Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Kazanın gösterdiği, kaderin örttüğü – Sultan, mahfili ve muhalifleri

“İster yaratıcı ister yıkıcı (olsun), (her) kaza, kendinde saklı olanı meydana çıkaran bir bilinçsiz yapıdır” diyor Paul Virilio. (1)

Bilinçsiz olan kazadır, kazayı örgütleyenler değil. Kaza kendini bilmez, ama gerçekleştiği anda o gerçekleşene kadar bir şekilde görünmez olanı görünürleştirir, bilinir kılar. Bu kısa paragrafın devamında Virilio, “doğal” kazaların (yani afetlerin) (2) aksine, insan eliyle gerçekleşen yapay kazaların, teknolojik icatların birer ürünü olduğunu söylüyor. İster Titanik gibi batsın, ister Çernobil gibi patlasın, insanın bir şekilde müdahil olduğu tüm kazalar, onları taşıyan buzdağının, yani en geniş anlamıyla dünya görüşü manasındaki ideolojinin, görünen kısmından ibarettir. Titanik, asla batmayacak bir gemi inşa etme fikrinin yani teknoloji yoluyla doğayı aşma cür’etinin; Çernobil, meskûn bir yerin yanı başına bir nükleer santral yapmanın gösterdiği bariz ihmalin ürünü olarak görülebilir. Gemi kazası, gemiyle birlikte icat edilir. Nükleer felaketi icat edenler, bu enerjiyi üreten teknolojinin mucitleridir.

Tüm kazalar, insan evlatları arasındaki işbölümü üzerinden örgütlenir. Hiçbir kaza, onu örgütleyenlerden bağımsız bir kader planının sonucu değildir. İçinden şu ya da bu ölçüde teknoloji geçen tüm kazalar insanlığın kolektif eseridir ve onu örgütleyenlerin iradelerini hangi değer ölçülerine göre kullandıklarını anlamamızı sağlar.

Hem o cür’et, hem o ihmal bir yoksayışın ifadesidir. Yok sayılan hayattır. İddia ve ihmal aracılığıyla yok sayılır hayat! Hayat, iddianın büyüklüğü karşısında kayda değer bulunmadığı için ihmal edilmiş, yok sayılmak suretiyle yok edilmiştir.

Virilio, bu fikri genleştirir, teorilerin ve ideolojilerin de kazalar ürettiğini söyler. İstenmeyen sonuçlar gibi duran o katastroflar, aslında teorinin ya da ideolojinin sınırlarını ya da kendini gerçekleştirmek için nelerden vazgeçtiğini görünür kılar. İşte tam bu nedenle her kaza, istenmeyen her sonuç, onu var eden ideolojiyi giysilerinden, meşruiyet örtüsünden soyar ve tüm ayıp yerlerini faş eder.

Kader planı”nın işlevi

Virilio’nun izleğini takiple, faillerin, kaza sonrasında görünürleşen öz-hakiki ideolojilerini neyle, nasıl örttüklerine bakarak gerçekte kendilerinin gene kendilerinde ayıplı buldukları “şey”in ne olduğunu anlayabiliriz rahatlıkla. Ne demişti: “Tabii birileri bununla dalgasını geçebilir, ama önemli değil. Biz kader planına inanmış insanlarız.”

41 kişinin öldüğü bir maden katliamının ardından insanların orada ne olduğuyla, kimin hangi işleri ihmal ederek bu katliama sebep olduğuyla ilgilenmek yerine, onunla “alay etmek”le meşgul olmalarını istedi, bunu neredeyse sipariş etti açıkça. Kendisiyle inançları üzerinden dalga geçilmesi sayesinde 41 kişinin ölümüyle sonuçlanan kasıtlı ihmal zincirini unutturabilmeyi umdu. Çünkü onun gerçek ideolojisi, esaslarından biri “kadere iman” olan inanç değil. O hakikatte, 41 kişinin ölümüne neden olan kasıtlı ihmal zincirini mümkün kılan “değer seti”nin bayraktarı. O “değer seti” o kadar kıymetli ve aynı zamanda o kadar ayıplı ki onu gizlemek için madende ölen 41 kişi “şehit” ilan edilecek hem de koro halinde. Aşağı yukarı şöyle bir cümlede özetlenebilir o pek değerli set: Bazılarımızın faydası için kimilerimizin canlarından vazgeçebiliriz. O bazılarımız, hepimizin yerini alabilir. Hepimiz, uğrunda hayat feda edilenlerden olmak isteriz. Bizim için ölünsün diye arzu ederiz. Ortak ahlakımızın temeli, ortak faydamızdır! Faydasız olan ahlaksızdır ve bizden değildir, demek ki kurban edilebilir. Kurban edilmek istemeyen, faydalı olmanın bir yolunu bulsun!

