Seçimler yaklaştıkça sinirlerimiz geriliyor. Köprüden önceki tüm çıkışları kaçırdık çünkü. Artık her zamankinden daha iyi biliyoruz bu köprünün nasıl bir felakete yol olduğunu. O yüzden önceden açılmış olmayan bir çıkış kotarmak zorundayız kendimize.
Bir şeyden çok eminiz: O köprüden geçmemek lazım. En iyisi o köprüyü hiç yaptırmamak, geçiş garantili ihalelere çoluğun çocuğun rızkını kurban etmemekti. Ama şimdi zamanı değil o fasılları açmanın. Kaç senedir döne dolaşa konuşup durduk köprü başıymış gibi duran şu uçurum kıyısına nasıl geldiğimizi. Var elbette görülecek türlü çeşit hesaplar, gelsin de o vakit hayırlısıyla!
Ha yeri gelmişken, şu bizim köprü olma ve kurma merakını da etraflıca konuşalım olur mu? Niye her aklına esen oramıza buramıza köprü kuruyor canım?! Ne de güzel biliyorlar geçenden 33, geçmeyenden döve döve 40 akçe almayı Dumrulsoylular… Ama artık bırakın dereleri, damarlarımızda kan bile kurudu… Bir müddet köprü lafı duymasak değil mi ama, ne güzel olur!
Diyecektim amma CHP’nin İkinci Yüzyıla Çağrı toplantısında Jeremy Rifkin, Türkiye’yi bir köprü hatta kavşak gibi gören konuşmalardan birini yaptı. Önemli biri olduğu anlaşılıyor. Ama hakkında geniş geniş konuşacak kadar bilgiye sahip değilim. E tabii meraklandım, bakınacağım etrafa ne yapmış etmiş diye. Gerçi CHP toplantısında onun kastettiği daha çok Türkiye’nin Akdeniz Havzası içindeki coğrafi ve siyasi konumuydu ama irkiliyorum ben Türkiye’den köprüydü, yoldu, kavşaktı vs diye bahsedenlerden. Henüz yeterince odaklanmamıştı yeni konusuna. Konuşması bu yazıdan bile dağınıktı. Bazı arkadaşlar onun ve diğer hocaların toplantıya uzaktan katılmasına itiraz ediyorlar. Fakat temelde, “‘yeşil ekonomi’ye, -aslında üzerinde durduğumuz coğrafya ve içinden geçtiğimiz dönem dolayısıyla zorunlu olduğumuz- geçişi bir yeniden bölüşüm hamlesinin nirengi noktası kılsak ne güzel olur” diyen bir toplantıydı yapılan. CHP’nin, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılı için önerdiği ekonomi vizyonunda bu zorunlu geçişin nasıl yönetileceğine ilişkin cevaplar önemli bir yer tutuyordu. Konu ve tema bu olunca, uzun, zahmetli ve bol karbonlu uçak yolculuklarından vazgeçilmesi o kadar göze batmayabilir istenirse.
