Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Serhat Güvenç yazdı: Kural temelli uluslararası düzenin kıyısında

Haziran ayında yapılan NATO Madrid Zirvesi’nde kural temelli uluslararası düzen vurgusu öne çıktı. Rusya’nın bu düzene açık bir tehdit; Çin’in ise bir sınama (ya da meydan okuma) olduğu tespit edildi. 70 yılık üye Türkiye de bu metnin altına imza atarak kural temelli uluslararası düzene bağlılığını teyid etti.    

Bugün kural temelli uluslararası düzenden kast edilen herhalde bir dönem Amerika’nın önderliğini yaptığı liberal uluslararası sistemden geriye ne kaldıysa odur. Liberal uluslararası sistemin kökleri ise 1814-1815’deki Viyana Kongresi’ne dek götürülebilir. Dönemin başat aktörü Britanya, devletlerarası ilişkilerde belli norm ve kuralları gözetmenin herkesin çıkarına olduğunu diğerlerine kabul ettirerek siyasi ve ekonomik çıkarlarına uygun işleyen bir uluslararası düzenin temellerini attı. Köle ticaretinin yasaklanmasından, açık denizlerde (ve uluslararası nehirlerde) seyir serbestisine dek bir dizi kural bu evrede ortaya çıktı.

Düzen kuruculuk ve koruyuculuk rolü II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’ya geçti. Ancak Soğuk Savaş’ta “evrensel” kural ve normlara dayalı düzen “Batı”ya özgüydü. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması sonrası düzen, Batı dışı coğrafyalara da sirayet etti. Eski Doğu Avrupa ülkeleri bu düzene katılmak için sıraya girerken, Rusya ve Çin’in de düzenin özellikle ekonomik kurumlarına eklenerek “ehlileştirilmesi” hedeflendi.

Küreselleşme, gerçek anlamda bir liberal uluslararası düzenin kurulabileceğine ilişkin iyimserliği besliyordu. Kural ve norm temelli bu düzenin parçası olarak ülkeler hem daha güvenli hem de daha zengin olabilecekti. Bu sayede savaşlar da azalacaktı. En azından 20. yüzyılın son on yılına bu hikaye damgasını vurdu. 

Türkiye’nin bu düzenle kurduğu ilişkinin kökleri Soğuk Savaş’a uzanmaktadır. Düzenin öncülü o zaman “Hür dünya” olarak tanımlanıyordu. Türkiye de bunun bir parçasıydı. Ama bu ilişki çoğunlukla stratejik gereklere dayandığı için Türkiye’nin payına “stratejik Batılılık” düşmüştü. Bu dozda Batılılık iki tarafa da yetiyordu. İç siyasette ve ekonomide liberal ilkeler gözetildiğini söylemek zordu. Yine de NATO ve AB ile o dönemde başlatılan kurumsal bağlantılar, gelecekteki liberal uluslararası düzene eklemlenmek için birer köprü başıydı. 

Özellikle 90’ların sonunda Türkiye, stratejik Batılığın işe yaramadığını anlayınca, kural temelli düzenin merkezinde kendine yer aramaya başladı. AB üyeliği hedefi, bu arayışın bir yansımasıydı. Türkiye, NATO’ya zaten üyeydi ve Soğuk Savaş sonrası harekatlara katkı vererek düzenin bu ayağı ile kurulan bağını pekiştirmişti. AB üyeliği hedefi ile düzenin temelini oluşturan kural ve normların Ankara tarafından benimsenmesi ve hatta özümsenmesi bekleniyordu.   

Bu yolda kat edilen ilerlemenin değerlendirebileceği bir dizi ölçüt zaten Kopenhag Kriterleri adıyla ortaya konmuştu. 1999’dan 2011’e dek Ankara bu kriterlere uyum için gayret gösterdi. Bir zamanlar Kopenhag Kriterleri’ni “yeterince” karşıladığı için tam üyelik müzakereleri başlatılan Türkiye, siyasi kriterleri (demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi) karşılamaktan artık çok uzak. Komisyon’un yıllık ilerleme raporlarını merak eden pek kalmadı gibi. Siyasi kriterlerden uzaklaşmanın iç ve dış politikadaki sonuçlarını 10 yıldır gün be gün yaşıyoruz. İçeride özgürlük alanlarını daraltan, hukukun üstünlüğünden vazgeçen iktidar, dış politikada da komşularla ve hatta müttefiklerle ilişkilerde gerginlikler ve uyuşmazlıklara neden oldu/oluyor.  

2018’den itibaren Türkiye, Kopenhag ekonomik kriterlerinden de uzaklaşmaya başladı. AB’ye üyeliğin temel koşulların birisi “işleyen” bir serbest piyasa ekonomisine sahip olmak. Sıcak para kaynakları kurudukça, iktidar dövizi baskılamaya çalışıyor. Sonuçta liberal ekonomi iddiası da ciddi biçimde aşınıyor. Enflasyonla mücadele adına atılan adımların serbest piyasa ekonomi ile çeliştiği ifade ediliyor. Mevcut durumda Türkiye’nin ekonomik sisteminin “liberal” nitelemesini hak edecek yanları zayıflıyor ve ortadan kalkıyor.

