Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Öner Günçavdı yazdı: İstanbul Finans Merkezi

AKP iktidarının uzun süreli arzularından biri de İstanbul’u küresel bir finans merkezine dönüştürmekti. Bu yüzden Ataşehir’de çok büyük bir inşaat projesi başlatmıştı. Niyet, öncelikle merkezi Ankara’da olan bankaları, düzenleyici kurumları İstanbul’a taşımaktı. Ama bunlardan en önemlisi Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) taşınmasıydı. Küreselleşmenin bu boyutlara ulaştığı ve teknolojik gelişmelerin ülkeleri coğrafik olarak birbirine yakınlaştırdığı böyle bir dönemde, ülkemizdeki finansal kuruluşların coğrafik olarak yerlerini değiştirmenin anlamı ne olabilir diye sorabilirsiniz. Hele de ülkenin başkenti hâlâ Ankara olarak kalırken.

Aslında bu çok eski bir tartışmaydı ve şahsen ben bu projenin sonlandığını düşünüyordum. Ancak proje Ankara’daki finans kuruluşlarının taşınma kararlarıyla birden tekrar gündeme geldi. TCMB de bu “göç” projesine başlamıştı bile. Kadrolar İstanbul’a transfer edilirken, tahmin edileceği gibi, kurum personelinde de ciddi oranda memnuniyetsizlikler baş göstermeye başladı.

Geçmişte projenin başında AKP hükümetinde Devlet Bakanlığı yapmış olan Sayın Prof. Dr. Nazım Ekren vardı. Hoca tüm iyi niyeti ile proje üzerinde ciddi olarak çalışıyor, toplumun farklı kesimleriyle temas ediyordu. O günlerde ben de görüşlerimi kendisiyle paylaşma imkânı bulmuştum. Her zamanki nezaketiyle, sabır gösterdi, dinledi Nazım Hoca.

Herkesin projeden beklentileri farklı. Anladığım kadarıyla “finans kesimi” bu projeyi kendileri için yeni iş imkânları yaratacak bir proje olarak görüyor. Tıpkı inşaatçılar gibi. Bunun anlayışla karşılanabileceğini düşünüyorum.

İktidar ise bugüne kadar alıştığı dış kaynak akımına istikrar sağlayacak bir mekanizmayı harekete geçireceğini düşünerek projeye dört elle sarılıyordu. Ama hiç kimse böyle bir projenin gerektirdiği iktisadi koşulları ve yol açacağı olası etkileri dikkate almıyor, tartışmıyor. Kazacaklarımız ile kaybedeceklerimiz arasında bir mukayese yapılmıyor. Hiç kimse Türkiye’nin baş edebileceğinden çok büyük bir işin içine girip girmediğini sorgulamıyor.

Bu proje, 2000’lerin başında Türkiye’nin ekonomik istikrara kavuştuğu, enflasyonun düşük, kurun son derecede istikrarlı olduğu, iktidarın ise Avrupa Birliği üyeliği konusunda kararlı bir duruşa sahip olduğu bir dönemde gündeme gelmişti. O günlerin özgüveninin teşvik ettiği iddialı bir projeydi. Belli ki birileri o günlerdeki sermaye akımlarının gelecekte de aynı şekilde devam etmeyeceğinden endişe duyup, bu akımları istikrara kavuşturacak çarelerin peşine düşmüştü.

Peki, o günlerde sahip olduğumuz ekonomik koşullara bugün sahip miyiz?

Ülkemizdeki makroiktisadi istikrar çok uzun zamandır kayboldu. Enflasyon en önemli istikrarsızlık kaynağı ve iktidar bu konuda hiçbir tedbir almıyor. Almaya da niyetli görünmüyor. Hatta ilginçtir, faiz – enflasyon arasındaki ilişki konusunda uluslararası finans kesimlerinde kabul görmeyecek görüşleri dile getirmekte ısrar ediyor. Bir tarafta ekonomik hayatta “nas’ı” referans aldığını söylerken, öte yandan tüm işleyiş mantığı nas’a aykırı olan bir sistemi kurmanın peşinde gidiyor. Tabii bu da iktidarın söylemlerindeki samimiyetin sorgulanmasına yol açıyor.

