Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Akşamın olduğu yerde güneşi bekleyen müşterek öküzümüz

“Kelimelerle değil, küçük taşlarla düşünürüm. Onlar da gelip boğazıma dizilir. Çanları hayvanların mezabahaya vardığını duyurmak için çalıyorlar. Güneş batmayı reddediyor. Kıtaların bizatihi can havliyle malûl büyük hayvanlar, terk edilmişliklerini hisseden çocuklar olup olmadıklarını merak ediyoruz. Madde hem başlangıç hem bitiştir. Ruh, nesnelerin yüzeyine yükselen terdir, işitilmeye sanıldığından daha çok ayarlı ve ölü(beden)den daha yeniktir. Ve ruh, kimi zaman, bulutların arasında yüzer kimi zaman da karşımızda oturur; biz onu bir yabancı zannederek aldanırız. Korku dört ayak üzerinde gelse de, kurbanını düşürmek suretiyle dikelerek gider.”

Etel Adnan, Premonition, 24

Geldi bahar ayları, gevşedi gönül yayları. Okumam ve yazmam gereken her şeyden alabildiğine uzaklaştığım, canımın istediğini okuduğum ve klavyeden mümkün olduğunca uzak durduğum üç gün geçirdim. Canımın istediğini okumak da tabii, ergenlikte gönlümü çalsa da artık hiç sevmediğimi her fırsatta söylediğim şiire denk geliyor. Maksat değişiklik olsun. Çok şairim yok, şiirden anladığım da söylenemez. Şair tanışım da yok. Bir düşüneyim, var aslında… Kendilerine bu vesileyle selam ederim. Bu arada kendisine yönelik huysuz tavrımın şiiri zerre-i miktar ırgalamadığından eminim. O yüzden içim rahat. “Amaaaan çok da fifi” dediğini duyar gibiyim. Haklı.

Çok seneler önce İranlı bir arkadaşım Hafız-ı Şirazi Divanı’ndan fal bakmayı öğretmişti. O zamandan beri elimin altında Divan’ın bir kopyası mutlaka bulunur. Ayda yılda bir gözlerimi kapatır bir sayfa açar ve halimi okurum. Hafız’ın boş laf ettiği olmadı şimdiye kadar. Bugün de niyetlendim. Aslında her zamankinden önce yapmam gereken yazı yazma işini ertelemek için bahane arıyordum. Hadi Divan’a bir bakayım dedim. Başlayınca bir kerede bırakmayacak, en az bir saat oyalanacaktım. Ohhh misssss! Fakat kitaplıkta bulamadım Divan’ı. Muhtemelen taşındıktan sonra ısrarla açmadığım iki kutudan birindedir. Onları açma işini ertelememin sebebi de kitaplıkta yer kalmaması. Ortalıkta yeniden kitap yığınları görmek de, yeni bir kitaplık almak da istemiyorum. Neyse…

Misafir ya da rehine

Dedim başka şair mi yok? Varlığını bir başka arkadaşımdan öğrendiğim Etel Adnan’ın mini minnacık Premonition’ına attım elimi. Divan kadar cüsseli olmayan bu minicik kitabın ağırlığını, bazı zamanlarda kendisini görmesek de göğsümüze oturduğundan hiç şüphe etmediğimiz o müşterek öküzümüzün ağırlığıyla karşılaştırabiliriz. Premonition o demek zaten, hiss-i kablel vuku, bir şeyi, bilhassa kötü bir şeyi henüz vuku bulmadan hissetmek. Elim niye Etel Adnan’ın yan yana duran kitapları arasında ona gitti bilmiyorum. Aslında gözdem There (Ora/da) kitabıdır. Neyse, aldım kitabı raftan. Gözlerimi kapattım ve Etel bana küçücük kitabın, incecik bir sayfasında, hayvanların kutlamayı andıran çan sesleri eşliğinde mezbahaya götürüldüğü, güneşin batmayı reddettiği, koskoca kıtaların da aslında gelecek korkusuyla malûl büyük hayvanlar ve/ya terkedilmiş çocuklar olduğu bir hikâye anlattı.

