COVID-19 pandemisinin sona ermesiyle dünya siyasetinde bir dizi küresel sarsıntıyla karşılaşacağımızdan neredeyse emindik. İyimserler bu büyüklükteki bir felaketin insanlar arasında dayanışmayı arttıracağından ve ülkeleri keyiflerine göre yöneten Trump benzeri otoriter popülistlerden kurtulacağımızı düşünüyorlardı. Pandemi döneminde bu tür liderlerin beceriksizlikleri gözden kaçmayacak kadar çok cana mal olduğu gibi, ekonomik sorunlarla da başa çıkamadıkları aşikar; bu nedenle tez elden iktidardan def edilecekleri öngörüsü vardı. Önce Trump’ın, arkasından Johnson’ın, bugünlerde de Bolsonaro’nun seçim kaybetmeleri bu öngörüyü doğrular gibi gözükmekte. Birtakım karamsar kişilerse pandemi sonrasının güvensizliğinin bilakis otoriter liderleri daha popüler kılacağını ve “yumuşak” parlamenter sistemlerin yeni sorunlarla baş etmekte kifayetsiz kalacaklarını düşünüyordu. Almanya’da geniş spektrumlu koalisyonun başarısızlığı, Birleşik Krallık’ta hükümetlerin kısa ömürlü olması ve İtalya’da neredeyse faşist bir yönetimin iktidara gelmesi de bu olumsuz öngörülerin hesabına yazıldı.
Bu karmaşık resim iyileşmiş durumda değil. Bir açıdan bakarsanız İber Yarımadası’nın tamamının, İskandinavya ve Latin Amerika’nın tamamının sol yönetimlerce yönetilmesi hayırlı bir haber gibi gözükebilir. Bununla birlikte altmış ülkede demokratik gerileme yaşanmış olması ve dünyadaki her on kişiden yedi ila sekizinin otokratik ülkelerde yaşıyor olması da kötü haberler arasında. 2023’te bizim ülkemizle birlikte 30’a yakın ülkede genel seçim yapılacak ve bu ülkelerin arasında Arjantin, İsviçre, Polonya, Ukrayna ve Yunanistan gibi renkli ülkeler var; ek olarak Birleşik Krallık’ta da erken seçim bekleyebiliriz. Bu seçimlerin her biri küresel gidişat hakkında umut ya da umutsuzluk verecek ve mutlaka o tarafa ya da bu tarafa bir “domino etkisi” yarattığı iddia edilecek.
Küreselleşmenin toplumları bir “tık” daha birbirine benzettiği, zamanı ve mekânı sıkıştırırken siyasal gelişmelerin küresel bir salgın gibi ülkeden ülkeye ulaşmasını kolaylaştırdığı kesin. Öte yandan 2008 finansal krizi ve COVID-19 pandemisi gibi krizleri her ülkenin kendine özgü şartlarda deneyimlemesi de benzerlikleri azaltıyor. Mesela, Brezilya ve Peru’da sol iktidara gelirken; komşuları Arjantin’de sağ şimdilik önde gözüküyor. Benzer farklılıkları diğer coğrafyalarda da görmek mümkün. Türkiye’yse hem hacminden hem de sembolik konumundan dolayı ayrı bir ilgi çekiyor; Avrupa’nın burnunun dibindeki ülkemizin 2023 seçimlerinde anahtarı daha özgürlükçü olması beklenen muhalefete mi, yoksa demokratik pratiklere mesafesi bilinen iktidara mı teslim edeceği, diğer ülke seçimlerine kafa yoranlar için cazip bir merak konusu… Brezilya seçimlerinden Türkiye’ye umutlananlar olacağı gibi, AK Parti’nin olası bir galibiyetinin küresel bir “geri dönüş” işareti olduğunu da düşünenler de olacak. Bu açıdan milletçe bir sorumluluğumuz bulunuyor.