Aslında 15 Temmuz darbe girişimi sonrası getirilen siyasi rejim özünde liberal ekonomi anlayışıyla çelişiyor. Bu siyasi sistemin, liberal ekonomik politikalar uygulanarak sürdürülmesi mümkün değil. İkisinden birinin tercih edilmesi gerekiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mevcut sistemden vazgeçmeyeceğini düşünürsek, Türkiye’nin kural temelli uluslararası sistemin ekonomik normlarından daha da sapması ihtimal dışı değil. 

Çok değil 10 yıldan biraz uzun zaman önce Türkiye’nin “güvenlikçi” dış politikasının giderek ekonomik ve ticari kaygıları gözeten bir yöne evrildiğine neredeyse ikna olmak üzereydik. Prof. Dr. Kemal Kirşçi, 2009’da yazdığı bir makalede Türkiye’nin giderek ticari kaygıların şekillendirdiği bir dış politikaya yöneldiğini ileri sürmüştü. Geleneksel milli güvenlik devleti yerini “ticaret devleti”ne (trading state) bırakıyordu. Bu yeni kimlik sayesinde ülkenin liberal uluslararası sistemdeki yeri de sağlamlaşmaya adaydı. 

Olmadı. Artık çok daha sert kabuklu milli güvenlik devletine hızlı bir dönüşüm yaşandı. Bu devlet modelini sürdürebilmek için büyük mali kaynaklara gereksinim var. Üstelik şeffaflık, hesap verebilirlik gibi ilkeler yerini keyfiliğe bıraktığı için yurtdışı piyasalardan kaynak bulunamıyor. Çıkış, kural temelli uluslararası düzenle başı hoş olmayan diğer ülkelerle ekonomik ve ticari bağları sıkılaştırarak aranıyor. Üstelik bu ülkelerin cazibesi diğerleri gibi iç politika ya da iç hukuk düzeni konusunda şart-şurt getirmedikleri için de artıyor. 

Geçen hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşme, Türkiye’nin kural temelli uluslararası düzenle arasını iyice açmaya aday. Ukrayna’yı işgal girişimi nedeniyle Rusya’ya uygulanan ekonomik yaptırımların etkisini kırmak için Putin çıkış yolu arıyor. Erdoğan’ın dönüşte verdiği ekonomik ilişkileri geliştirme mesajları böyle bir rol oynama hevesine işaret ediyor. Putin ve Erdoğan birbirlerinin yakıcı dertlerine derman olabilirler. 

Ancak bu heves Türkiye’nin ikincil yaptırımlara maruz kalmasına yol açarsa ne olur? Rusya açısından Türkiye’yi değerli kılan halen liberal uluslararası sisteme erişebiliyor olması. Bu sistemden dışlanmış bir ülke işine yaramaz, hatta yük olur.   

Zaten siyaseten Batı’dan kopma aşamasına gelmiş bir ülke ekonomik bağını da kaybederse ne olur? Bütün işaretler Türkiye’nin 70 yıllık stratejik Batılığı’nın da sonuna gelindiğini gösteriyor. Bu sonbaharda İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği yüzünden yeni ve daha yıkıcı bir kriz yaşanması olası. 

Peki Türkiye’nin Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi konusunda net bir tutum ortaya koymaması sadece kendi tercihlerinin bir sonucu mu? Hayır. Bir kere bizzat ABD, kural temelli uluslararası düzenin altını oydu. Trump’ın başkanlığı bunun zirve noktasıydı. O yüzden bu düzenin geleceği kuşkulu. Biden yönetiminin ömrü kadar ömrü kalmış olabilir. 

Türkiye’nin “denge” olarak tanımladığı kararsızlık hali bir ölçüde dünyadaki arada kalmışlık halinin bir sonucu. Ne Batılı ne de Ortadoğulu olamamaktan söz ediyorum. Kimilerine göre işlevi Doğu ve Batı arasında “tampon” ya da “yalıtkan” olmaktan öte gitmeyen bir ülke. Kendisine biçilebilen en olumlu rol “köprü” olmak. Kurallara ve normlara uyma gayretinin doruğa çıktığı zamanlarda bile Batılılığı ya da Avrupalılığı sorgulanan bir ülkeydi Türkiye.  Bugünkü savaşta Türkiye’nin kendini tam anlamıyla Batı’nın yanında ya da Rusya’nın karşısında konumlayamamasına o yüzden çok da şaşmamalı. İğneyi kendimize, çuvaldızı Sarkozy ve Merkel gibi Avrupalı siyasetçilere batıralım.    

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.