Belki de bir iç savaş gördüğü için (Lübnan) kıyamet nedir bilen kadındı rahmetli. Hafız’ın Divanı’ndan baktığım şiir falları da isabetli olur genellikle ama Etel Adnan’ın şiirle nesir arasında olduğu kadar ölümle yaşam ve birbirine benzemezmiş gibi yapan kıtalar arasında salınan sözünün tesiri bambaşka. Güya bu dünyadan göçmüş gitmiş ama yenice, daha geçen kasımda girdiği toprağın altında ter olup tekrar yüzeye yükseleceği bir yaz yaşamamış bu kadın nereden ve nasıl bildi ki büyümenin ne olduğunu hatırlamayı… Yok canım ne hatırlaması, daha çok idrak etmeye uğraştığımı. Birkaç yıldır, dindar ailelerde büyüyen ancak aileleri gibi dindar olmadıkları için eziyet gören genç kadınların gözünden, şu son 20-30 yılda “mütedeyyin aile” denilen hadisenin nasıl bir dönüşüm geçirdiğini anlamaya çalışıyorum. Çocukların değil, ailelerin nasıl değiştiği, iradelerini cemaatlere ve devletlere kaptıran ana ve babaların, kendilerini “ev” dedikleri cemaat ve devlet yetimhanelerinin bekçileri olarak gördüğü apaçık gözetleme kulelerine benziyor bu hikâyelerde evler. “Evinizin nesi olursunuz sorusuna” kızlı-erkekli “misafiriyiz” diye cevap veriyorlar. Ne demek peki misafir? Yediği aş, içtiği su, hatta aldığı nefes ev sahibinden ödünç alınmış demek. O çok övünülen misafirperverlik hasleti de böylece gerçek anlamını buluyor zihnimde. Misafir kişi gönüllü ya da gönülsüz bir rehineye benziyor. Bu benzerlik o kadar çok şeyi açıklıyor ki. O açıklıkta yollarını bulmaya çalışan çocuklar için, büyümekle devletin ve cemaatin bir hücresi olmayı tercih etmiş evi ve evin temsil ettiği her şeyi geride bırakmak, şekillenmekte olan iradeyi içinde rehin tutulduğu yumurta kabuğundan çıkarıp teni dışardaki dünyaya emanet etmekle aynı anlama geliyor. Etel bilmiyor ki bu şeylerle uğraştığımı, niye bilsin? Nasıl bilsin?

Türlü-çeşit kimsesizlik

Önceleri meselenin din olduğunu düşünmüştüm. Genç kadınlar da mevzuyu öyle anlatıyorlardı. Çünkü evde kıyamet alametleri, dini vecibeleri görünür şekilde yerine getirmekten, nasıl derler performe etmekten, yani inanmadıkları gibi olmaktan ve görünmekten vazgeçtiklerinde belirmeye başlıyordu. Zamanla mevzunun büyümekle ilgili olduğunu fark ettim. İlk itirazlar ya da kaçamakların ardından giderek olgunlaşan kıyamet esnasında kendilerine, “ben kimim, burası neresi, baba dediğim adam ya da anne dediğim kadın niye bu kadar örseliyor beni, kim için, ne için bu kadar eziyet, benden çok sevdikleri ve önemsedikleri şeylerle aralarındaki ilişki ne, o şeyler bunca gaddarlığa değer mi?” gibi sorular soruyorlardı. Bu sorulara verdikleri cevaplarla kuruyor, oluşturuyor ve olduruyorlardı kendilerini.

Uzatmayayım, bu kuşakta, sözünü ettiğim türde hanelerin bir kısmında, büyümenin yolu, ataların dinine “sen bir orada dur, bir bulaşma bana, halas!” demekten geçiyor. Denilebilir ki bu gençler tenlerini yakan bir şeyin içinde büyüyor ve tenleri yandıkça kendilerinin farkına varıyorlar.