Farklı ülke deneyimlerini karşılaştırırken o ülkelerin kendilerine özgü şartlarını, tarihlerini, travmalarını ve kurumlarını da göz önünde tutmak gerekiyor. Örneğin, Brezilya neredeyse Avrupa ve Avustralya büyüklüğünde, 200 milyondan kalabalık bir ülke. O kadar büyük ki ulusal futbol ligi bile düzenlemekte zorlanıyorlar çünkü takımlar ve taraftarlar deplasmana gidemiyor. Sömürge döneminin travmalarını askeri diktatörlüklerle pekiştirdiklerinden sıkı sıkıya sarıldıkları bir federasyon sistemine sahipler, çok canlarını sıkan bir başkan olursa görevden alabiliyorlar. Diğer örnek Birleşik Krallık ise bildiğimiz demokrasinin beşiği bir monarşi, o kadar elitist bir yönetim biçimi var ki başbakanların çoğu ya Oxford ya Cambridge üniversitesi mezunu. Parlamento’nun kılıcı elinde tuttuğu ve başbakanın kendi kabinesi tarafından düşürülebildiği bir parlamenter demokrasi. Ülkede vekiller dar bölge yöntemiyle seçildiğinden, yani her bölge sadece tek bir vekil seçebildiğinden seçim sonuçlarında bazı adaletsizlikler olsa da kendi seçmenlerine her seçimde hesap veren vekillerin ilginç işlere karıştıkları biliniyor. Örneğin, şu anda iktidarda olan Muhafazakâr Parti’nin 357 vekili varken, bugün seçim olsa sadece 175 vekil çıkarabilecekler. Sandalyesi tehlikede olan vekillerin gözleri yeni başbakanda, eğer durumu düzeltemezse onun da başbakanlık konutunda ikameti kısa sürebilir. Her iki ülkede popülist ya da aşırı sağ olarak tabir ettiğimiz liderlerin -Bolsonaro ve Johnson- önü kesilmiş olsa da iktidarların en ufak hatalarında daha güçlü olarak geri gelmeleri mümkün. Donald Trump’ın popülaritesinin hala yüzde 41 olduğu göz önünde tutulursa; “olmaz olmaz” demek gerekiyor.
Pekiyi, başka ülkelere bakmak ülkemiz hakkında bize ne söyleyebilir, eğer bu kadar farklılarsa? Siyaset biliminde karşılaştırma yapmak çok öğretici olabilir. İki ülkede her şey çok farklıysa ancak iki ülkede de gözlemlenen bir gelişme başka bir gelişmeye yol açıyorsa; ders alınabilir. Ya da iki ülkede her şey aynıysa -ki böyle iki ülke bulmak çok zor- bir ülkede yaşanan bir gelişme, diğerinde olmuyorsa ve sonuçta iki ülkede farklı deneyimler yaşandıysa bundan da ders alınabilir. Dünyanın farklı coğrafyalarında popülistlere karşı yapılan seçimlerden ülkemiz için bazı dersler çıkarmak bu yüzden mümkün çünkü ne kadar farklılık olursa olsun bazen neden sonuç ilişkileri aşikâr olabiliyor.
Öncelikle iktidarda bir popülist varsa, anket sonuçlarına çok güvenmemek gerekiyor. Anket sonuçlarıyla seçim sonuçları arasında gözle görülen farklar olabiliyor. Bunun “utangaç sağcılardan”, “sopalı seçimlere” kadar farklı açıklamaları olabilir, önemli değil; siz yine de güvenmeyin. İkincisi iktidarda Bolsonaro gibi bir lider varsa, elinde seçime yönelik kullanabileceği çok fazla enstrüman olduğunu hatırlamak gerekir. Örneğin, yoksulların kalbini kazanmak için çok bonkör sosyal destek programları açıklayabilirler ve en yoksullar arasında geçici bir refah hissi yaratabilirler. Bolsonaro memurlara 13 maaş vermek dahil olmak üzere 32 milyar dolarlık bir “sosyal yardım” bombasını patlatmış durumdaydı, bedelini bir sonraki hükümet ödeyecek zaten. Her ne kadar kendisi “piyasasever” bir kişi olsa da her eve tüpgaz yardımı ve öğrenci borçlarının affı gibi politikalara da zaten çoktan girişmişti.