Böyle bir projenin başarısı için gerekli kur istikrarı da bir başka sorun bu günlerde. Şu anda TL’nin değeri konusundaki müdahalelerle elde edilmiş “istikrarın” kalıcılığına iktidar dışında inanan var mı? Hatta onların bile inandıklarını iddia etmek şüpheli.

Böyle bir durumda yabancı yatırımcılar neden İstanbul Finans Merkezi’ne (İFM) gelsinler ki?

Yarın ne olacağı konusunda hiç kimse emin değil. Ekonomik birimler son derecede kısa vadeci, miyop yatırımcı olmuş durumdalar. Hiç kimse uzun vadeli düşünmüyor. Çok daha önemlisi negatif net rezervlere sahip TCMB’nin, bıçak sırtındaki döviz piyasalarına yaptığı müdahalelere daha ne kadar devam edebileceğini bilmiyor.

Yerleşikler bile tasarruflarının çoğunu ya yabancı para cinsinden ya da getirisi dövize bağlanmış Kur Korumalı Mevduatta tutmayı tercih etmektedir. Yani TL talebi ciddi oranda azalmış. İktidar bu talebi uyarmak için tüm piyasada oluşan riskleri hazine üzerine yüklemek zorunda kalmıştır. Tabii bu durumun yabancılara güven vereceğini düşünmek doğru olmaz.

İstanbul’u bir finans merkezi yapmak istiyorsak, TL talep gören bir para olmalıdır. Aksi halde kurulacak merkezde işlemlerin ağırlıklı olarak dövizle yapılması ve bunun için de ekonomide ciddi oranda döviz kazanan mekanizmalara sahip olmak gerekecektir. Bunun birinci koşulu mali istikrar, ikincisi ise dünya ve bölge ülkeleriyle güçlü ticari ilişkiler inşa etmektir. Özellikle ekonomiyi cari fazla veren bir yapıya kavuşturabilmektir.

Bir başka önemli sorun ise Türkiye ekonomisinin ciddi bir ithal bağımlılığının olması ve sürekli cari açık sorununa maruz kalmasıdır. Kriz dönemleri hariç Türkiye ekonomisinin cari fazla görme olasılığı neredeyse yok. Bu durumda Türkiye tasarrufu fazla olmayan bir ekonomi olarak düşünülmelidir. Dolayısıyla bir finans merkezi için gerekli fonlar bakımından dışarıya bağımlı olacaktır.

Ancak Türkiye ekonomisi dış ticaret açısından ne pazar, ne de ürün bakımından çeşitliliğe sahiptir. Özellikle bölgesindeki ülkelerle ticareti yeterli düzeylerde değildir, hatta sorunludur. Unutulmamalıdır ki bu proje gündeme geldiğinde Türkiye ve Suriye arasında çok ciddi ticari ilişkiler ve ticaret hacmi söz konusuydu. Şu anda bu ilişkiler resmi kanalların dışına kaymış durumda. Dahası Türkiye resmen Suriye’deki iktidarla görüşmeyi bile reddetmektedir. Dış ilişkilerde böyle sorunları olan bir ülke, nasıl olur da kurulacak finans merkezine fon çekebilecek?

Benim asıl itirazım ise çok başka sebeple. Özellikle daha böyle bir merkez işlevsel değilken bile İstanbul’da gayrimenkul fiyatları ve kiraların ulaştığı nokta ciddi rahatsızlık konusu oluşturmaktadır. Sorun gayrimenkul fiyatlarındaki artış oranları ile yurtiçindeki gelir artış oranları arasındaki ilişkinin kopmasıdır. Artık bu piyasa tamamıyla dış tasarrufların ve içerideki gelir dağılımındaki bozulmaların etkisiyle yönlendirilebilir bir hal almıştır. Bu ileride ülkemizde baş gösterebilecek daha büyük problemlerin işaretçisidir. Ama iktidar bugün maruz kaldığı diğer sorunların yanında bu konuya yeterince ilgi göstermemekte, ya da göstermek istememektedir.