Etel maddenin hem başlangıç hem son olduğunu söylüyor ya. Onların hikâyeleri de tenlerini istemedikleri bir şekle sokan kurumlardan, aileden, cemaatten, devletten söküp alma kavgasıyla başlıyor. Sonra, “ben bu gösterişli yangından ibaret olmayacağım” deyip olmanın başka yollarını aramaya koyuluyorlar. Ailenin, devletin, cemaatin eğerek, bükerek, direnirse yakarak örselediği kendilik direniyor ve ter olup tenin yüzeyine çıkıyor nihayet. Yolculuk böyle başlıyor. Kurumların (tekrar edeyim, aile, devlet[bu aşamada okul], cemaat) tenlerine tasallut ettiği ölçüde uzağa yol alıyorlar. Üzerlerindeki baskı ne kadar büyükse, kendi arzu ettikleri gibi biri olmalarına izin vermeyen haller ve kurumlarla aralarına koydukları mesafe de o kadar büyük oluyor. Ateş böceği değil bu genç insanlar. Bir yangına çekilmiyor, aksine bir yangın yerinden uzaklaşıyor, o ateşten saklamaya değer buldukları kıvılcımlarla yeni bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Bütün bu süreç, özerk bir kendilik inşa etmek için aşırı ağırlaştırılmış bir mücadeleye denk düşüyor.

Ağırlaştırılmış dememin bir nedeni var. İş bulup çalışacak, hayatlarını kurabilecek yaşta insanlardan söz ediyoruz aslında. Nasılsa yetişkin oldukları için ana-babaları da onlara hiçbir şey yapamaz. Böyle olması gerekir işlerin hesapta. Ama böyle yaşanmıyor. Aile-devlet-cemaat üçgeninin birbirine aşina zihniyetleri el birliğiyle, çocukluklarını yaktıkları bu insanların gençliklerini söndürüyor. İş, kalacak yer, destek alacak tek bir kurum bulamıyor bu insanlar. Çalabilecekleri kapılar standart birkaç hikâye şablonuna göre ayarlamışlar tokmaklarını. Bu yeni hikâyeler o kapıların bekçilerini aşamıyor.

Peki aile-devlet-cemaat üçgeninin genç iradelerle giriştiği bu inatlaşma işe yarıyor mu? Ne münasebet? Bu türlü bir düzeneğin işlediği nerede görülmüş? Aksine bu cendereye maruz kaldıkça taşlar daha da yerine oturuyor sözünü ettiğim genç insanların gözünde. Neyi istemedikleri konusunda kafaları iyice netleşiyor. Gerisi bir hayatta kalma, tahammül ve bekleyiş öyküsü. Geleceği bekliyorlar. Geleceğe kadar hayatta kalmak istiyorlar. Geleceğe değin dayanmaya çalışıyorlar. Hepimiz gibi…

Bekleme yeri

Hepimiz akşamın çoktan olduğu yerde; ne zaman battığını bile unuttuğumuz ve nicedir doğmayı reddeden güneşin uzattığı bir gecedeyiz. Bekliyoruz. Çanların bu defa hangi birimizin başına gelen hangi işi haber verdiğini merak ederek bekliyoruz. Gelecek korkusuyla yaşayan bir büyük hayvan ya da terkedilmiş ve kimsesiz bir çocuğunkini andıran tedirginliğimizle bekliyoruz.

Dertleşme faslını hızlıca bitirip her zamanki, “muhalefetimizin nesi eksik” yazılarından birini daha yazmak vardı aklımda. Çünkü o eksiklerin tamamlanmasını bütün kalbimle istiyorum. O eksikler tamamlansın, her birimizin böğrüne bir öküz gibi oturan bekleyiş bitsin, “unutursak kalbimiz kurusun” dediğimiz hikâyeleri uyandırıp faillere hesap soralım, birikmiş yaslarımızı tutalım; iyileşmeye, yani üzerimizden bir silindirin geçmekte olduğu hissinden kurtulmaya başlayalım bir an önce. Kaybettiğimiz; daha doğrusu çürümenin her türlüsüne meftun bir zevatın çaldığı, el koyduğu zamanlarımızı telafi edemeyiz, onun bir yolu yok. Bu yüzden mümkün olan ve olmayan, bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm kıtalarda ve cihanlarda ellerimiz yakalarında. Ama hiç değilse bir şeylerin değişebileceğini, bizim o şeyleri değiştirebileceğimizi görür, berelenmiş özsaygımızı onarmaya başlarız. Hem teker teker hem hep birlikte olduğumuz her şeyi kıymetlendirecek, yani bizim kamu alemimize bir ufuk kazandıracak tek duyguyu onarmaktan bahsediyorum. Yerini giderek hınçla kararmış bir hamasetin aldığı o müşterek özsaygıya, haysiyetimizi rehin olarak tutulduğu o saraydan kurtarmaya ekmek gibi, su gibi muhtacız.