***
Şimdi diyeceksiniz ki, kısmen haklı olarak, ay bu kadın gene buldu eleştirecek bir şeyler… Toplantı arasında dertleşiyormuşuz gibi olsun bu paragraf. İyimserlikle umudun birbirlerine taban taban zıt halet-i ruhiyeler olduğunu düşünürüm. İyimserliği “ben iyi bir insanım, evrene mesajlarımı da gönderdim, haliyle bana iyi şeyler olur” demeye benzetiyorum. “Yalnız ben miyim iyi olan canım, insanlar iyi, evren iyi, yaratıcı iyi, zaman iyi…” Şükür hiç böyle düşünmedim. Karamsarlık da bunun bir başka versiyonu ama aşağı yukarı aynı menzilde ilerliyor: “İnsanlar kötü, evren kötü, yaratıcı kötü, zaman kötü, işte bu yüzden ne yaparsan yap her yeni gün bir öncekinden kötü olacak.” Böyle de düşünmedim asla, daha bile büyük şükür! Umut ise, daha önce yazmıştım da sanki burada, yöntemle, yol-yordamla, muhakemeyle olduğu kadar çabayla da ilgili bir halet-i ruhiye, hatta bir yöntem. Hiçbir şey yapmayarak her şeyin yolunda gitmesini beklememek demek umut. Dolayısıyla yolunda gitmeyen şeyleri görmek, söylemek, elinden geliyorsa düzeltmeye çalışmak demek. Niye? Eğer yolunda gitmeyen şeyler görülebilir şeylerse, düzeltilebilirler de. Yeter ki yolunda gitmeyen o şeylere bakmaktan, onlar hakkında konuşmaktan ve onlarla ne yapacağımıza kafa ve gönül yormaktan korkmayalım. Bu yüzden eleştirmenin, hele şu içinde bulunduğumuz halde, bu halden çıkış için inisiyatif almak istediklerini öne süren siyasetçilerin hal ve hareketlerini, yol ve yordamlarını, tabii görebildiğimiz, bilebildiğimiz kadarıyla eleştirmenin karamsarlık ya da kötümserlik (yaymak) olduğu fikrine alışamıyorum bir türlü. İki nedenle alışamıyorum bu fikre. Birincisi, eleştiriden muaf olmaları, en iyi ihtimalle eleştirilmeye katlanamadıkları yani buna tahammül gösteremedikleri anlamına gelir, bu fena. İkincisi, eleştirilmemeleri, eleştirilmeye değer bulunmadıkları demek olabilir ki, bu bence ilkinden bile fena bir ihtimal. Toplantıya döneyim, bu hasbihale az daha devam edeceğim sonra…
***
Rifkin’le ilgili hissiyatımı söyledim. Kemal Kılıçdaroğlu’nu atlamadım hayır, onun sonda yaptığı konuşmayı daha çok önemsediğim için erteledim yalnızca.
Belki işim gereği alışık olduğum için hocaların anlattıklarını uzun uzun dinlemekten sıkılmadım. Fakat iktisatçı olmadığım için öyle aman aman bir şey söyleyebilecek durumda değilim önerdikleri çözümler ve siyasetin bize nasıl bir gelecek vaat ettiği konusunda. İktisatçı arkadaşlarımız gani gani konuşacak, tartışacak, itirazlarını ve desteklerini paylaşacaklardır. Aylardır beklediğimiz bir şeydi bu. Ne öneriyorsunuz deyip duruyorduk ana-akım muhalefete. “Kralcı değil kurallı^ bir piyasa ekonomisi öneriyorlar anladığım. Selin Sayek Böke’nin konuşmasına dayanarak yeşil ekonomiye geçişin bir yeni büyüme değilse bile paylaşım politikası olarak değerlendirileceğini anlıyorum. Onun konuşmasında sık sık “kamu”dan ve “kamu yararı”ndan bahsetmesi, önceki daha teknokrat denebilecek konuşmaları gayet iyi dengeledi. Bunca zamandır geri planda kalması dolayısıyla hayıflandım. İyi geliyordu onun ekonomiden, yapılabileceklerden heyecanla bahsetmesi. Gene iyi geldi. Hacer Foggo’nun konuşması hakkında ne hissettiğimi de sona saklıyorum. Ondan önce, muhtemelen önerdikleri politikaları iyice kavrayınca şu ya da bu nedenle çeşitli şekillerde itiraz etmek isteyeceğim hocaların, yani Hakan Kara, Refet Gürkaynak, Ufuk Akçiğit ve Daron Acemoğlu’nun konuşmalarında dikkatimi çeken şeyi ifade etmek isterim. Dördünde de ele aldıkları mevzuyu yalnızca bilen değil, dert eden bir yaklaşım vardı. Karmaşık veriler kullanarak yaptıkları analizleri anlattılar. Eminim yüzlerce, belki binlerce saat ders vermişlerdir çalıştıkları üniversitelerde. Ancak büyük bir “mania” çıkmazsa birkaç ay sonra iktidar olabilecek bir siyasi ittifakın en büyük parçası durumundaki bir partinin vizyon toplantısında konuşmak konusunda büyük bir tecrübeleri olduğunu sanmıyorum. Buna rağmen iyi bir denge tutturmuşlardı konuşmalarında. Yalnızca teknik değil, siyasi bir konuşma yaptıklarının farkındalardı. Dengeyi tutturmalarını sağlayan şeyse ele aldıkları meseleleri, yani memleket meselesini sahiden dert etmeleriydi. Refet Gürkaynak, toplantıdan önce attığı bir twitte şunu demişti:
“Türkiye’de iktisat politikası üzerine bir konuşma için slayt yazdım, yazarken bir defa daha bu ülkenin bu hale getirilmesine büyük öfke duydum. Varlık içinde yokluk yaşatılmak hem acı hem utanç verici.”