Böyle durumlarda ekonomik silahların yetmediği yerde retorik her zaman yardıma gelebiliyor. Muhafazakâr aile değerlerinin temsilcisi Bolsonaro, homofobik, seksist ve ırkçı söyleminden asla vazgeçmiş değil ve eski bir asker olarak bu söylemi de özellikle muhafazakârlar arasında kayda değer bir destek buluyor. Brezilya’nın kendisine özgü bir “ilerici” katolikliği varken, Bolsonaro’nun sonradan aralarına katıldığı Evanjelik protestanların gücü orantısız artıyor ve Anayasa Mahkemesi’nden milli futbol takımına kadar bu kültür egemen hale geliyor. Trump’ın da en önemli destekçilerinin beyaz Evanjelikler olması herhalde rastlantı değil.
Bolsonaro’nun oyun planında yer alan başka bir unsur da sosyal medyayı kullanma biçimi. Eski başkan ve ekibi zaten sosyal medyayı çok yoğun kullanırken, seçime doğru özellikle Youtube ve benzeri kanallardan yanlış bilgi salgını başlatmayı başardılar. Ekim ayının başında aşırı sağcıların Youtube videoları 100 milyona yakın defa izlenilmişti. Brezilya’nın Yüksek Seçim Kurulu benzeri kurumu sosyal medya kuruluşlarını dezenformasyon konusunda defalarca uyarıp cezalar verse de etkin olduğunu söyleyemeyiz. Sosyal medyada dezenformasyon bu kadar yaygın olunca bizden farklı olarak hayli etkisi olan anaakım medyanın da onu takip etmesi kaçınılmazdı. Sonuçta, bu seçimleri “yalan fırtınası” olarak nitelendirmek yanlış olmaz.
Seçimi kazanmak için uygulanan taktiklere seçim şiddetini de eklemek gerekir. Rakibin seçimlerde özgürce propaganda yapabilmesini engelleyen yasal düzenlemeleri bir kenara bırakın, Lula’nın destekçilerinden üçü cinayete kurban gitmiş durumda. Kampanyaya hâkim olan nefret dilinin ve savaş söyleminin etkisiyle Brezilyalılar’ın çoğunun siyasal görüşlerini serbestçe ifade edemedikleri ve başlarına bir şey gelmesinden korktukları da yapılan araştırmalarda ortaya çıkmış durumda. Bolsonaro’nun paramiliter destekçileri sadece seçim öncesi değil, seçim gününde de sandıkların güvenliğini tehdit eden unsurlar olarak ortadaydılar, seçimi kazandırmaya yetmese de müdahalelerinin hayli etkin olduğu söylenebiliyor.
Anketlerin öngördüğünden daha düşük oy alsa da Lula’nın seçim zaferinin “zor bir iş” olduğunu rahatlıkla görüyoruz. Devletin elindeki maddi kaynakların “helikopterden atılırcasına” dağıtılması, nefret söylemini içeren “kültür savaşlarının” sürekli tetiklenmesi, sosyal medya sansürü ve dezenformasyon kampanyaları ve tabii ki seçimi bir savaşa dönüştüren sandık şiddeti varken; seçim kazanmak kolay değil. Eğer biz de kendi ülkemiz için ders çıkarak olursak, Lula kazandı diye bayrakları asmak, “Brezilya’da olan Türkiye’de de olur” kolaycılığına kaçmak yerine; bütün bu şartlara rağmen nasıl kazanıldı diye kafa yormak zorundayız. Günümüzde hiçbir şey kendiliğinden ve kolayca olmuyor, bilelim.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.