Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can yazdı: “İmkansız gibi görülen düşünceler…”

Türkiye her açıdan fazla hareketli bir ülke. Zaten ayakta kalabilmesini sağlayan ekonomik güç veya toplumsal dinamizm, hazır kaynaklardan ziyade bu hareketlilikten geliyor. Ancak hareket sadece bereket demek değil. Hiçbir şeyin yerine tam oturamaması, sağlam geleneklerin ortaya çıkmaması en ciddi maliyet. Kronik hafızasızlık veya muhafazakârlığın bile köksüzlüğünün kaynağı burada. Memleket hareketli olmasına hareketli, dinamik olmasına dinamik ama bütün toplumu, kurumsal/kavramsal yapıyı, ekonomik örgütlenmeyi radikal biçimde dönüştüren adımlar (dönemler) ve çabalar iddia edildiği gibi çok değil. Toplumsal patlamalar veya aşağıdan yukarıya yükselen dalgalarla oluşmuş köklü değişimler yok. Hareketliliğin ağırlığı hâlâ daimi krizlerine cevap üretme sıkıntısında ve bunun sürekliliğinde. Hangi başlıkta kronoloji çıkartılırsa çıkartılsın, kişi ve yıl başına aşırı hadise var. Baş döndürücü hareketlilik  ve neredeyse koşturarak ilerleyen zaman akışı söz konusu. Bugünü idraki zorlaştıran, geçmişle neden silsilesini kopartan ve elbette geleceği bulanıklaştıran kalabalık bir gündemle yaşıyoruz.

Bırakalım asırlık tarihsel arka planı, sadece son on yılda bile kaç kere “tarihi” eşikten geçildiği iddia edildi. 2013’teki Gezi, çok önemli bir kavşak olarak gösterildi. Kimileri için nostaljik bir anı, bazıları için kuyruk acısı olarak kaldı. 2014’te “çözüm süreci”, cumhurbaşkanlığı seçimi için benzer iddialar ileri sürüldü. “Seni başkan yaptırmayacağız” hâlâ hesabı kapanmamış mesele. 2015’te beş ay içinde yapılan iki seçim ve sonrasında kurulan yeni iktidar ittifakı bütün dengeyi yeniden tanımladı. 2016’nın 15 Temmuz’undaki “Allah’ın lütfu darbe girişimini” ve 2017’nin sistem referandumunu herkes kendi meşrebince milat olarak gösterdi. 2018 seçiminin moral bozukluğu da 2019 seçiminin umudu geri getiren sonuçları da kritik eşik sayıldı. 2002 ile 2012 arasında da durum farklı değildi. 90’lar boyunca “Bin yıl sürecek 28 Şubat” veya “kurşun atanların ve yiyenlerin’” belirlediği zemindeki kamyon kazaları bile her şeyi değiştirecek gelişmeler sayıldı. Şimdi iktidar ve muhalefet ayrı ayrı 2023’ün nasıl geçileceğinin her şeyi belirleyecek kadar önemli olduğunu söylüyor.

2023’te yapılacak seçimden nasıl bir sonuç çıkacağı pek çok açıdan çok önemli. Türkiye’nin içinde bulunduğu çok boyutlu krizin seyri, bu seçimin sonuçlarına doğrudan bağlı. İktidar, devletin bekası açısından; muhalefet ise demokrasi ve cumhuriyetin kurtarılması açısından 2023’ün kritik olduğunu söylüyor. Fakat bir ülkenin, hemen her sene geri dönülmez biçimde kaderini etkileyecek seçimlerle yüz yüze olduğu fikrinde bir gariplik yok mu? Bir ülke, sürekli aynı sırat köprüsünün başında veya her geçtiği köprünün sonunda yeniden bir eşikte olabilir mi? Bu tartışmasız bir hakikatse ayrı dert, çok inandırıcı bulunan yaygın yanlışsa ayrı dert. Her durumda böyle bir gerilimin taşınabilmesi kolay değil. Hep acil karar öncelikleriyle ilerlendiğinde, kalıcı ve sağlıklı (huzur veren) sonuç alınması, tutarlı bir yol önerilmesi pek mümkün olmuyor. Hiç kesilmeyen alarm, ne birikmiş sorunların ne hemen çözüm bekleyen ivedi dertlerin çaresini çağırıyor. Yüksek teyakkuz, kalıcı çözümdeki zayıflığı yanında kısa vadeli taktik hedeflerde de yöntem karışıklıkları yaratıyor. Seçime zorlanan kalabalıklar kadar insanların önüne tercihleri koyan siyasi aktörler açısından da sıkıntılı bir durum.