Medyascope'un haftalık e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her çarşamba mail kutunuzda.
Hakan Kara’nın ve Ufuk Akçiğit’in konuşmalarına da yansıyordu aynı hissiyat. Akçiğit’in aktardığı teşvikler, etki değerlendirme, ar-ge ve üniversite verileri, dediğim gibi bu işlerden çok iyi anlamasam da, bu ülkeye göz göre göre yıllardır yapılanların bir muhasebesi gibiydi. Ortak tema da orada duruyordu işte: Çok yanlış işler yapıldı, kaynaklarımız, sabrımız, yaşama sevincimiz, yurttaşı olduğumuz ülkeye güvenimiz, yani her şeyimiz birkaç bin kişilik bir zümrenin keyfine, ıslak rüyalarına harcandı, heba edildi, ama hâlâ çıkabiliriz bundan.
Rezervimi koyayım yine de: Duyabildiğim kadarıyla kimse sendikalaşma önündeki engellerden, iş cinayetlerini önlemek için yapılabileceklerden, meslek hastalıklarına ilişkin düzenlemelerin gözden geçirilmesinden, ezcümle emeğin örgütlenmesi, işçilerin can sağlığı ve refahlarına ilişkin mevzulardan bahsetmedi. Selin Sayek Böke daha çok ve güvence altına alınmış istihdamdan bahsetti gerçi… Ama onca verinin geniş geniş tartışıldığı, böylesi bir toplantıda bu dediğim mevzulara da yer açılabilirdi. Muhataplarını ciddiye alan bir toplantıydı yapılan, her havasından belliydi bu. Ele alınmayan bu meselelerin muhatapları da hakkıyla ciddiye alınabilirdi.
Gelelim Hacer Foggo’nun konuşmasına… İyi ki siyaset yapıyor Hacer Foggo! İyi ki meselesini sivil toplumun etkinlik alanıyla ve yardım örgütlemeyle sınırlı tutmadı. Siyaset yapmak için sivil toplumdan ve yardım örgütlemekten vazgeçmiş değil. Hatta üzerine bir de bu çağda yoksulluğun, derin yoksulluğun ne olduğunu iyice anlayalım diye çalışmalar yapıyor. “Yoksulluk Günlükleri: Askıda Hayatlar” adlı kitabı mutlaka okumalısınız. O, o kürsüde konuşmasa, hocaların anlattıkları havada kalabilirdi hakikaten.
O konuşurken hem geçmiş hem gelecek ete kemiğe büründü sanki. Alacakaranlık da şafak da onun anlattıklarındaydı. Nereye düştüysek oradan kalkacağız elbette. Kaç yıldır memleketi iliğine-kemiğine kadar sömürenlerin neyi, nasıl, kimden çaldıklarının resmini çizdi Hacer Foggo yapılabilecekleri sıralarken. Biraz ara verip tekrar izledim konuşmasını. Daha birkaç kez izleyeceğimden eminim
Anayasa değişikliği taslağı
Şu yukarıda başladığımız dertleşme faslına devam edelim mi? Konumuz muhalefet ve muhalefeti eleştirmek.
Daha bir yıl olmadı Altılı Masa kurulalı. Önce kendilerine bir hedef belirlediler: “Güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçeceğiz, bu masada bunun için toplandık” dediler. Daha o zaman birkaç kez şaşkınlıkla okudum ortaya koydukları mutabakat metnini. İyi iş çıkarmışlardı. Gayet geniş bir bakış açısı, iyi düşünülmüş cümleler… Birkaç itirazım vardı tabii, olmazsa ayıp olur, ama şimdi pek hatırlamıyorum. Aklımda iyi bir metin olarak yer etti.
