Öner Günçavdı yazdı: Taş-toprak siyaseti

İktidar “altın vuruşa” hazırlanıyor.

Yirmi yılı aşkın süredir sürdürdüğü ekonomik politikasından vazgeçmeden, kendi yarattığı sermaye gruplarının devletle bağını kopartmaksızın, depremin yarattığı de facto durumu fırsat olarak görerek, bir kez daha (belki de son defa) taş ve toprak üzerinden siyaset yapmaya hazırlanıyor.

Tam iktidarın bir hikâyesi kalmadı derken, depremle birlikte iktidar eski hikâyesini tekrar vizyona koydu. Seçimlere giderken depremin yaralarını inşaatla sarmaya ve bu şekilde tüm Türkiye’ye ne kadar becerikli olduğunu ispatlamaya hazırlanıyor. Dahası “benimleyseniz kazanırsınız” diyerek, insanları yanına çekmeyi planlıyor. Hatta bu şekilde güven tazeleyebileceğini düşünüyor.

Yeni bir seçime yine bir inşaat projesini merkezine alan bir kampanya ile gideceğinin ipuçlarını veriyor iktidar. Bu sefer amaçlanan proje “Kanal İstanbul” gibi eksantrik bir proje değil. Daha makul, daha kabul edilebilir, daha yapılabilir ve daha ahlaki bir proje. Ne kamuoyunun ne de muhalefetin itiraz edebileceği bir proje. Aslında muhalefete de sorumluluk yükleyen bir proje bu. Zira iktidara gelse bile onun da vazgeçemeyeceği, devam edeceği türden. İktidarın bu noktada sahip olduğu en önemli avantaj ihalelerin kimlere verileceği konusundaki inisiyatifin kendisinde olması.

Bu durum iktidara önemli miktarda hareket alanı sağlıyor. Ancak her projede olduğu gibi, bu projenin de birtakım riskleri var kendi içinde. Bu yüzden atılacak adımların dikkatle atılması gerekiyor. Depremin boyutunun yüksek olması, bölgeye yapılacak harcamaların ekonominin diğer kesimlerine ve/veya farklı sermaye grupları üzerine yapacağı etkilerin gözetilmesini zorunlu kılıyor.

Altın vuruş nitelemesi bu risklere dikkat çekmek için yapılmıştır. Genellikle uyuşturucu kullananlar için, bağımlıklarının olduğu madde kullanımında riskli en son ve hatta ölümcül hamlenin yapılmasını ifade etmektedir.

Bazen bu son hamle istem dışı, şartların zorlamasıyla yapılabilir. Böylece iktidar daha iki yıl önce “Türk Tipi Büyüme Modeli” deyip propagandasını yaptığı, eleştirenleri de “mandacı” olarak itham ettiği ekonomi modelini terk edip, yine eski ezberine geri dönüyor. Sorun her iki modelin taban tabana zıt nispi fiyat yapısı ve farklı motivasyonlara ihtiyaç duyması. Örneğin ilki TL’nin düşük tutulmasını gerekli kılarken, ikincisi güçlü TL gerektiriyor. Bu yüzden iki modeli aynı anda sürdürmek ve iki modele ait sermaye gruplarını aynı anda memnun edebilmek imkânsız. Ya biri ya da öteki… Ama ikisi değil. Birini iktidar yanına çekerken, ister istemez diğerini uzaklaştırmak zorunda kalacaktır.

Yapılması gereken, inşa faaliyetlerini sadece seçim kazanmasına yardımcı olacak bir seçim aparatı olarak görmemek ve aceleye getirmemek. Ancak son günlerde yaşananlardan da anlıyoruz ki, iktidar bu de facto durumu kendi seçim hırsının bir aracı olarak kullanmaya meyilli. En iyi bildiğini düşündüğü bir konu üzerinden seçime gitmeyi planlıyor.

Mevcut iktidarın inşat faaliyetlerine aşırı bir bağımlılığı var. Hatta bu faaliyetleri Türkiye gibi karmaşık bir ekonomiyi yönetmenin aracı olarak kullanmaya çalışıyor. Ama daha da önemlisi, bu faaliyetler üzerinden ülkedeki refahın “yeniden dağıtımını” yapmak istiyor. Bu kez de bunu yapmayı arzuluyor.