Nitekim, iki gün sonra Meclis’te yaptığı konuşmada şunu söyleyecek:

“Kaza ve kadere inanan insanlarız. Elbette tespit edilirse suçlunun yakasına yapışacağız. Elbette sistemde belirlenen eksiklikler, aksaklıklar varsa giderilmesini sağlayacağız. Elbette şehitlerimizin geride kalanlarına tüm imkanlarımızla sahip çıkacağız. Bunları yapmak hem bulunduğumuz makamın sorumluluğunun gereğidir hem de milletimizle aramızdaki gönül bağının neticesidir. Bunları yaparken mukadderata, rabbimizin yazgısına teslim olacağız. Elbette biz Müslümanlar için bu olmazsa olmazdır. Yeri geldiği zaman ‘Bu ülkenin yüzde 99’u Müslümandır’ diyor muyuz? E diyoruz. Yüzde 99’u Müslümansa Müslüman olarak da bunun gereğine imanımız tam olacak. Ha ama İslam’la alakan yoksa, Müslümanlıkla alakan yoksa onu zaten biz bıraktık gitti.”

Bunları söylemeden önce gereken tedbirleri zaten aldıklarını, metan gazının renksiz, kokusuz bir gaz olduğunu söylüyor. Yani nasıl bilinebilirdi ki madende biriktiği, değil mi ama? Koalisyon ortağının muhalefet tarafından kullanılmasından rahatsız olduğu Sayıştay raporlarında yazılı bulunan tespit ve uyarılardan asla bahsetmiyor. Yaptığı şey tam olarak, Amasra’da ülkenin tamamı kendi sorumluluğu altındayken işlenmiş bir suça, tüm ahaliyi ortak etmek, bu suça ortak olmayanları da şimdilik yalnızca dinden kovmak. Böylece kaza anında görünürleşen öz-hakiki ideolojisinin ayıplı yerlerini, görenlerin gözüne mil çekerek saklamış olacak.

Cevher ve arzu: Savaş ve hız

Virilio’nun kaza kavramsallaştırması aslında modern toplumu var eden her şeyin savaş merkezli olduğunu öne sürdüğü Dromoloji Kuramı’nın başlıca yansımalarından biridir. Ona göre bugünkü tarifiyle toplum savaşta avantaj sağlamaya, savaşın yıkımından korunmaya ve o yıkımı bir an önce tazmin etmeye ayarlı bir dizi teknoloji etrafında örgütlenmiştir. Yani bugün bildiğimiz manada toplumu var eden “cevher” savaştır.

Savaş merkezli bu örgütlenmenin ayırıcı özelliği ise hız karşısında duyulan dayanılmaz arzu ve hızla yapılan her şeyin verdiği hazdır. Bir bakıma, bir şeyin “iyi” ya da “işe yarar” olup olmadığı, onun hangi hızla gerçekleştiğiyle ölçülür. Hız bu toplumun temel ölçü birimi ve değeridir. Başlangıcını ister fişeği mümkün kılan baruta, ister buharlı trene, ister telgrafa götürün, Dromotokrasik toplumun ayırıcı özelliği nesneleri, haberleri ya da fikirleri hızla taşıyan teknoloji etrafında örgütlenmiş olmasıdır. Bu bakımdan, “Hamdolsun 24 saati geçmeden 41 şehidimize ulaştık” cümlesi de başlı başına ikonik bir “kaza”dır adeta.

