Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Sofraya düşen gölge – Kim, kimin yurdunu fethediyor?

“Hele feth olsun, nihayet biz yıkarız.”

II. Mehmet, İstanbul’un lanetli bir şehir olduğu, alınmasının imparatorluğun sonunu getireceği, hatta bir kıyamet alameti olduğu iddiasıyla fethe karşı çıkan vezirlerine ve gazilerine bu cevabı veresiymiş. TRT’nin milyarlarca lira harcayarak yaptırdığı dizilere danışmanlık da eden tarihçi Feridun Emecen bu muhalefetin sebebini şöyle izah ediyor: “Beylerin bu işe karşı çıkmaları, onun/İstanbul’un mamur hale gelmesinin bütün ülkeyi harap edeceği, içine girip burayı taht merkezi yapan bir padişahın gazadan kalacağı, havasının ağır olup nikris ve diğer hastalıkların belireceği, etrafının denizle çevrili oluşu yüzünden harp ehli gazilere, akıncılara rağbetin azalacağı ve denize ağırlık verileceği endişelerinden kaynaklanmakta idi.” (1)

Henüz girdiğimiz mayıs ayının toparlanıp gitmesi de yakındır. Gezi İsyanı’nın başlangıcını anacağız bu ayın sonunda. Hepimize ait olan her şeyin, üç-beş tüccar parçasının işgaline terk edilmesine itiraz edip, bizi, haklarımızı, müşterek varlıklarımızı savunan can dostlarımızın cezaevlerinde rehin tutulduklarını bilmenin ve buna bir son verememenin öfkesi ve hüznüyle veda edeceğiz bahara. Öte yanda ise fetih kutlamaları başlayacak. Hem de İttihat ve Terakki’nin siyasi mirasının ne olduğunu ve kimlerin o mirası taşımaya neden gönüllü olduklarını anlamaya çalışırken. Size de böyle oluyor mu? Bazen, memleketten bu kadar uzakta yaşarken bile, kıyametin aslında koptuğu, zamanın ortadan kalktığı, siyasi tarihimize yön veren tüm depremleri eş zamanlı olarak yaşadığımız ya da bir zaman girdabına yakalandığımız hissine kapılıyorum. Tüm ölüm, doğum, yıkım, kuruluş, kurtuluş yıldönümlerinde o ölümler, doğumlar, yıkılışlar, kuruluşlar, kurtuluşlar olduğu zaman şekillenen yol ayrımları bir kez daha sahneleniyor. Nedir bu? Kendi zamanımızı hakkıyla yaşadık bitirdik de geleceği beklerken geçmişi mi tekrar ediyoruz? Ya da… Yok canım, böyle değildir… Öyle midir yoksa? Belki de “biz”e ayrılan geleceği tüketmiş, sıkışıp kalmışızdır geçmiş zaman içinde. Her türlü yüzleşmeyi kıyamete erteleyen bir ülkenin çocukları olarak en çok korktuğumuz şey başımıza çoktan gelivermiştir belki.

Ölümü saklayan şenlik

Bugün, birkaç saat içinde toparlamaya çalışacağım yazının konusu kuruluşuna yıllardır hep birlikte şahit olduğumuz bir sofranın adabı. O sofradan ve adabından döküldüğünü düşündüğüm hikâyenin bazı ayrıntılarına dikkatinizi çekmeye çalışacağım dilim döndüğünce. Fakat memleket bir tuhaf, bir şeyi anlatmaya çalıştığınızda düne, önceki güne, hatta bıldırki bahara uzanmak yetmiyor. İlla Kalu Bela’ya gidip o vakit edilen yeminlerin bugün ne manaya geldiğine bakmak icap ediyor. Zaman kamaşmasından düçâr ya memleket, idare edicilerin göbek bağlarına işlenmiş bir kronolojiye hapsolmuş halde ya… Belki de o yüzden.

