Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sevilay Çelenk yazdı: Otuz saniyelik bir şey – Adam yerdedir ve kadın ona elini uzatır

Jean-Luc Godard bu dünyaya kendi rızasıyla 91 yaşında veda etti. Godard’ın Fransız Yeni Dalga Sineması’nın en önemli isimlerinden biri olduğunu, adının geçtiği her yerde yapıldığı gibi, ben de en baştan belirteyim. Ünlü yönetmenin ölümü dünyanın her köşesinde muhakkak ki konuşuldu. Fakat bir yandan da öldüğünü haber aldığım gün, Paris’te bir arada olduğum on iki kişilik uluslararası topluluk içinde, Jean-Luc Godard’ı tanıyan sadece iki kişiydik. Biri zaten Fransız yurttaşıydı. Yine de sanırım bu Godard’ı pek de şaşırtmazdı. Belki de bununla pek ilgilenmezdi demek daha doğru olur.

Tesadüf bu ya, Godard’ın ölümünün ertesi günü, Montparnasse’da bir tura katıldım. Gezi güzergahında birçok ünlü yazar, şair, yönetmen, oyuncu ve sanatçının evi ya da atölyesi yer alıyordu. Müdavimi oldukları kafeleri ve Rilke’den Aragon’a birçok sanatçıyı konuk etmiş olan Otel Istria’yı dışarıdan bile olsa görmek etkileyici bir şeydi bence. Bulvar boyunca yürürken kaldırımlarda Godard’ın “Serseri Aşıklar” (À bout de souffle) filminden karelere rastladık. Köşeyi dönüyorsun ve Jean Seberg’i Jean Paul Belmondo’nun yanağına öpücük kondurduğu anda yakalıyorsun… Yine de yakalıyorsun dediğime bakmayın. Her şeye biraz geç kalmışsın gibi hissediyorsun aslında. 

Ertesi sabah birlikte bir kahve içtiğim Fransız meslektaşım, Godard gibi sanatçıların ölümlerinin, böyle ileri bir yaşta bile olsa, kendisini etkilediğini ve gençliğine ait ne varsa giderken beraber götürdükleri duygusuna kapıldığını söyledi. Bizim gençliğimizde Godard’la birlikte gittiği duygusuna kapılacağımız bir şey yok belki ama yine de çok anladığımı sandığım bir hissiyat.

Dünyada bir açık hava müzesi gibi olan, sanatla kucak kucağa yaşayan şanslı kentler var, ne güzel… Sanatın müthiş bir değiştirme gücü var çünkü. Otoriter yönetimlerin ya da genel olarak otoriter yönelimlerin diyelim, sanata ve sanatçıya bu kadar hınçla saldırmasının altında da bu hakikat var. Zifir gibiler ve dünyanın ışığını emmek istiyorlar.

Jean-Luc Godard kendisiyle yapılan bir söyleşide “Sanatçı olmak korkak insanın işidir” diyor. Eğer sözcükleri düz anlamıyla almıyorsanız, bu ifadenin de muazzam bir cesaret içerdiğini görebilirsiniz. Buraya tekrar döneceğim. Son iki gündür bir şekilde bu gibi konular üzerine düşünürken, sosyal medyada 22 yaşında gencecik İranlı bir kadının, Masha Amini’nin hicabı “uygun” biçimde giymediği için İran ahlak polisi tarafından gözaltına alındığı, işkenceye maruz kaldığı ve hayatını kaybettiğine dair paylaşımlara rastladım. Sosyal medya paylaşımlarıyla yayılan haberi şükür ki başka bir kaynaktan doğrulayamadım. Umarım ve dilerim ki asla doğrulanmasın. Hiç yaşanmamış türden bir olay olmasa da hiç değilse bu vaka bu kez doğru olmasın. Bu vahşet ihtimali karşısında insan gerçekten çok çaresiz hissediyor. 

Sanat bir ülkenin hayatını, kaderini değiştirir demiştim. Sinemadan söz ediyordum. Oya gibi ince ince işlenmiş benzersiz filmleriyle İran sineması da İranlılar’ın kaderini değiştirmeye bir biçimde etki ediyor, biliyorum. Başka türlüsü mümkün değil. Sinema en nihayetinde ışık, ses ve müziktir… Çatlağını bulur ve ulaşması gereken her yere ulaşır. 