Varsayalım ki böyle bir merkez inşası için tüm fiziki ve ekonomik alt yapı imkânlarına sahibiz. Böyle bir durumda ekonominin ciddi bir sermaye akımına maruz kalması kaçınılmazdır. Zaten arzulanan da budur. Böyle bir sermayenin geçmişte kullanım şekli herkesçe malum. Bunun gelecekte değişeceğinin garantisi var mı? Muhtemelen bu sermaye de ülkede yeni bir birikim modelinin kaynağını oluşturacak. Sanırım iktidarın en önemli düşüncesi İFM ile böyle bir alternatif birikim modeline finansal kaynak oluşturmak. Böyle bir birikim modelinin devreye sokulması ülkemizdeki toplumsal ve siyasi dengeler üzerinde onarılamaz etkilere yol açacağını düşünmekteyim.

İkinci önemli husus ise ekonominin maruz kalacağı sermaye akımlarının TL’nin talep görmesine ve böylece değer kazanmasına yol açacağıdır. Geçmişte böyle bir durum ile karşılaşıldığında bununla baş edebilmekte başarısız kalan TCMB ve para politikası, gelecekte bununla baş edilebilmek için kullanacağı araçların ve politikaların seçiminde yeteri kadar nötr olabilecek, siyasetten bağımsız davranabilecek midir? Bu da kamuoyunda tartışılan bir husus değildir. Aksine böyle bir değerlenme ile elde edilecek refah artışının siyasiler için en kolay siyasi irade üretme aracı olarak görülmesi bile mümkündür. Zaten geçmişte de böyle oldu.

Bu gibi finans merkezlerinin bulunduğu ülke veya kentlerde karşılaşılan bir diğer önemli sorun da aşırı sermaye girişinin ekonomideki reel ve finansal varlık fiyatları üzerinde talep baskısı yaratıp, fiyatlarının artmasına yol açmasıdır. Bununla beraber meydana gelebilecek enflasyon ise yerleşiklerin gelirleri ile fiyatlar arasındaki dengeyi koparmaktadır. Artan pahalılık yerleşiklerin gelirlerinde de artış yapılmasını beraberinde getirmektedir.

Elbette bu da bir finans merkezi inşa etme düşüncesiyle birlikte ülkedeki gelirler politikasının da gözden geçirilmesini gerekli kılacaktır. Ancak Türkiye gibi bir ülkede muhtemel fiyat artışlarıyla uyumlu gelirlerin verilebilmesi ekonomideki toplam faktör verimliliğinin de arttırılmasını gerekli kılar. Maalesef bugün bu gereklilik konusunda da çok fazla kafa yorulduğuna şahit olmuyoruz.

Belirtmekte fayda var… Bir finans merkezi olmak sadece bir finansman projesi değildir. Ciddi ekonomik ve toplumsal etkileri olabilecek, ülkemizdeki siyasi yapıyı bile değiştirecek bir etkiye sahiptir. Sadece finansın dar sınırları içinde düşünerek uygulanacak böyle bir proje gelecekte ülke ekonomisini hiç beklenmedik sorunlarla karşı karşıya bırakabilecektir.

Ancak her şeyden önce, böyle bir projeyi hayata geçirmek için gerekli makroiktisadi istikrara Türkiye sahip değildir. Bu istikrar sağlanamadığı müddetçe, İFM projesi AKP iktidarının bir diğer iddialı projesi olan “Kanal İstanbul” projesi gibi büyük çaplı bir inşaat projesi olmaktan öteye geçemeyecektir.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.