Virilio’nun kaza anından geriye doğru giderek teşhis ettiği ideolojik ”cevher,” dar anlamıyla aslında birer yöntem şablonu sunan ideolojileri aşan ve hatta onları birbirlerine kardeş kılan şeydir. Soğuk Savaş döneminde aslında “düşman” olan Sovyetler Birliği ile ABD’yi birbirlerine “kardeş” kılan, Ay’a en önce gitmek için verdikleri yarıştır örneğin. En önce, en hızlı, en uzağa, en çok… Ölçüler böyle… Gerçek ölçüler bunlar… Bu ölçülerin civarına, onları örtsün diye yerleştirilmiş başka kelimelerin işaret ettiği “değerler” ise kurbanlar.

Ekonomimiz şu kadar zaman aralığında ne kadar büyüyor, yani ne hızla büyüyoruz? Basitmiş gibi görünen bu soru aslında bir dolu başka soruyu beraberinde getirir. Bu ilk sorunun değerini, cevapları çoğu kez ihmal edilen bir dizi ikincil soru belirler: Ekonomimizi hızla büyütebilmek için hangi kaynakları, nasıl kullanıyoruz? O kaynaklarla başka neler yapılabilirdi? Dahası, o kaynaklar yalnızca kaynak olmaktan mı ibaretler, bize kaynak olmak dışında bir vaziyetleri yok mudur? Kendi yaşam döngüleri olabilir mesela? Yok mudur? Görklü “millet” bizim “insan kaynağımız” olmaktan ibaret midir?

Sonsuz sayıda soru üretilebilir bu yolla. İkinci bir kümeye daha dikkatinizi çekip bırakacağım: Ekonomimizi büyütme yarışında öne geçmek için nelerden, kimlerden vazgeçeriz? Ya tahammül ettiklerimiz, kimlere ve nelere katlanırız daha hızlı büyüyen bir ekonomi için? Temel göstergelerimizin ekonomiden gelmesi işin tabii tarafı… Öyle mi? Tabii olan bu mu?

Temel göstergeleri bunlar olan bir ekonomi-politikte kim kimdir? Şöyle de sorabiliriz soruyu: Temel göstergeleri böyle belirlenmiş bir ekonomi-politik bağlamda herhangi birinin, biri olma ihtimali var mıdır? Virilio’ya göre hayır… Cevher’i savaş olan bu geniş ideolojik bağlamda toplum olmamız mümkün değil, kitleyiz biz. Bu yüzden şehirlerimiz tümör ya da cerahat gibi yayılıyor dünyanın yüzeyine. O da bütün bunları nasılsa “tabii” bulduğumuza güvenerek, öz-hakiki ideolojisinin ayıplı yerlerini, en bir ortak neyimiz varsa onunla örtebiliyor kendince. Ona göre en ortak şeyimiz bizi kadere inandıran din, o zaman o kazayı örgütleyen ideolojinin ayıpları onunla örtülecek. Onu dindar yapan şey dine olan inancı değil, dinin öz-hakiki ideolojisini örtecek kadar güçlü bir kapatıcı olduğuna olan inancı. Aynı durum birinin milliyetçiliği, öbürünün ulusalcılığı için de geçerli.

İnsansız devletler çağının gülünç sultanları

Virilio’nun teknoloji, hız (ivme) ve savaş arasında kurduğu ilişkinin bir benzerini, Charles Tilly de modern devlet ve ordu arasında kurar (3). Ona göre, modern-merkezi devlet, süregiden ya da olası savaşlarda başarı sağlamak amacıyla kalabalıklaşan ve teknolojiye ihtiyacı artan ordular etrafında oluşmuş bir siyasi düzenektir. Yani uluslar ordu kurmaz, ordular kendilerine ulus uydururlar.