Godard’a ve sanatçının korkaklığı meselesine dönelim. Sözünü ettiğim televizyon söyleşisinde sanat ve sinema üzerine konuşan Godard’a, programın sunucusu Christian Defaye, Yeni Dalga filmlerinin özetlenemeyeceği gibi bir şey söyler. Godard aksine bal gibi özetlenebileceğini ifade eder ve bal gibi de özetler: “Adam yerdedir ve kadın ona elini uzatır. Filmin sonunda kadın yerdedir ve adam ona elini uzatır.” Godard’a göre değişim gerçekleşmiştir. Aslında otuz saniyelik bir iştir bu. Ünlü yönetmen, “Otuz saniyede anlatsam bu bir buçuk saatte yaptığımdan daha iyi olurdu ama bir buçuk saat yapmak zorundayız” diye devam eder. Christian Defaye, Godard’ın biz neyiz, nasıl yaşıyoruz sorularına yanıt aramanın yanı sıra doğayı anlama çabası içinde olduğunu söyler. Sporcularla ilgili bir metaforu hatırlatır. Bazen bir santimetre daha yukarı zıplayabilmek için yıllarca çalışmaları gerektiğini söyler. “Sanırım sizde de durum aynı” der. Stüdyoda, elindeki puroyu hiç bırakmadan ve ortama ağır biçimde duman yayarak soruları dikkatle dinleyen Godard hafifçe huysuzlanan bir sesle, “Sanırım öyle ama bir santimetre daha yukarı zıpladığınız için Altın Palmiye’yi hak ettiğiniz de söylenemez” der. Defaye, Godard gibi çalışıldığında bir ilerlemenin kaçınılmaz olduğunu söyler. “Sizde böyle bir his var mı” diye sorar. Godard, yön değiştiriyoruz, derinleşiyoruz… “Yaşıyoruz ve her zaman da her şeyin, her zaman her şeyin bir anlamı var. Her şeyin her zaman kendine göre bir anlamı var” diye, bu noktada kısa bir an takılarak, cevap verir. Film yapmanın hala heybetli bir yanı olduğunu söyler: “Otuz kişi bir araya geliyor ve iki ay bir arada yaşıyor… Bu yüzden filmlerde bir tür büyünün olduğunu söylüyorum. Yaratıcılığın büyüsü. Dünya böyle yaratıldı. İnsanlar da böyle bir araya geldi.” Söyleşinin en dikkat çekici kısımlarından biri de şudur:

“Zavallı sıradan insanlar olarak zavallı sıradan insanları temsil ediyoruz. Onlar aklında şunları canlandırabilsin diye delice bir yükün altına giriyoruz. Dünyanın oluşu, belirli bir anda kendi oluşumuz, ilişkilerin oluşu, aşkın oluşu vs. Bunu elimizden geldiğince yapmaya çalışıyoruz. Biliyorsunuz delice bir yükün altına girmekte hem yük hem de delilik kelimeleri var. Maruz kaldığımız yük dolayısıyla da delirmemek gerek”.

Sevilen birinin ölümü üzerine hep yapıldığı gibi, internette çeşitli arşivleri gezerken kaptırıp gittiğim eski bir söyleşi bu. Bana kalırsa en can alıcı noktası şurası: Programın sunucusu Christian Defaye, Godard’a, evinde kendi başına çalışıp durduğu ve bir filmin hikayesi olarak, bazen sadece birkaç satırlık bir nottan yola çıktığı o yalnız çalışma halinin az çok acı verici bir deneyim olup olmadığını sorar. Bu güzel soruya verdiği cevap, Godard’ı da Godard yapan şey aslında. “Bu herkes için böyle değil mi” diyerek o da soruya soru ile cevap verir. 

“Çocuğunu dert eden herhangi bir anne, elindeki et stokunu bitirmeye çalışan ve birileri gelip satın alacak mı diye düşünen kasap… Hepimizin yaşadığı şey aynı… Bir anlamda sanatçı olmak korkak insanların işidir. Sanata sığınırız. Nietzsche’nin dediği gibi, sanat, hakikaten ölmemek için vardır. Ama aynı zamanda, sanat hakikat ile yaşamak için de vardır. Ernest Renan’ın sevdiğim bir cümlesini de alıntılayayım. Hakikat üzücü de olabilir. Ya da bir filmde söylendiği gibi devrimci de olabilir.” 

