Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Öner Günçavdı yazdı: Büyük fırtınaya doğru

Bu hafta bugünün ötesinde ülke gündemini hâkim alacak bir sorun üzerinde durmak istiyordum. Ülkenin miyop gündeminde uzun vadeli düşünme alışkanlığı olmayınca, gelecekte görünür olacak bir konuyu bugünden gündeme getirmekte tereddüt ettim. Ancak ana muhalefet partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun evinin elektriğinin kesilmesi bu yazıyı yazmamı gerekli kıldı.

Türkiye çok ciddi bir iktisadi sorunlar yumağına doğru yol alıyor. Ekonomi hala koronavirüs salgınının etkilerinden kurtulabilmiş değil. İktidarın salgının ekonomik etkilerini kendince görünmez kılmaya çalışması, ülkede artan gelir eşitsizlikleri ve yoksulluktaki artışları gizlemeye yetmiyor artık. Bugüne kadar bu sorunlarla kendine göre baş etmeye çalışan iktidarın artık bu böyle bir mücadele yapabilme gücü de kalmadı. Açık bir denizde kendi haline dalgalanan bir nesne gibi kontrolsüz bir şekilde kendine gidecek bir mecra arıyor.

Öngörü kabiliyetini yitirmiş siyasilere kendilerinin yarattığı bir “sanal” gerçeğe inanarak, o gerçekliği yaşamaya başlamışlar. Hayatla bağları kopmuş, empati duygularını yitirmiş bir şekilde, bir sonraki seçimin hesaplarını yapmaya başlamışlar. İşte tam bu noktada, 2017’de “Adalet Yürüyüşü”nde olduğu gibi, biraz da iktidarın yaptığı iletişim hatalarının bir sonucu olarak, ana muhalefet partisinin başkanının evinin elektrikleri kesiliverdi.

Kılıçdaroğlu, iktidarın yılbaşında izin verdiği elektrik fiyatlarındaki fahiş artışı protesto etmek için kendi evinin elektrik faturasını ödemeyeceğini açıklamış ve ödememişti. Yasal olarak beklenen iki aylık süreden sonra ilgili dağıtım şirketi evin elektriğini kesti. Kılıçdaroğlu da bu durumu ülkede elektrik faturalarını ödeyemeyen ve yoksulluk içinde olan bir kesim sorunlarını dile getirebilmek için kullanmasını bildi. Yaptığı mütevazı bir internet yayınıyla daha geniş kitlelerin dikkatini konuya çekmesini bildi.

O sadece ülkede faturasını ödemekte sıkıntıya düşen dört milyon abonenin sorununu görünür yapmadı. Ayrıca iktidarın yaptığı bu hatadan yararlanarak, ona yoksul kesimlerle bir iletişim kanalı açabilme imkânı buldu. Bir aile olarak sıradanlığını, onlar gibi biri olduğunu kamuoyu ile paylaşabildi. Mevcut iktisadi sistemin ve uygulamaların içinde, insanların nasıl yoksul kalabildiklerini kamuoyunun sormasına vesile oldu. İktidarın çok uzun zamandır savunmaya çalıştığı, yirmi yıllık döneminde nasıl zenginlik ve refah ürettiği yönündeki tezinin karşısına artan yoksul sayılarıyla çıkabildi. Zira zenginler ve üretilen zenginlikler bu iktidarın bir başarısı ise, aynı dönemde meydana gelen yoksulluk ve yoksullar da yine aynı siyasi iktidarın başarısızlıklarıdır.

Bir de bunun üstüne AKP’li Gaziantep Belediyesi’nin yoksullara yardım maksadıyla başlattığı gıda kuponu uygulaması ve bunun yarattığı izdihamlar eklenince, yoksulluğun her kesimden insanların ortak sorunu olduğu görüldü. Korkarım bu sorun geçmişte olduğu gibi, çok kolay kontrol altına alınabilecek bir sorun olmaktan çıkmak üzere.