Öte yandan kaynak kullanım önceliklerini belirlemede nihai söz sahibinin kendisi olduğu fikrini iş kesimlerine belletip, onlar üzerindeki iş dünyasının kontrolünü de kolayca sağlayabiliyor. Onların tümünü bir hizada tutabiliyor. Yerlisi, yabancısı, herkes bu topraklarda iş yapabilmenin koşulunun mevcut iktidarın isteklerine boyun eğmek olduğunu kabullenmiş durumda.

Ancak son günlerde ekonomide karşı karşıya kaldığımız kaynak sıkıntısı yeniden dağıtım mekanizmasının işleyişini zora soktu. Bu da iktidarın belli kesimlerdeki desteğinin azalmasına neden oldu. Öyle ya, herhangi bir ekonomik beklentinizin karşılanma ihtimali kalmamışsa, iktidara körü körüne itaat etmenin de bir manası kalmıyor sonuçta.

Depremle birlikte ortaya çıkan zaruri ihtiyaçlar, toplumun ne pahasına olursa olsun, kaynak kullanım tercihini elinde tutanın hâlâ iktidar olduğu gerçeğinin, iş çevreleri tarafından bir kez daha görülmesini sağladı. Bitmiş olan bir hikâye bu yüzden tekrar ortaya konulabildi.

Aslına bakarsanız ne iktidarın ne de o iş çevrelerinin bu hikâye ile katedebilecekleri çok fazla mesafe yok. Zira bugüne kadar yaptıkları ve başardıkları son derecede özel koşulların neticeleriydi. Bundan sonra bu depremin yarattığı fırsatlar bile, iktidara büyük olanaklar sağlayamayacaktır.

Neden mi?

Çünkü bu iş çevrelerinin yaptıkları inşaat gibi işleri, Türkiye ekonomisinin dün sorun olmayan ama bugün sorun olarak görülen meselelerine çare olmayacaktır. Aksine mevcut ekonomik sorunlarımızı artırmaya adaydır. Bu sorunların başında ekonominin tüm bu harcamalarının finansmanında kullanılacak kaynak sorunu geliyor. Şimdi deprem bölgesinde yapılacak altyapı harcamalarının böyle bir kaynak üretecek durumu yok. Zaten Türk Tipi Ekonomik Modele geçmemizin nedeni de ekonomiye kaynak üretmek değil miydi?

Depremin ardından doğan ihtiyaçların iktidarın kendine bağlı sermaye ile olan ilişkilerini ve kendi başlattığı sermaye birikim modelini devam ettirmek bakımından bir fırsat olduğunu kabul etmek mümkün. Ancak bu sürdürülebilir bir durum mudur? Kanaatimce bu şekilde iktidara yakın sermayenin birikim modelini bir süre daha sürdürebilirsiniz. Ama bu sermaye için asıl sorun, aynı Demokrat Parti (DP) döneminde olduğu gibi, inşaat ve ticaret üzerinden biriktirilen sermayenin başka alanlara kaydırılıp, yeni bir sermaye birikim modeline geçebilmektir. Kaynak tüketen değil, kaynak üreten bir birikim sürecine adapte olmaktır. O günkü DP’nin ekonomik olarak başarısızlığının ana sebebi bu dönüşümü başaramamasıydı. Anladığım kadarıyla deprem bu uyum sürecinin de uzamasına ve belki de AKP önderliğinde başarılamamasına yol açacaktır.

Lütfen şunu dikkatlerden kaçırmayalım. Bu boyutta bir konut üretim kapasitesinin deprem bölgesine kaydırılması Türkiye’nin diğer bölgelerindeki gayrimenkul piyasasına, “arz üzerinden” etki edecektir. Maalesef bu etkileri büyük bir çoğunluk tarafından “kazanç ve kâr” olarak algılayacak. Ancak bunlar için sahip olduğu birçok şeyden vazgeçmek zorunda kalacak bireyler ve iş çevreleri de olacaktır. Yani bu maliyet birilerine yüklenecektir. Bu yüzden yerkabuğunda olan deprem, ekonomide artçı sarsıntılara yol açabilecektir.