Çok sık aklımıza geliyor teknolojinin insan emeğine ihtiyaç duymayacağımız bir seviyeye gelebileceği. Robotlar işlerimizi elimizden alacaklar. Peki biz ne yapacağız o zaman? Nihayet hayatın tadını çıkarmaya mı başlayacağız, yoksa açlıktan ölecek miyiz? Daha karanlık bir versiyonu da var bu bulmacanın: Ya savaş teknolojileri artık asker gerektirmeyecek bir seviyeye çıkarsa, o zaman yurttaşlar devletlerin ne işine yarayacak?

Virilio’nun ve Tilly’nin modern topluma ve devlete ilişkin, savaşı ve teknolojik gelişmeleri temel alan teorilerini yan yana okuduğumuzda, bir de kısa süren bir refah devleti deneyiminden sonra dünyanın her yerinde ayyuka çıkan otoriter arayışlara baktığımızda, gayet her an aklımızda tutmamız gereken bir soru bu.

Sahi, devlet başkanlarının tek bir düğmeye basarak kıtaları yok edebileceği, insansız savaş uçaklarının lidere sadakatten katiyen şaşmayacağı bir savaş teknolojisi düzeyinde devletlerin bunca nüfusu beslemeye, hele onlara iyi bakmaya, sağlık ve eğitim gibi pahalı hizmetler vermeye niye ihtiyacı olsun?

Diyeceksiniz ki o teknolojiyi finanse etmek ve üretmek için elbette gene insana ihtiyaç duyacaklar… Belli ki tamamına değil… Artık canlarının istediği kadar seçici olabilirler.

Bu açıdan baktığımızda, sağ-popülizmi, devletlerin insansızlaşması sürecinde tecrübe etmekte olduğumuz bir ara dönemin ayıplarını örtmekte olan bir siyasi söylem olarak görebiliriz pekâlâ. Çelişkili gibi görünen iki ortak özelliği var sağ-popülist otoriter siyasi ekiplerin: “Millet” dedikleri şeyi hem alabildiğine yüceltiyor ve hem de aynı anda apaçık aşağılıyorlar.

Lafızda “millet”i, ona atadıkları, işlerine gelen birkaç değere indirgemek suretiyle baştacı ediyorlar. Bu baş tacı edermiş gibi yapma hali, milletin bir kısmını açıkça kurban edecekleri kimi politikalara rıza üretmelerini, razı olmayanları milletin etrafına kazdıkları hendeğe atmalarını sağlayacak bir konfor alanı yaratıyor onlara.

Bir kez bu konfor alanını oluşturduktan sonra, milleti baştacı etmek üzere seçtikleri, aslında bizzat kendi elleriyle karikatürleştirdikleri değerler aracılığıyla, yine “millet”in somut karşılığı olan halkı, ahaliyi olabilecek en sefil şekilde aşağılamaktan geri durmuyorlar. Çünkü o değerler, yukarıda bir örneğini gördüğünüz gibi, öz-hakiki ideolojilerinin ayıplı yerlerini örtmek için kullandıkları birer paçavraya dönüşüyor ellerinde. Böyle yapmaları gerekiyor çünkü aksi halde “bizimle dalga geçecekler” diye başlayan cümleler kuramazlar ve o değerler öz-hakiki ideolojinin üzerini örtmeye yaramaz. Eğer böyle bir işlev görmeyecekse o değerlerin ve o değerlerden oluşan setlerin onlara ne hayrı olur ki? Sağ-popülist liderlerin neredeyse tamamının bizatihi kendilerini karikatürleştirmiş insanlar olmasının bir açıklaması da bu… Öyle ki insanın aklına, bilinçli olarak gülünçleşmek suretiyle zalimliklerini örtmeye çalıştıkları ihtimali geliyor.

