin kurucuları.
(1) Ethos, World-View and the Analysis of Sacred Symbols, The Antioch Review, Winter, 1957, Vol.17, 421-437.
Kapak fotoğrafı AFP foto muhabiri Adem Altan’a aittir.