Neyse, bu kamaşmanın tuhaf bir yerinden, İstanbul’un fethini kutlama “geleneği”nden başlayayım öyküye. Pek çoğunuzun malumu olduğu üzere bu türden kutlamalar, ulus ya da millet denilen ve sahici, ayağı toprağa basan ahalinin yerine bir “hayali cemaat” yerleştirmek üzere bulunmuş icatlardır. Nitekim fetih kutlaması denilen hadise de “görklü” Osmanlı Devleti’nin ölümüne sadece aylar kala, adeta onun artık var olmadığı hakikatini unutturmak üzere icat edilmiştir. Miladi takvime göre 13 Haziran 1914 günü, döneme hükûmet eden İttihat Terakki Partisi’nin bir girişimi olarak hayata geçirilir bu dahiyane fikir. Nasıl bir can havlidir ki bu tarihten tam beş ay önce de İstiklal-i Osmani Günü yani Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ilk defa kutlanmıştır. Kutlamalarda II. Mehmet’in şehre girdiği 29 Mayıs tarihi yerine, Ayasofya’nın camiye dönüştürüldüğü gün esas alınır (2). Tuhaf bir zamandır kutlamak için. Fethin, 461’inci yılı. 400 ya da 500 değil, 450 değil, 460 bile değil, 461’inci sene.

O sene üst üste böyle büyük icatların çıkarılmasının sebebi, devam etmekte olan Balkan Savaşları’dır. Tarihçi arkadaşlarım daha iyi bilirler ama kendi şuncacık aklımla görebildiğim aslında o savaşlardan Osmanlı Devleti’nin sağ çıkmadığı, I. Dünya Savaşı’nın bir tür kabir azabından ibaret olduğudur. Sonra da kıyamet kopar ve cumhuriyet kurulur. Oğul, haklı olarak babayı tanımayacaktır. Miras olarak her türden borç dışında bir şey kalmamıştır kendisinden. O borçları ödemek zorunda kalanların redd-i miras etmelerinde büyücek bir haklılık payı bulunur yani. Peder-şah kendini yenilemeyi beceremeyerek ölmüş, evlatları ya da paydaşları arasında adalet gözetmemiş, aksine onları birbirine kırdıracak türlü-çeşit düzenler kurmuş, sonra da çekip gitmiştir her nereden geldiyse oraya. Kutlamanın hikâyesini böyle okuyunca aklıma, tahtını korumak için evlat ve torun canı almaktan çekinmeyen Kanuni’nin Zigetvar Kuşatması’nda ölmesi ama haberin ordunun moralini bozmaması için sadrazamı tarafından saklanması mevzusu geliyor. Ölümü göstermemek üzere sahnelenmiş bir düğün yani ilk fetih kutlaması. Ölüm şenliği… Şenliklerin en ibretlisi.

Fetih kutlaması fikri 1939’da, görünür bir çekingenlikle yeniden diriltilir. Bu dirilişin, Mustafa Kemal’in, yani yeni cumhuriyetin kurucusu olarak kültleşmiş bulunan kişinin ölümünden sadece bir yıl sonra gündeme gelmesinde de bir hikmet vardır elbette. Tutunacak bir şeyler aramaktadır genç ulus. Fethin 500’üncü yılını kutlamak üzere hazırlıklar erkenden başlar. Etkinlikleri organize etmek için bir dernek kurulur. Kutlamalar, müzeye dönüştürülmüş olan Ayasofya’nın cami olarak devşirildiği gün değil, Osmanlı ordusunun şehre girdiği gün temel alınarak yapılır. Böylesi bir iş için bir derneğin kurulması da sebepsiz değildir. Devlet bu kutlamanın yaratacağı uluslararası etkinin yükünü taşımak istemez. Nitekim, dönemin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü şöyle ifade eder endişesini: “İstanbul’un fethinin yıldönümü (münasebetiyle yapılacak) …bu tören herhangi bir emperyalist hareketin ifadesi mahiyetinde ve yakın-uzak dostları herhangi bir şekilde rencide edecek tarzda olmayacaktır.” (3)

Şenlik var! Gene kim öldü?