Meral Akşener, Haber Türk’te verdiği son söyleşide, hazırladıkları anayasa değişikliği taslağının, bu mutabakatta verdikleri sözlerin nasıl işe dönüştürüleceğine dair bir hazırlık olduğunu söyledi. Tabii bu durumda cumhurbaşkanı seçiminin neden gene halka bırakıldığı ve halka seçtirilmiş cumhurbaşkanının yetkilerini nasıl kısıtlayacakları meselesi şüpheli. Nitekim bu maddenin, Adını Koyalım’da Kemal Can’ın söylediği üzere Erdoğan ve taraftarlarının, “bakın bizim halka verdiğimiz bir gücü halktan alıyorlar demesi” ihtimali üzerine bu şekilde bırakıldığı anlaşılıyor. Fakat aynı maddenin, güçlendirilmiş parlamenter sistem fikriyle arasındaki uyumsuzluk baki. Başından beri, Altılı Masa’yla ilgili en çok eleştirdiğim şey bu. Kendi siyasetlerini, Erdoğan’ın neye, nasıl tepki vereceği üzerine şekillendirmeleri…
Şimdi şöyle bir düşünelim: Tamamı Altılı Masa’nın olmasa bile -bir de Emek ve Özgürlük İttifakı’mız var- muhalefet seçmeninin aşağı yukarı yüzde 60, hatta iyimser değil ama umutlu bir çabayla 65 civarında bir çoğunluk oluşturması işten bile değil. İçinde bulunduğumuz dönemi, 2017 referandumundan ve 2018 genel seçimlerinden ayıran en önemli fark bu. Fakat en temel konularda bile Altılı Masa, hâlâ, muhalif seçmen ne der diye değil, Erdoğan ve efradı ne der sorusuna cevap yetiştirerek ifade ediyor kendini. Altılı Masa etrafında oturanlar ya da anayasa değişikliği taslağını hazırlayanlar arasında tek bir kişi bile yoktur öngördükleri sistemde cumhurbaşkanını halka seçtirmenin bir yararı olacağını düşünen emin olun. Nitekim Erdoğan ve efradı susmadı, gene bir şey buldular ve dediler ki, “hem halka seçtiriyorlar hem de hiç yetki vermiyorlar cumhurbaşkanına.” Çünkü onlar der… 20 yıldır hep onlar diyor, muhalefette olan partiler de onların dediklerine göre mevzileniyor.
Eğer bu mevzu öne çıkmasaydı konuşabileceğimiz başka şeyler vardı oysa anayasa değişikliği taslağında. Her şeyden önce, önümüze konulan ve beklemediğimiz pek çok haslet de barındıran bu metnin bir taslak olduğunu, işte ne güzel, Altılı Masa’nın nihayet ortak geleceğimize ilişkin tartışabileceğimiz bir zemin kurduğunu konuşurduk. Evet ya hu, bu metin bir taslak, tartışalım diye yazıldı yani!
Peki bu taslağın beklenmedik hasletleri neler?
Mevcut Anayasa’daki “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti”nin kapsamını “ifade hürriyeti”ni de ekleyerek genişletmeyi öneriyor mesela.
Muhalefetin parlamentodaki etkinlik alanını genişleterek, sesini duyurmakla kalmayıp yürütmeye direkt müdahale edebileceği alanlar oluşturmayı öneriyor.
YÖK’ün yapısını değiştirmeyi, bir tür eşgüdüm organına dönüştürmeyi öneriyor. Bunu nasıl yapacağı meselesini iyice tartışmak lazım.
Anayasaya “İnsan onuru dokunulmazdır ve anayasal düzenin temelidir” gibi bir ifade eklemeyi öneriyor. “Hürriyet esas, sınırlama istisnadır” ilkesine de yer açıyor ve “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” başlığını, “Temel hak ve hürriyetlerin üstünlüğü” olarak değiştirsek mi diye soruyor? “Hak ve ödevler” başlığının yerine de “hak ve hürriyetler” yazsak, tamamlasak çerçeveyi diyor. Bu değişiklikler, anayasanın devletin yurttaşların hayatını darlamak için başvurduğu bir zemin olmaktan çıkıp, yurttaşların devletin ezici gücünü sınırlamak üzere başvurabilecekleri bir temel metin haline dönüştürülmesi gerektiği yolunda bir oydaşmaya işaret ediyor.
