Toplumsal-siyasal kırılma anları, kayıp ve hayal kırıklıkları; tıpkı büyük heyecanlar ve haraketliliklerde olduğu gibi hızlı cevaplar arıyor. Üstelik bu cevaplardan, soğukkanlı bir değerlendirmeden ziyade hayal kırıklığına çare veya yarattığı öfkeye tatmin bekliyor. “Neden böyle oldu?” Bu sorunun yıkıcı ağırlığı, bir vadede hataların görülmesi, aydınlanma veya yeniden değerlendirmenin vesilesi olabilir. Ancak çoğunlukla, ilk etapta mevcut uç yaklaşımların sertleşmesine ve her şeyi açıklaması beklenen genellemelerin tehlikeli hükümranlığına yol açıyor. Yapılandan istenen sonuç çıkmayınca, yapılanın tamamı yanlış, yapılmayanın hepsi doğru oluveriyor. Sonucu taktik-teknik hatalarla açıklayanlar, günah keçileri keşfedenler ve haklı çıkma şehvetine kapılanlar, zihni iklimi hemen ele geçiriveriyor. Samimi üzüntüler, bu gürültülü eğilimlerin rüzgarına direnç gösteremiyor, sürükleniyor. Böylesi atmosferlerin alacakaranlığı, mesnetsiz eleştiri veya zorlama inatları öne çıkartabiliyor. Genellemeler veya olup biteni sınırlı (tek) gerekçe ile açıklama acelesi, daha sonra yanlışlığı kanıtlansa bile yıllarca kullanımda olacak hatalı saptamalar (ezberler) üretilmesini sağlıyor veya olanları katılaştırıyor. Saldırı ve savunma heves ya da mecburiyetleri, dilsizliğe bazen de gevezeliğe yol açabiliyor.
Yüksek beklentiye maruz kalan 14 Mayıs, değişimin tercih olmaktan çıkıp bir mecburiyet haline geleceğini düşünenler için sarsıcı oldu. Değişen ve değişmeyenlere, önceki seçimler üzerinden bakınca başka, beklentiler ve onu ölçen anketlerle bakınca başka sonuç çıkıyor. Mesela, Erdoğan’ın kaybettiği 2015 Haziran’ında, AKP yüzde 40 oy almış, muhalefette “yendik” hissi oluşmuştu. Bugün muhalefet, AKP -2018’den 7 puan kayıpla- yüzde 35 oy aldığı için yenilgi kabusundan uyanamıyor. Yine çarpıcı başka örnek: “MHP oylarını nasıl bu kadar artırabildi?” cümlesinde görülüyor. MHP, 2018 oyunun (yüzde 11) üzerinde değil hatta oransal olarak küçük bir kayıp bile var. Fakat anketlerin MHP oylarını çok düşük göstermesi referans alındığı için, gerekçesi muğlak bir “oy artmasından” bahsediliyor. Sonuçların şaşkınlık yaratan tarafı, daha önce hiç görülmemiş olması değil. Aksine daha önce deneyimlenen sonuçların artık değişeceğine yapılan duygusal yatırımının karşılıksız kalması. Dolayısıyla, şaşırtıcı olana, değişenlere veya değişmeyenlere bakarken, kıyaslamaları sadece bir ihtimal olan beklentilere göre yapmanın moral bozuculuğu yüksek. Bu yatırımın yüksek beklenti yaratmasında kendi payımı da kabul ederim. Ancak beklenenden eksik kalmış değişim enerjisine güvenmenin ve bunun lüzumuna inanmanın, utanılacak bir taraf da yok.
Benim de aralarında olduğum gözlemci ve yorumcuların ciddi yanılgıları, büyük ölçüde araştırmalarla desteklenen “referans” kaymasıyla da ilgili sanırım. Daha önce başka konularda (mesela İnce oyu veya -yanılmış anketlere rağmen bu konuda hala referans sayılan- seçilecek aday ölçümleri), anketlerin kanaat (duygu) ölçtüğünü ve bunun yanıltıcı olacağı ihtiyatına rağmen, aynı hatanın “değişim enerjisi” ve iktidar seçmenindeki çözülme konusunda da olabileceğini erken terk ettik galiba. (Halbuki “boş tencere” bahsinde, epey tepki pahasına ihtiyattan pek vazgeçmemiştim) Yüksek seyreden beklentinin hakim duygu haline gelmesiyle, belirleyici tercih olması arasındaki farkı süzmekte eksik kaldığımı teslim edebilirim. Fakat “değişmeyecek ve ancak uyumlanarak imkan üretilebilecek bir yerleşikliğe iman etmemeye ve böyle “sonuç alma” sanatı olduğu iddiasında bir siyaseti doğru bulmamaya devam edeceğim. Ayrıca iktidar desteğinin şaşırtıcı direncini ölçmekte, tüm dünyanın meselesi haline gelen “mahcup” aşırı sağcı seçmenlerin görünmezliğini de yetirince fark etmemiş olabiliriz. Berkeley Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Cihan Tuğal, BBC’ye verdiği röportajda bunu şöyle açıklıyor: “Brezilya’da, Macaristan’da, Amerika’da da aşırı sağın kazanımları anketlere yansımıyor, sandığa yansıyor.” Pek çok ülkede seçimlerde veya Brexit gibi referandumlarda, uzun süre yeterince fark edilmeyen gölge kalabalıklar, etkili ve sürpriz sonuçlar için sahneye çıkabiliyor. “Toplumu tanımıyorsunuz” şablonunu kolay kullananların da pek tanımadıkları bir durum.