Hızla ileri sarıyorum şimdi, geliyoruz 1990’ların orta yerine. 1994’te yapılan yerel seçimleri İstanbul’da Tayyip Erdoğan, Ankara’da Melih Gökçek kazanmış. Merkezdeki sağ ve sol partilerin adaylar konusunda anlaşamamaları yüzünden oluşan çeyrek açılı boşluktan sızarak bir anda kendilerini muzaffer bulmuşlar.

Mayıs 1995’te Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak hem hac hem de “İstanbul’un imarı” için para bulmak üzere Suudi Arabistan’a gider. Amanın! Ben bu yazıyı yazarken de orada. Önden de onca sahip çıktığı Kaşıkçı davasını gönderdi. Neyse… Erdoğan, yatırımcı bulmak üzere gittiği kutsal topraklardan döner dönmez, 17 Mayıs 1995’te, parti lideri Erbakan’ın da katıldığı büyük bir törenle bugünkü Başakşehir’in temelini atar. Mayıs sonunda ise aşağıdaki gazete kupürlerinden ne denli sembolik bir önemi olduğunu görebileceğiniz fetih kutlamaları yapılır. Fetih kutlaması denilen şeyin hangi koşullar altında icat edildiğine ilişkin spekülasyonum dolayısıyla, nerde böyle bir kutlama görsem ölen kim ya da ne, diye sormak geliyor aklıma. Bugünden 1995 koşullarına bakarak ve takkemizi de önümüze koyarak şöyle bir düşünelim mi etraflıca? Ne ya da kim ölüyordu o esnada?

Sofrada alt üst oluş

Her neyse! Nasılsa milletçe zaman kamaşmasından muzdaribiz, bu yapacağıma aldırmazsınız diyerek şimdi başka bir mayıs sonuna gideceğim. Gezi İsyanı’nın başladığı günlere. Kimi işine hiç gelmediği için inkâr etse de herkesin hakikatte ne olduğunu gayet iyi bildiği; bu memleketin, devletin müşterek kaynaklarımızı; toprağımızı, suyumuzu, havamızı, zamanımızı, canımızı be canımızı; tek taraflı tasarruf etme savurganlığına karşı bugüne kadar verdiği en sivil ve en ne dediğini bilen refleksiydi Gezi İsyanı. Şu içinden geçtiğimiz boğucu anda Erdoğan’ın cisminde vücut bulan devletin Gezi’yi bunca büyük ve çaresiz bir iştahla cezalandırmasının sebebi de bu. Bunu yapabileceğimizi gördüler ve bunu yapabilen bir toplumu, şu içinde yaşadığımız yüzyılda bile halen gücünü nüfus iskânı ve yağma (türlü çeşit varlık transferi) tekelinden alan bir devletle yönetemeyeceklerinin farkındalar.

Gezi İsyanı’nın akışındaki bir ayrıntıya dikkatinizi çekmek istiyorum şimdi. 30 Mayıs 2013 günü, insanları Gezi’de buluşturmak üzere yapılan davetlerden biri de orada bulunan dindar gençlerin, Antikapitalist Müslümanların, 31 Mayıs günü Cuma namazını parkta kılma çağrılarıydı. Aşağıda bu beklenmedik çağrının yarattığı sevinçli şaşkınlığı ifade eden birkaç twit göreceksiniz. Daha çoğu için sizin de twitter geçmişine gitmeniz gerekecek.

Peki sonra ne oldu? T24’ün hazırladığı Gezi Kronolojisi’nden aktarıyorum:

“Sabah saat 05:00’te parkta uyuyan eylemcilere bu kez polis daha sert müdahalede bulundu. Polis önce biber gazıyla müdahale etti, ardından da eylemcilerin içinde uyudukları çadırları ateşe verdi. Çadırların yakılma görüntüleri sosyal medyada yayınlanınca büyük bir infiale yol açtı. Yapılan eylem çağrıları sonunda gün ve gece boyunca Gezi Parkı, Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesi toplanan binlerce kişi ile polis arasında sert çatışmalar yaşandı. 100’den fazla kişi yaralandı.”