Neden böyle düşünüyorum?

Böyle düşünmemin sebebi, İTÜ İşletme Fakültesi’nden meslektaşım Ayşe Aylin Bayar ile bu günlerde yazmayı bitirdiğimiz bir araştırmanın bize gösterdikleri. Bu araştırma, hocalarım Asaf Savaş Akat ve Seyfettin Gürsel’in derledikleri bir kitap için yazdığımız bölüm içinde yayımlanacak. Kitap, Türkiye ekonomisinin son yirmi yılındaki ekonomik politikalarının değerlendirmeleri üzerine. Şimdiden söylemem gerekirse, kitaba bölüm yazanlar arasında ülkemizin ve dünyanın önemli isimleri var.

Bizim çalışmamız Türkiye ekonomisinin son yirmi yılda geçirdiği yapısal dönüşüm ile gelir dağılımı ilişkisi üzerine. Malum olduğu üzere çok elverişli uluslararası konjonktürde, kabaca bir trilyon dolara yakın bir mali kaynak bu dönemde kullanılmıştır. Bu kolay erişilebilir ve ucuz mali kaynak ise, ekonomide daha çok hizmet, ticaret, inşaat gibi dış ticareti olmayan ve ülkeye döviz kazandırma kapasitesi düşük iktisadi faaliyetlerin gelişmesi için harcanmıştır. Her ne kadar döviz kazandırma kapasitesi çok düşük olsa da ülke ekonomisinin mevcut durumunda, bu sektörlerin istihdam yaratma kapasitesi çok yüksektir. Bu özelliği nedeniyle siyasiler bu sektörlerin gelişmesine ve bu şekilde daha fazla insana istihdam imkânı sağlamasını isterler. Yirmi yıldır AKP iktidarının yaptığı da bu aslında. Bu ucuz mali kaynaklardan yararlanarak, en azından yoksulluğun ve gelir dağılımı adaletsizliklerinin görünürlüğünü bu sektörlerdeki iş hacmini arttırarak engellendi.

İktidarının ilk dönemini olan 2002-2008 arasındaki ekonomik icraatları gelir eşitsizliğinde çok ciddi iyileşmeleri beraberinde getirdi. Ama sonraki dönemlerde, ekonomi rekor seviyelerde büyüse de, bu konuda daha fazla ilerleme sağlanamadı. Beraberinde “büyümenin kalitesi” ve/veya “orta gelir tuzağı” gibi tartışmalar kamuoyu gündemine geldi. Ama hiçbir zaman ülkemizdeki yoksulluk ve gelir adaletsizliğinin durumu kamuoyunda çok fazla dile getirilmedi; görünür olmadı. Zira ekonomi büyüyor, hala refah üretebiliyordu. En azından bazıları için…

Ancak bu mutlu günlerin temel özelliği, ülkenin döviz cinsinden kaynak elde edebilecek borçlanma kanalının hala işlevsel olmasıydı. Zira ekonomide uygulanan politikaların kaçınılmaz sonucu olan yoksulluk ve eşitsizliklerin görünmemesi için iktidar çok da fazla gayret sarf etmeden, döviz kaynak bulabiliyordu. O yıllarda iktidar bu imkânı kullanarak yoksulluk sorununa kalıcı çözüm geliştirmek yerine, o sorunu görünmez kılacak, geçici uygulamaları tercih etti. Aslında bu da yirmi yıllık AKP iktidarının temel karakterini oluşturdu. Sorunları çözmeden, birikmesini sağlamak…

AKP’nin o ilk dönemlerinde en çok yaralandığı ise Türk Lirası’nın değer kazanmasıydı. TL, yerliler ve yabancılar tarafından talep edilen bir para birimiydi. Hızla düşen enflasyon ve faiz, istikrarlı seyreden döviz kurları ve o dönemde ülkeye giren yabancı kaynağın oluşturduğu TL talebi, ister istemez paramızın değer kazanmasına yol açtı. Nispi fiyat düzeyi bozuldu.