Sultan ve canavarı

Felemenk ressam Jacob Jordaens’e (1593-1678) ait bir tablo

İnsan denilen yaratık tek başına bile sonsuz ihtiyaç ve taleplerle yüklü karman çorman bir varlıkken, binbir türlü farklılığıyla yan yana gelen insanlardan oluşan en küçük bir topluluğu bile birkaç değere indirgemek mümkün mü? Değil ama yapıyorlar işte ve bunu yaparak güç kazanıyorlar. Çünkü bu sayede, bütün o sonsuz ihtiyaçların karşısına, topyekûn ya da tek tek yok olma tehdidini koyuyorlar. Şöyle bir sahne izliyoruz, izlemek ne kelime, yaşıyoruz hep birlikte:

Bir Ortaçağ şehrindeyiz. Şehrin orta yerinde de bir arena var. Bütün ahali orada, bir canavarla ölümüne yapılan bir güreşi izliyor heyecanla. Herkes canavarın tarafını tutuyor çünkü kazanacağı garantili. Fakat yine de ne zaman biri canavara yenilse, kesif bir sessizlik kaplıyor arenayı. Heyecan bir anlığına korkuya bırakıyor yerini. Çünkü sıranın, canavarı gırtlağını yırtarcasına bağırarak attığı sloganlarla destekleyenlerden birine geldiğini biliyor herkes. Aynı endişeyle suskun: Sıra bana mı geldi acaba? Şimdi de benim aleyhime mi alkışlayacaklar canavarı var güçleriyle?

Sıranın size gelmesini engellemenin değilse bile geciktirmenin tek bir yolu var. Mümkün olduğunca sultana yakın bir yerde oturmak. Oraya doğru kalabalıklaşıyor arenanın izleyici sıraları. Açıkça niza çıkaran ya da canavarı ellerini patlatırcasına alkışlamayanlar arenaya daha erken atılacaklarını biliyorlar.

Amasra’da ölen 41 madenciyi şehit ilan etme yarışına tutuşan iktidar ve muhalefet partilerinin bizden ortak bir beklentisi var: Sultana ya da sultan adaylarına ayıplı yerlerinin apaçık ortada olduğunu hatırlatan sorular sormak yerine, vatan, millet, devlet gibi adlar taktıkları canavarı bizden birilerini midesinde öğütürken alkışlamamızı istiyorlar. Canavar gücünü sultanın ya da sultan adaylarının ona duydukları sadakatten alıyor. Sultan ya da sultan adayları ise sadakatlerini bizi canavara yem olmaya ikna ederek gösteriyorlar.

Fakat adı üstünde, bir geçiş dönemindeyiz. Yani bütün ihtimaller açık hâlâ. Tarih üzerimize kapanmış değil. Hem sultana hem onun yerine talip oldukları için etrafında kümelenmiş bulunan muhaliflerine, ihmal etmemizi istedikleri soruları sormak için zamanımız, her birinin ayıplı yerleri ayan beyan orta olduğu için de onları cevap vermeye zorlamak için gücümüz var henüz.

Faydasız olanın ahlaksız da sayıldığı, herhangi türde bir savaşı sürdürmeye yaramayan hiçbir sözün kıymet bulmadığı hünkâr mahfilinde kümelenmiş, birbirlerinden yalnız aralarından su sızacak kadar farklılaşabilen sultan ve muhaliflerinin tarif ettikleri “değer setleri”nin şehidi olmak zorunda değil kimse. Canavar gücünü onu korku içinde seyrederken bir yandan da heyecanla alkışlayanlardan alıyor, ona sadakat gösterme yarışında olanlardan değil.

  1. The Original Accident, Polity, 2007, s. 9.
  2. Tabii ki kastettiğim, insan elinin hiçbir şekilde değmediği yerlerde meydana gelen kazalar. Ki artık bu mümkün değil. Virilio’nun izinden gidilirse, deprem, kasırga vb, doğal görünen afetler karşısında, yine insanların yaşam alanlarında, ihmal edilen önlemler dolayısıyla bu afetler de doğal sayılmazlar artık. İnsan evlatlarının ulaştığı bilimsel ve teknolojik seviye, onları dünyada olup biten her kötü şeyin faili kılmıştır çoktan.
  3. Coercion, Capital, and European States, AD 990-1992, Basil Blackwell, ilk basımı 1990. Türkçe’ye de çevrilmiş kitap meğer: Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu, çev: Kudret Emiroğlu, İmge Kitabevi Yayınları, 2020.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.