Ertesi gün çekildi polis. O Cuma namazının Gezi’de kılınması engellenmişti böylece. Gezide Cuma kılma girişimi sonraki haftaya ertelenmişti. Aradaki zamanı ise iftiralarla, yalan haberlerle, düzen kurmakla geçirdi iktidar. Tıpkı park gibi isyanın da herkese ait olduğu fikrinin yerleşmesine engel olmak için zaman kazanmıştı. Fakat, akacak kan damarda durmaz. Daha güzeli var, su akar, yatağını bulur!

1 Haziran’da polisin çekilmesinden sonraki en büyük müdahalelerden biri, aslında sondan bir önceki ağır müdahale Taksim Meydanı’na yapıldı. Bahanesi de bir alemdi doğrusu. AKM’nin cephesine asılmış pankartlar “temizlenecek”ti. Kirlenmiş miydi ki AKM? Neyse kaldırdılar pankartları, yerine bir Atatürk posteri ve iki de bayrak astılar. İktidar kendine ortak arıyordu aslında. Ne için, neye ortak aradığını anlamak için sanırım o müdahaleden önce binanın cephesinde hangi pankartların asılı olduğunu hatırlamak yeterli.

Gezi bitti, Ramazan başladı. İlk iftar kurulacak. Emek ve Adalet Platformu, Gezi İsyanı’ndan iki yıl önce yine aynı parkta, lüks otellerde zenginlerin Ramazan’ı birbirlerine ikram ettikleri iftarları protesto etmek için Yeryüzü Sofrası kurmaya başlamışlardı. Ramazan’la birlikte bu sofranın kurulma vakti de gelmişti. Öyle de yaptılar. Gezi polis işgali altında ve kapalı tutulduğu için İstiklal Caddesi’nde, Galatasaray Lisesi’nin önünde kuruldu sofra. Yerlere yayılmış örtüler üzerinde, kim ne getirdiyse yenecek. Yeryüzü Sofrası’nda insanlar birbirlerinin yüzlerine bakacaklar. Birbirlerinin yüzlerinde ortaklığı, bir aradalığı görecekler. Birleştirecek o sofra. Hiç olur mu? Böylesi bir ortaklığa tahammül eder mi iktidar? İstiklal’de başlayıp Taksim Meydanı’na doğru uzayan sofranın önüne TOMA’lar geçirildi hemen.

Ve tabii ki bir karşı iftar kuruldu. Dönemin Beyoğlu Belediye Başkanı, Tarlabaşı’nı hayatı ve hatırlandığı sürece vebal olarak boynunda taşıyacak olan adam, Ahmet Misbah Demircan yaptı ev sahipliğini. İstiklal Caddesi’nde insanların birbirlerinin yüzlerine baktıkları iftarın yerine, AKM’nin, adını koyalım, soldan ve isyandan temizlenmiş cephesine asılmış Atatürk posterine ve bayrağa bakarak polis ve TOMA koruması altında yapılan bir başka iftar.

O gün dedim ki kendime, “Bu iş bitti. İslamcıların dindarları arkalarına alarak yaptıkları proje burada tamama erdi. Bundan sonra artık uzatmaları oynayacağız.” Alt üst oldu çünkü dünya. Yerli-millilerin yer sofrasına iliştirdikleri tarihsel semiyotik çöktü. Bitti yani. O gün, orada bitti AKP. Perde yıkıldı, oldu bütün hikâyeler viran! Sonrasındaki uzatmanın tamamını kendi iddiasına değil, siyasi rakiplerinin beceriksizliğine, meseleyi okuyamamalarına, gizli ya da açık işbirliklerine borçlu. Bunu da en iyi yine kendileri biliyorlar ve iktidara bunca yapışmalarının sebebi de bu. Bugüne kadar işbirliği yaptıkları herkesi, her şeyi ya bizzat kendileri cezalandırdılar ya da itibarını tarumar ettikten sonra kenara attılar. Ellerindeki işbirlikçi kaynakları tamamen bittikten sonra ne yapacakları konusunda ise hiçbir fikirleri yok. Fakat dert büyük. Hayatın kendilerinden sonra da devam edeceği fikrine bir türlü alışamıyorlar. Bu yüzden hoyratça önlerine gelen her şeyi yiyip tüketmek derdindeler.