Program sahibinin bu bağlamda sorduğu son soru, bu süreçte hiç panik yaşayıp yaşamadığı, bitirememekten korkup korkmadığıyla ilgili bir sorudur. Godard, “Daha ona gelmeden başlayamamak var, yolda kazaya uğramak var” der… Sonra sinemada bir şeylerin muhakkak bulunduğunu ekler. Bir şeylerden beslendiğiniz anlar son derece önemlidir. Ben mesela önce bir şeylerden beslenir, bunları alır ve sonra bu aldıklarım içinden seçmeye çalışırım, der.

Büyük sanatçılar neden büyüktür? Godard; o kahverengi ceketli, dağınık saçlı, elinde purosu uzun uzun dalarak, gerçekten televizyonda bile düşünme sürecini, sanki evindeymiş de ayaklarının dibine kıvrılmış kediyi de rahatsız etmek istemiyormuş gibi bir sakinlikle sürdüren ve bu sükunetin mümkün olduğunu her türlü haliyle söyleyen bir sinemacı. Filozof sinemacılar ekolünden… Üstelik de Godard, hiçbir şeyi mesela bir televizyon söyleşisinde bu sükunetin ve bu sahiciliğin sürdürülmesinin mümkün olduğunu kanıtlamaya da çalışmıyor üstelik. Orada düşünüyor ve siz o düşünce akışını da görüyorsunuz. Öyle olduğu gibi… Sinemasıyla ilişkisini bebeği için kaygılanan bir anneye, yeterli satışı yapıp yapamayacağı için endişelenen bir kasaba benzetiyor. Büyüklenme yok, şov yok, acelesi yok… Böyle işte… Sonuçta Godard ölmüş. Huzur içinde uyusun. Yirminci yüzyılın, sinema yüzyılının altın değerlerinden biri. Bugün bu köşede o konuşsun istedim.

Fransızlar’ın sanatçılarını sevme halleri üzerine de düşündüm dün. Sonra gece yarısı, Orhan Pamuk’un Salman Rüşdi’nin uğradığı saldırı hakkında yazdığı kısa bir yazıya rastladım. Nefretin nereden geldiğini sorguluyor, ölüm tehditleri ve korumalar arasındaki uzamda öğrendiklerini anlatıyor. Rüşdi’nin maruz kaldığı saldırı üzerinden, korumalar arasında geçen kendi hayatını da mesafeli ve ironik bir dille değerlendiriyor. İfade özgürlüğünün korunup güçlenmesi için bu saldırıların ve nefretin kaynakları üzerinde düşünme cesaretinden söz ediyor. Türkiye’de Fazıl Say’dan Orhan Pamuk’a, sanatın farklı alanlarında evrensel bir başarıyı yakalayan isimlere yönelik sık sık açığa vurulan nefreti de düşünmek gerekiyor gerçekten. 

Mahsa Amini ismi etrafında -olay gerçek ya da değil- cisimleşen saldırganlık ihtimali ile Salman Rüşdi’ye ve farklı düzeylerde Orhan Pamuk’a yönelen saldırganlık, nitelik olarak birbirine uzak değil. Nasıl ki Godard kendi hayatını, kaygılarını ve sanatını sıradan insanların uğraşları üzerinden ele alıyorsa, bu hayatlara dikkat göstermekten beslenmeyen bir sinema olamayacağını ve bu varsa muhakkak bir şeyler bulunacağını söylüyorsa nefretin kaynağında da bu sır çözülmüş olsa gerek… Hicabını doğru giymediğini bahane ederek genç bir kadına ya da düşüncelerine beğenmedikleri ünlü bir yazara aynı kör nefretle saldırabiliyorlar. Sinema sıradan hayatlara, Godard’ın deyişiyle nasıl aracılık ediyor ve kendisine nasıl her hâlükârda bir yol buluyorsa. Nefret de buluyor maalesef.

Sanatı ya da sanatçıyı güçlendirmek belki nefretin alanını otomatik olarak daraltmıyor, öyle olsa faşist sanatçılardan söz edemezdik, değil mi? Ama yine de sanatın ötekine hayat hakkı tanımakla ilişkili vicdanı, duyarlılığı ya da aklı güçlendiren ve besleyen önemli bir kaynak olduğu da açık.

Godard’ın dediği gibi biz farklı kaynaklardan beslenmeye bakalım. Yolu bulmak da yolda kaybolmamak da ancak böyle mümkün.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.