Seçmeni kampanyaların etkilediği ve anketlerdeki ölçümlerin (trendin) süreç içinde değişmiş olabileceği ihtimali, elbette üzerinde düşünülebilecek bir seçenek. Bu konuda en kolay kullanılan değerlendirmelerden biri, “korku kartının yine kazandığı”. Bu iddiaları desteklemek için, iktidarın yürüttüğü “terörle iltisak” suçlamasının etkili ve ikna edici olduğu söyleniyor. Bildiğimiz konsolidasyon teorileri ve “sosyoloji” ezberleri, “Biz demiştik” denilerek rövanşist bir iştahla tekrar ediliyor. Aktör ve “kazanma” formülleri hakkındaki kapatılmayan tartışmalar tazeleniyor. Ancak hem bu yaklaşımların hem benim gibi değişim talebi iyimserlerinin kaçırdığı nokta, iktidarın etkileyebildiği alanda yaratabildiği değişimin derinliği. Açık yalana dayalı kara propagandanın, ikna edici olup olmadığının bir önemi yok. Yalanı, bile isteye doğrunun yerine koymaya razı bir grup seçmen oluşmuş durumda. Bu seçmen, ne aracılar ne de “suyuna gitme” yöntemiyle ikna olmaya açık değil. Irkçı faşizan eğilimleri büyüterek kökleşen otoriter-totaliter iktidarların yaptığı, “tanınmayan” toplumu, tanısan da sevemeyeceğin bir hale getirmek. Dolayısıyla toplumu tanıdığı ve hatta o hassasiyetlere giriş kartı olduğu iddiasında olanların da bir süre sonra tanıdıkları pek bir şey kalmayabilir. Bunun siyasi kabiliyetten çok güç ve yeni tahakküm ilişkileriyle bağı çok daha fazla. Değişmeme riskini görerek davrananlar ile değişimin yönünü tayin iştahıyla hareket edenlerin pozisyonları da diğer bir önemli faktör. Kürtlerin anahtar konumu iddiasının, “terör tehlikesinden” daha etkili olması dikkat çekici. İktidar, daha önce sadece kendi seçmeni için bağlayıcı olarak kullanabildiği “çoğunluk kibrini”, muhalefet için de etkili kılmakta başarılı oldu.
Bütün bunları konuşmak, daha da kritik hale gelen ikinci tur oylaması öncesinde ne işe yarar? Belki “yanıltıcı anketler”, “hatalı değerlendirmeler”, “isabetsiz beklentilerin” dışında, gerçekleşmiş sonuçlar üzerinden konuşmaya yarar. (Elbette seçim güvenliği ile ilgili şüpheler, siyaset dışı faaliyetlerin sandıklara etkisi gibi noktaları da dikkate alarak konuşmak lazım. Zaten bu konulardaki açıklar için de daha net veriler mevcut) Bundan aylar önce bu sonuçlar, “güvenilir anket” olarak karşımıza getirilseydi, bu seçimi kazanmayı denemek isteyenler, bunun için çaba harcamaya hevesli olanlar daha mı az olurdu? Yüzde 50’nin altına indiği görünen Erdoğan ile yüzde 45 almış Kılıçdaroğlu arasındaki farkın 2 milyon olduğu, çeşitli nedenlerle sandığa gitmekten uzak duran epey seçmenin varlığı ve Sinan Oğan etrafında biriken tepki oyları, öngörü olarak ortaya konsaydı; AKP’nin 7 puan kayıpla yüzde 35’e indiği, MHP’nin yüzde 1 kayıpla yüzde 10’da kaldığı görülseydi, “hadi” diyenler veya “karar ver” denildiğinde cevap verecekler eksik mi kalırdı? Kapıları açık duran cehennemin sıcağı daha fazla hissedilirken, değişim ve bunun için uğraşmak lüzumsuz diyenler çok artar mıydı? Bu tablo, çok değişmez gibi görünenleri değiştirmek isteyenlerin, kifayetsiz bir azınlık sayılmayı hiç hak etmediklerini söylüyor. (En azından beklentinizi yükselttiği için kızdıklarınız listesine girmeyi hiç hak etmiyorlar) “Neden böyle oldu?” sorusu etrafında yukarıda tartışmaya çalıştığım, yenilmiş ve yenilmeye mahkum sayılanların, başkalarından önce kendi taraflarındaki eksiklik hissinden sıyrılmaya ikna olmasının gerektiği. Bundan on yıl önce tek başına (AKP) “yüzde elliyi evde tutamıyorum” diyenler, bugün dört takviye ile yüzde elliyi bulamıyor.