Boğaziçi’nde fetih sofrası

Neyse dönelim AKM’ye… Dedim ya, o güne kadar ezberledikleri ve bol miktarda istismar ettikleri semiyotik Gezi’den sonraki Ramazan’ın ilk gününde bitti. Yerine yenisini inşa etmeleri gerekiyordu. Ne yaptılar? O kısımda orada değildim ama bu kadar uzaktan bile görünen manzara şu. Bu yeni semiyotik eskisi gibi “ama bize neler yaptılar, neler?” mevzuuna dayanmıyor. Bu lafı gene ediyorlar böyle ama başta kendileri olmak üzere kimsenin inanmadığını bildikleri gibi, öylesi bir inanca ihtiyaçları da yok. Çoktandır, aslında Gezi’den beri mevzu, “Bakın biz şimdi neler yapacağız?”a dönüştü mevzu. Tam da AKM yıkılırken karşısına bir cami kondurulması, bütün şehri ezecek bir noktaya yani Çamlıca’ya, yine bütün şehri ezecek büyüklükte bir cami daha kondurulması, kendilerince büyük gördükleri siyasi meydan okuyuşları oradan yapmalar… Devletin tüm imkânlarıyla donanmış, kendini devlet kılmış bir halde geriye kalanlara, herkese, yalnız siyasi rakiplerine değil, çoluğa çocuğa, fidana ağaca, börtüböceğe bile meydan okumalar. Hukukun en temel ilkelerini bile dümdüz eden mahkemeler, kararlar… Her birinde meşruiyetini iyice yitirmeler ve bunu gayet iyi bilmeler. Bununla birlikte bir türlü her ne yapıyorsa onu tekrar etmekten vazgeçmemeler. Dünya böyle bir yermiş, bir ülke böyle yönetilebilirmiş gibi yapmalar, her türlü hakikati inkâr ederek yola devam etme çabaları. Türlü çeşit beyhudelikler…

Nihayet geldik yazının asıl sebebine. Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenmiş bir iftar. Hatta galiba iki iftar. Ama konuştuğum kimse emin değil tam olarak kimlerle nasıl bir sofra kurulduğundan. Boğaziçi’ni ele geçirme, “fethetme” halinin kutsanması ve kutlanması söz konusu anladığım kadarıyla. Öyle bir düzenlemişler ki o iftarı ya da iftarları, aralarında yalnızca küçük bir grup sahiden Boğaziçili. Boğaziçi’nin asıl sakinleri, yani hocaları ve üniversitenin özerkliği için direnen öğrenciler elbette davetli değiller. Çünkü eğer kaç zamandır Boğaziçi’nde şahit olduğumuz şey bir “fetih”se onlar orada olamazlar. Fetih böyle bir şeydir çünkü bir yerin asıl sahibinin yerini almak ve onu kendine benzetmektir. Fatih açısından bu, asla ve kat’a o yerin asıl sahibi olmadığını bilerek hükmetmektir. Fetih sözcüğü böyle gururla, şişinerek dile her değdiğinde, “buranın asıl sahibi sen değilsin” diye hatırlatır. Ama bu fethedilen, yani açılan, sözüm ona bir tabula rasaya dönüştürülen o yerle ilgili tasarrufta bulunulmayacağı anlamına gelmez. Aksine, madem ki kendisine ait değildir istediği gibi incitir o yeri. Yazıya o türlü bir cümleyle girdim hatırlarsanız: Fatih demiş ya İstanbul için, “Hele fethedelim de nihayet biz yıkarız.” O yıkımı, o yıkımın failleri kendilerince birbirlerine hediye ediyorlar şu halde. İzlediğimiz sahne bize bunu söylüyor. “Bakın,” diyorlar “burayı bizim yani sizin kıldık.” Cümlenin gerisi şöyle ama duyulmuyor: “Burası eskiden herkesin girebildiği bir yerdi, şimdi artık yalnızca bizim girebileceğimiz bir yer. Çünkü buraya gelen herkes, buranın aslında bizim olmadığını hemen anlayacak ve biz ele geçirdiğimiz bu yerin bize ait olmadığını gelen her yabancının gözünde bir kez daha hatırlayacağız.” Duyulmayan bu kısmı ise sevincin dehşete karıştığı şaşkın bir şişinme takip ediyor dıştan: “Bunu bile yaptıysak, daha neler yapabiliriz düşünsenize.”