Fakat bütün bu “iyi haberleri” duyacak halde değiliz. Çünkü aylardır ana akım muhalefet cumhurbaşkanı adayının kim olacağı, masada hangi konuda son sözü kimin söyleyeceği gibi mevzuları yol-yordam gözetmeksizin, hiçbir konuya hiçbir açıklık getirmediği için tartıştırtıyor kamuoyuna. Hele son bir-iki ayda müthiş bir kasvet kapladı muhalif seçmeni. İktidar içi bomboş, hepimizi kendi geleceğimize borçlandıran paketlerle göz boyamaya çalıştıkça ana akım muhalefet partilerinden mürekkep ittifakın, üstlendiği sorumluluğu, ülkeyi ve muhalif seçmeni ciddiye almayan bir havaya girdiğini düşünmeye başladık. Yapacakları birkaç hareketle o kasveti dağıtabilecekken, aynı kasveti kendi aralarındaki çekişmelerde koz olarak kullanmaya kalkıştılar. Hâlâ da bundan vazgeçmiş değiller. Sonra karşımıza bir anayasa değişikliği taslağı ile çıktılar ve dediler ki “hadi tartışın” bunu, “bakın sizin için ne de güzel şeyler planladık.”
Hangi versiyonu tartışalım peki? Yazıya geçirilmiş taslağı mı, masa etrafında yaptıkları bilek güreşini mi? O güreşin sonunda kırılmadık bilek kalmayacağından eminiz. E o zaman taslakta yazılanları kim yapacak?
Kılıçdaroğlu’nun konuşmasıyla bitireyim. Salondaki en heyecanlı kişi belki de oydu. Hem açılış konuşmasında hem de toplantıyı bitirirken hissettiği coşku yüzünden okunuyordu. Anladığım kadarıyla cumhurbaşkanı adayının kim olacağı tartışmasında nihayet bir sona doğru ilerliyoruz.
Fakat bu süreç keşke bir yol ve yordamla yürütülseydi, aday adaylarını geçtim, muhalefet seçmeninin birbirini yıprattığı bir belirsizliğe dönüşmeseydi. Bütün bunlar, şöyle bir dönemde, yalnız siyasetçiler değil, asıl muhalif seçmen her anlamda ağır bir baskı altındayken öngörülemez şeyler değillerdi.
Altılı Masa’nın hemen tüm bileşenleri bugüne kadar ekonomi perspektiflerini sunmuşlardı. CHP masanın ağır topu olduğu için omurgayı ondan beklememiz normaldi. Anayasa değişikliği taslağıyla ve her bir partinin ekonomi kadrolarının şekillenmesiyle nihayet yavaş yavaş muhalif oyların sandığa yansıması halinde bizi nelerin beklediğine dair işaretler belirmeye başladı. Sıra seçim sürecinin yönetilmesine geldi. Umarım bu süreci de “Fakat seçimi kazanacak bir şeyler yaparsak Erdoğan ne der?” mantığıyla ele almazlar.
Daha evvel demiştim bir daha diyeyim, benim gönlümden Altılı Masa’nın, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın ne diyeceğini dikkate almadan, hele anayasa değişikliği konusunda, hiçbir adım atamayacağı bir meclis aritmetiği geçiyor. Cumhurbaşkanının kim olduğu konusu asıl o zaman önemsizleşecek. Cumhurbaşkanının kim olduğunu artık önemsemediğimizde geçmeye başlayacağız güçlendirilmiş parlamenter sisteme. Altılı Masa da vaadini ancak bu koşulda gerçekleştirmiş olacak.
Yalnız Türkiye’de değil, tüm dünyada eşi pek görülmemiş bir siyasi dönüşüm sürecinin orta yerindeyiz. Yarı şaka yarı ciddi düşünmeden edemiyorum: Bize de böylesi yakışırdı galiba!