Geçtiğimiz hafta öne çıkan iki önemli gündem başlığı vardı. Bir tanesi daha önceki haftadan devreden göçmen meselesi, diğeri Kılıçdaroğlu’nun elektriğinin kesilmesi. Göçmen meselesinde reaksiyonun yönetilmesi öne çıkarken, elektrik kesilmesi vakasında ise reaksiyonun yönlendirilmesi çabasına tanık olduk. Ümit Özdağ’ın başka bir popülist çıkışın (Mansur Yavaş) arkasına takılarak güncellediği göçmen tartışması, iktidar tarafından kendisini sorumluluk sahası dışına taşımak için kullanıldı. Bahçeli’nin işaret ettiği işgal girişimi, Soylu tarafından şimdilik bayram dönüşü sınırlamasıyla karşılandı. Çarşamba günü Medyascope’ta yayınlanan “Adını Koyalım”da bu konu hakkında düşüncelerimi anlattığım için burada tekrar etmeyeceğim. Fakat Kılıçdaroğlu’nun elektriği kesilen evinde lüks lambası ışığında yaptığı konuşmaya değinmek gerek. Bir siyasi aktörün, yaptığı eylemle bir sorunu kendi üzerinden göstermeye çalışmasının dünyada ve Türkiye’de pek çok örneğini gördük. Hatta Kılıçdaroğlu daha önce Adalet Yürüyüşü sırasında yine etkili bir bireysel eylem ortaya koymuştu. Ancak bu kez kuvvetli bir sol popülist söylemle karşımıza geldi.

Dünyadaki bütün demokratların, adalet peşinde koşanların, demokrasiyi savunanların da, bu kavgada omuz omuza vermesi gerekiyor. Zengini daha zengin, fakiri daha da fakirleştiren bu sistem, artık miadını doldurdu. Neoliberalizm artık can çekişiyor. Hiç kimse olarak görünenlerin, sıradan insanların öfkesine yenilmek üzere bu neoliberalizm.” (…) “Günümüzde devletler, fakirleşen vatandaşın temel ihtiyaçlarını koruma altına almakla yükümlüdürler. Bu millete yatırımdır. 21. yüzyılda temel ihtiyaç harcamalarına masraf gözüyle bakılamaz, bakamazsınız. Halkın temel hakları da, açgözlü çetelere, holdinglere bırakılamaz. Faturalarını ödeyemeyecek kadar yoksullaşmış. İşe, aşa eğitime dahi ulaşamayan bir toplumdan refah çıkmaz” (…) “Artık imkansız gibi görülen düşüncelerin, fikirlerin zamanı gelmiştir”. Kılıçdaroğlu’nun bu çıkışı, bazı danışmanlarının söylediği gibi farklı seçmen gruplarına farklı mesajlarla ulaşma stratejisinin sonucu olabilir. Bazı yorumcuların iddia ettiği gibi fazla ideolojik bulunacağı için altılı masanın ruhunu tam yansıtmıyor da olabilir. Yani yakın hedefe nasıl bir etkisi olacağı elbette tartışılabilir. Ama eşiği daha uzun bir köprünün önüne koyma girişimi, en azından böyle düşünmeye açılan bir kapı sayılabilir mi?

“İmkansız gibi görülen düşüncelerin zamanı” daha önce geçmiş miydi? Tarihin, başkaldırının ve sınıfın bittiğini iddia, “imkansızı isteyen gerçekçileri” çağdışı ilan edenler haklı mı çıkmıştı? İnsanlar, kendilerinden güçlü ve onları ezmek üzere örgütlenmiş devlet ve paranın, denetlenmesi ve sınırlanması yerine istikrarını savunmaya –bunun çıkarlarına olduğuna, zaten başka seçenekleri de olmadığına- kolay ikna edildi. İkna süreci, çok taraflı çarpıtmalar eşliğinde yürütüldü. Devleti küçültme, ekonomiden çekme iddiası, kamusal iradenin kime servis vereceği, kimin hizmetinde olacağıyla ilgiliydi aslında. Bugün dünyada ve Türkiye’de otoriterleşme dalgası ve liberal demokrasi arasındaki çatışma da krizlerle devam eden bu ortaklığın bir çıktısı. Otoriter konsolidasyonun hangi aşırılığa cevap vereceği konusunda bir anlaşmazlık mevcut. Tıpkı Türkiye’de yaşanan ahbap-çavuş kapitalizmi veya şahsım otokrasisinin, liberal tahayyülden sapılmasının değil bizzat o tahayyülün yarattığı imkanların mahsulü olması gibi. Bütçe hakkının tırpanlanması ve kamusal denetimin sınırlanması, temel ihtiyaçların kamusal hak olmasının “imkansız ve lüzumsuz” sayılması, yanlışlıkla iktidarı ele geçirmiş liyakatsizlerin yarattığı bir yol kazası değil.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.