Yerel düzeyde ihtiyaçlarımızı gidermeye yönelik üretilen, ülkeye döviz kazandırma kabiliyeti olmayan hizmet-ticaret-ve-inşaat gibi iktisadi faaliyetlerin cazibesi arttı. Piyasa mekanizması dışarıdan elde edilen kaynakların bu sektörlere doğru yönelmesiyle teşvik edildi. İktidar ise, bunu engelleyecek bir politika izlemekten bilinçli olarak kaçındı. Zira sonuçlarından herkes memnundu.

Ancak şimdi durum değişti. O mutlu günler yok artık. Yabancı kaynak ne kolay erişilebilir ne de ucuz. Ülkenin kendi imkânlarıyla döviz kazanması gerekiyor. Bu da ihracatla ve üretimle mümkün ancak. Peki, ihracat nasıl yapılır? Öncelikle ülke içindeki kaynakları ihracatçı sektörlere doğru yönlendirmekle. Tabii bu da ülke içindeki nispi fiyatları değiştirmek ve ihracata yönelik faaliyetlerin cazibesini arttırmakla mümkün. Bunu yapmak kaynakların hizmet, ticaret ve inşaattan, ihracatçı sektörlere doğru yönlendirilmesi anlamına gelecektir.

Dışarıdan borçlanma kanallarının tıkandığı bir durumda, Türkiye’nin bundan başka çaresi yoktur. Nispi fiyatların bu şekilde değişmesi TL’nin sürekli değer kazanması anlamına gelir. Bu da bugüne kadar AKP iktidarının yoksulluk ve gelir eşitsizliği gibi sorunları görünmez kıldığı hizmet-ticaret-ve-inşaat gibi sektörlerin eskisi gibi araçsallaştırılamayacağı anlamına gelir. Böyle bir durumda, ilgili sektörlerin azalan cazibesi, kaynakların sanayiye kaymasını zaruri kılar. Ama daha önce hizmet, ticaret, inşaat sektörlerinde istihdam edilenlerin, ihracatçı sektörlerde istihdam edilebilmesi hiç de kolay değildir.

Sıkıntının başladığı yer de burasıdır. Zira ülkenin döviz ihtiyacı acildir. Her gün mevzuatta değişiklik yapılarak, ihracat gelirlerine yönelik yeni uygulamalar yürürlüğe konulmaktadır. Hâlihazırda ihracat gelirlerinin yüzde 40’ının TCMB’ye satışı zaruri hale getirilmiştir. TCMB’nin eksi olan rezerv pozisyonunda olması ve döviz piyasasına fiyatlarda istikrar sağlamak için müdahale etme ihtiyacının devam etmesi, ülkenin döviz açığını daha da görünür hale getirmektedir. Buna bir de bir türlü engellenemeyen cari açıklar da eklenince iktidar için başka seçenek kalmıyor. Bunlar belki başka yazıların konusu olur ileride. Ama bizim bu yazıda ele aldığımız konu itibariyle bu durum son derece önemli.

Önemli çünkü ülkenin bugün içine düştüğü döviz darboğazı devam ettikçe, ülke içindeki nispi fiyatların o eksi büyüme dönemlerinde olduğu gibi, hizmet-ticaret-ve-inşaat lehine dönüşmesi bir hayalden öte gidemez. Bu realiteye direnenler çıkabilir. Ama bunun olumlu bir sonuç vermesi, en azından mevcut şartlarda mümkün değildir. Dolayısıyla malum sektörlerden kaynaklanan bir yoksulluk dalgasına hazırlıklı olmak gerekir. Bu belki bugün yeteri kadar görünür değil. Ama iktisadi sağduyumuz göstermektedir ki böyle bir kaçınılmaz durum gelmektedir ve kanımca bu da çok uzun bir gelecekte olmayacaktır. Kılıçdaroğlu’nun bu çabasını bir de bu açıdan değerlendirmekte yarar vardır.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.