Yok, elbette bunların hiçbirini muhalefet partilerinden beklemiyorum. Bunlar daha çok hayattan, yakın gelecekten, dağılmış paramparça olmuş türlü çeşit “biz”liklerden umduklarım. Muhalefetten beklediğim ise küçücük de olsa bir hayatiyet belirtisi. Kıpırdanmaları, gözlerini birbirlerinin ensesinden ayırıp sağa-sola bakmaları. Orada mısınız arkadaşlar? Aynı zamanda mı yaşıyoruz? Aynı ülkeye mi tanıklık ediyoruz gerçekten? Aynı gecenin karanlığında mıyız? Yoksa idare ettiğiniz şehirlerdeki otobüsler için verdiğiniz destek kartları amacı dışında kullanılıyor diye endişelenmekle mi meşgulsünüz? Yukarıda sözünü ettiğim aile, devlet, cemaat düzeneğinde kendinize bir yer bulmak için köşe kapmaca mı oynuyorsunuz birbirinizle?

Özsaygı ve haysiyet demiştim ya az önce. Çok kıymetli ana akım muhalefet, müziğiyle dans edecek bir duygu arıyorsa buyursun buradan yürüsün. Hamaset sarmalına girmek yerine “bu millet sizin suretinizde yitireyazdığı özsaygısını ve saraylarınıza hapsettiğiniz haysiyetini” geri istiyor desin. Çünkü hikâyenin bu yerinde biri olmanın yolu, “sana benden başka bir şey olmak haram” diyen ebeveyni taklit etmekten değil, ona meydan okumaktan geçiyor. Diyebilirler ki mesela “Konduramasam ve yakıştırmasam da an itibariyle pek devletlû görünen sarayların efendisi babacığım, biri olmak için senin gibi olmama gerek yok, aksine bana giydirdiğin bu gömleği çıkarıp senin başına çalmadıkça biri olamayacağımın, senin sarayında her işine koştuğun bir hizmetkâr olarak kalacağımın farkındayım. Dünya, bu ülke, bu memleket senin anlattığın gibi bir yer değil, onu kendi tenimle keşfedecek, kendi kelimelerimle anlayacağım.”

Sık sık şikâyetçi oldukları bütün o saltanatı bitirmenin tek yolu var; o da türlü çeşit direnişler, sivil itaatsizlikler, “illallah” haykırışları arasında köprüler kurmak. Bunun yerine toplumdaki her türlü rahatsızlığı göğüslerinde yumuşatıyor ve “Allah Allah niye olmadı gene acaba?” diyorlar şaşkınlıkla. O köprüleri kurmadıkça devletlû ve de saraylı babalarının gönülsüz memurları olarak kalmaya devam edecekler. İçi boş gösteriler için buldukları derme-çatma her slogan da sarayda bestelenecek bir sonraki zafer marşının nakaratı olarak iş görecek. Korkunun beli bükülmeyecek.

Etel’in bıraktığı ipuçlarına döneyim en iyisi… Bakınız “coğrafya kaderdir” gibi yılgın bir “Allah ne verdiyse onu yaşarız” halinde değil sözüne yandığım hatun kişi. Aksine, kıtaların terk edilmiş çocuklar ya da gelecek endişesiyle malûl hayvanlar olduğunu söylüyor. Gibi demiyor. Kıtalar bizatihi terk edilmiş çocuklar ve istikbal korkusuyla titreyen hayvanlardır diyor. O kıtalardan her şey olur yani. İhtimaller sonsuz. Kelimelerle değil çakıl taşlarıyla düşünürüm, onlar da boğazıma dizilirler, demesinin sebebi de ihtimallerin sonsuzluğu olsa gerek. Bilinen kelimelerle kurulan hiçbir cümle kavrayamayacak o sonsuzluğu.

Lübnan edebiyatının köşe taşlarından bir başkası olan Elias Khoury’nin, Etel Adnan’ın ardından yazdıklarıyla bitireyim o zaman:

“Etel acıya doğdu ve acıyı katledilmekte olan masumiyetle harmanladı. (Bizse) hep olagelenler karşısındaki şaşkınlığımızı, tiranların sosyopatik hayal güçleri, iktidar için kana susamışların açlığı, yerel savaş ağalarının ve kodamanların gaddarlığı karşısındaki şaşkınlıkla ikame ettik.”

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.