Peki, sonuç ne olacak? İnşaat maliyetleri ile birlikte, gayrimenkul piyasasında fiyatlar artacaktır. Bununla ilişkili kiralarda artış yaşanacak belki de. Ya gelirler? Onu sormayın. O da bugünün sorunu değil. Yarın kim iktidar olacaksa, onun sorunu.

Depremin maliyetinin en muhafazakâr tahminlere göre bile 100 milyar dolar civarında, belki üstünde olduğu söyleniyor. Yeterli kaynak olmadan bu boyutta bir harcamanın yapılabilmesi ya çok yüksek enflasyon ya da çok değerli TL ile sonuçlanacaktır. Her iki durumda da sorun var demektir.

Malum, iktidar son zamanlarda TL’nin çok değer kaybetmesini istemiyor. Ama o zaman da TL değer kazanıyor ve cari açığın artması kaçınılmaz oluyor. İktidar bu kez enflasyona izin verse, bu sefer de ülkenin genelinde satın alma gücü olumsuz etkileniyor. Bugün yaşadığımız durumun özeti bu aslında.

Mevcut durumumuzu Grafik 1 çok güzel özetliyor. Grafik 1’de şu andaki reel kurlardaki durumu tüm açıklığı ile görebiliyoruz. Reel kur ekonomideki en önemli nispi fiyat göstergesidir.

Yüksek enflasyona rağmen, iktidarın döviz piyasasına müdahalelerinin neticesinde, yeteri kadar değer kaybedemeyen TL’nin değer kazandığı görülüyor. Bu değer kazanma yurtiçi üretici fiyatları ile hesaplanan reel kurda çok daha bariz bir hal alıyor ve tüketici fiyatlarıyla hesaplananla arasında giderek genişleyen bir makas oluşmasına yol açıyor. Bu çok net olarak üretim için gerekli ithalatın çok hızlı ucuzlaması anlamına gelir. Böylece üretim maliyeti düşer. Ama bu, yapılan ithalatın artması demektir. Tabii beraberinde ülkenin döviz talebi de yükselecektir.

Unutmayın. Bu sonuç şu anda seçim sebebiyle, tercih edilen bilinçli bir politikanın sonucudur.

İktidarın iş çevreleriyle depremin yaralarını sarmak için kuracağı ilişkinin sınırı sadece inşaat için ihale dağıtmakla belirlenmeyecektir. Deprem sonrası oluşacak işlerin, iş çevreleri için kârlı ve harcamayı yapan devlet için ise makul düzeyde maliyetle yapılıyor olması gerekecektir. Yani her iki tarafın da kazanacağı bir politika oluşturulması gerekecektir. Bunun yolu, enflasyonla birlikte TL’nin değer kazanmasından geçmektedir.

Şimdi depremin ortaya çıkardığı de facto koşulların iktidara iş çevrelerini kontrol edebilmek için önemli bir fırsat verdiğini düşünenlere sorulması gereken önemli bir soru var. Halihazırdaki ekonomik koşullarda iş yapmakta zorlanan iş âleminin tüm bileşenleri, bir bütün olarak böyle bir kur politikasının yanında durabilir mi?

Sanmam.

Zira sermaye homojen değil. Kendi içinde farklı motivasyonlarla harekete geçen, farklı bileşenlere sahip. Bu boyutta bir harcama politikasından bazılarının kazanç elde edeceği malum. Ama bu politikanın doğuracağı ekonomik sonuçların başka sermaye kesimleri için olumlu sonuçları olmayacağı da aşikâr.

Bu yüzden, yaşadığımız olayın etkilerinin sağlıklı bir şekilde değerlendirilebilmesi için biraz daha zamana ihtiyacımız var. İnsanların şokun etkilerini atlatıp, zarar tespiti yapmalarına izin verilmesine ve ardından bu zararların giderilmesi için nelere ihtiyaç duyacaklarını anlayabilmelerine olanak sağlamak gerekiyor.

Ama kesin olan bir şey var ki, iktidarın böyle bir stratejik değerlendirme yapmadığı ve tepkisel bir şekilde buradan kendisi için bir yarar çıkarmaya giriştiği. Bu tepkisel kararın nasıl bir sonuç doğuracağını hep birlikte göreceğiz.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.