Uzatmanın neticesi

Bir yandan da işte büyücek bir çaresizlik var ortada. Fethedip kendisinin kıldığı ve kendisine benzettiği her şeyin gücünü, saygınlığını, özgünlüğünü, daha önemlisi hayatiyetini kaybettiğini bilmek. O yüzden her fethi bir yıkım ve beton hercümerci takip ediyor. Binalar, araziler el değiştiriyor, ona benzeyenlere yar oluyor ama nedense eskisi gibi olmuyorlar artık. Pırıltıları sönüyor onca LED lambaya ve halkın cebinden ödenen elektrik faturalarına rağmen. Cazibelerini kaybediyorlar. Ne tuhaf… Fethedilen meydanlarda, kampüslerde kurulan tüm sofralarda yalnızca kendisine benzeyenler itibar ediyor ona. Dahası var, belli ki kendisine benzettiklerine kendisi de itibar etmiyor eskisi kadar. Kimden bahsediyorum, tek bir kişiden değil. Toplamda oldukları şeyden.

Nereye mi bağlayacağım mevzuyu? Aslında yazıyı yukarıda da birkaç kez bağladım. Hikâyenin taaaa ne zaman bittiğini söyledim. Uzatmaları oynuyoruz dedim. O uzatmalar da onun mahareti değil, siyasi rakiplerinin beceriksizliği ya da gizli-açık işbirliği yüzünden dedim. O kısmı öyle. Geçici sonuç. Eninde sonunda o rakipler de aymazlıklarının farkına varacaklardır. Şunu sorsunlar uzatmaların efendisine, korkmasınlar, çok da geç kalmasınlar: “Sen kimin yurdunu fethediyorsun? Kimin yurdunu kimden esirgiyorsun? Kimin yurdunu kime veriyorsun? Sahi sen kendini kim sanıyorsun?” Gerisi gelir. Çünkü, su akar yatağını bulur.

Fakat, benim açımdan daha önemli ve kalıcı bir sonuç daha var. Bir yeri ele geçirmek, oradan kendine benzemeyenleri kovmak, onlara ait olanlar üzerine sofralar kurup cümle aleme göstere göstere yemek ve bu suretle zafer ilan etmek şeklindeki örüntü var ya… Hah işte o örüntüyü, böyle tarih kitaplarından, romanlardan, şarkılardan, siyasi konuşmalardan, fethedenlerin ya da fethedilenlerin anlattıklarından, değil de gözlerimin önünde gerçekleşirken görmeye başladığımdan beri olan bir şey daha var. İsmini bilmiyorum bu duygunun… Karışık… Mideye vuruyor sanki. Boğazda bir düğüm gibi de hissettiriyor kendini. Yüzüm de buruşuyor hafiften. Neyse…

  1. “Lanetli şehir düştü: İstanbul’un fethi ve kıyamet senaryoları,” Osmanlı Araştırmaları, XXII, 2003, s. 204
  2. Ali Şükrü Çoruk, “Bir gelenek icadı olarak II. Meşrutiyet Dönemi’nde gerçekleştirilen İstanbul’un fethi törenleri,” FSM İlmi Araştırmalar, İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, Sayı: 7, 2016.
  3. Ömer Özcan, “İstanbul’un fethinin 500’üncü yıldönümünü kutlama hazırlıkları,” Türk Yurdu, sayı: 316, Aralık 2013.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.