Abdülbaki 12 yaşında bir çocuk. Urfa’da, Eyyubiye Belediyesi’nin, bir mezarlık içinde inşa ettirip bir tarikatın (hangisi olduğu hâlâ muamma) hizmetine verdiği “medrese”nin yanı başındaki terk edilmiş bir ahırda ölü bulundu. Kendini elektrik kablosuyla ahırın tavanındaki merteklerden birine astığı yazılmış resmi kayıtlara. İntihar denmiş. O resmi kayıtları tutanlar, 12 yaşında bir çocuk “kendini assa bile intihar denilmez o ölüme,” dememiş. Sokaklarda koşup oynaması, acıkınca evine gidip anasının üzerine salça sürdüğü ekmeği yemesi, büyümekten başka gailesi olmaması gereken bir çocuk, velev ki kendi elleriyle dolasın o kabloyu merteğe, yine kendi elleriyle düğümlesin velev ki… Nasıl intihar diyeceğiz bu işe?..
Çocuğun ailesi Ceylanpınar’da yaşıyormuş. Ceylanpınar ülke gündemine yalnızca insan kaçakçılığı ve uyuşturucu ticareti dolayısıyla yapılan polis operasyonlarıyla geliyor son yıllarda. Hatta aslında ülke gündemine geldiği falan yok ilçenin, vaka-yı adiyeden sayılacak kadar sık oluyor çünkü bu işler. Ceylanpınarlılar da ne yapsınlar, uyuşturucuyla mücadele konusunda güvenlerini kazanan Emniyet Müdürü Murat Dere’nin emekli olmaması için ellerinden geleni yapmış, ancak mani olamamışlar.
Abdülbaki’nin, Diyanet’in de “haberdar değiliz” deyip işin içinden sıyrıldığı “medrese”ye gitmek istemediğini bilmeyen yokmuş haberlerden okuduğum kadarıyla. Daha önce de birkaç kez kaçmış ama ailesi tutup geri getirmiş “medrese”ye. “Neden istemiyorsun oraya gitmeyi?” diye soran olmuş mudur acaba? Ceylanpınar’da yaşayan 12 yaşında bir oğlan çocuğunun kendi hayatı konusunda ne düşündüğünün kimin için, nasıl bir önemi var ki biri de çıksın, “oğlum Abdülbaki neyi beğenmiyorsun gittiğin o yerde?” diye sorsun? Enes Kara’ya kimse sormuş muydu o cemaat evinde kalmak isteyip istemediğini? “Gitmem” dediği zaman bir dinleyen bulmuş muydu? Gidecek başka yeri, içinde bulunduğu çaresizliği şikâyet edecek bir merci var mıydı peki? Sahi niye yoktu? O kadar mı kimsesizdi Enes? Abdülbaki’ninki nasıl bir kimsesizlikti?
85 kilometre
Bu arada Ceylanpınar’la, Abdülbaki’nin zorla gönderildiği “medrese”nin bulunduğu Eyyubiye arasındaki mesafe tam 85 kilometre imiş. “Medrese”nin ve çocuğun ölü bedeninin tavana elektrik kablosuyla asılı bulunduğu ahırın adresleri Beşat Mahallesi’nde. Mahallenin muhtarı Ömer Kaya anlatıyor: “Bu çocuk birkaç defa ailesine ve beraber kaldığı arkadaşlarına burada kalmak istemediğini belirtti. Hatta iki defa eve dönüyor ama yine getiriliyor. En son kayboldu. İki gün önce biz her yerde aradık, dün medresenin yanında bir ahırda kendisini asmış halde bulduk. Medresenin resmi bir durumu yok. 20 öğrenci dışarıdan gelip yatılı kalıyor. Fahri imam tarafından eğitim veriliyor. Bazen köylüler kendi aralarında maddi yardımda bulunuyor.”
Urfa Valiliği’nin açıklamasında, “çocuğumuz kendisini asmak suretiyle intihar etmiştir” ifadesi kullanılıyor. Okuyunca sanki böyle altı çizilmiş, vurgulanmış, hatta “bu olayın vasfı budur ha!” diye iyice ısrar edilmiş hissi uyandırıyor insana: “İNTİHAR ETMİŞTİR! Sakın aklınıza başka türlü bir ihtimal gelmesin.” Sonrası “soruşturma açtık, Allah’tan rahmet, ailesine ve yakınlarına başsağlığı” vaziyetleri. Tipik bir şablon açıklama. İsimler, adresler, tarihler değişir de, aynı soğuk ve tekrarlandıkça manasızlaşan “rahmet ve başsağlığı” dilekleri değişmez.
Çocuğun bedeninde herhangi bir cinsel istismar ya da darp izine rastlanmamış. Ferahlasın mı içimiz? Yoksa ruhuna kazınmış olabilecek kimi izler konusunda hafızamızı mı yoklayalım? Yoklamayalım mı? Ne de olsa “aile”yi ve “dini değer”leri korumak için çocuklarından, yani kendi geleceğinden vazgeçen türde bir “muhafazakârlık”la malûl hayli süredir en bir “resmi ideoloji”miz. Bu türden haberlere alışmamız öğretiliyor bize o soğuk açıklamalar ve onlara eşlik eden gayet ısrarcı bir dizi siyasetle. Üzerine çok gitmemeliyiz. Ceylanpınar’la Eyyubiye arasındaki 85 kilometre nasıl bir boşluğa tekabül ediyordu, o boşluk kimlerin yokluğuyla işaretlenmişti diye sormamalıyız. Sormalı mıyız? Peki kime soracağız?
Faili meçhul bir Abdülbaki
Urfa’da 600 kadar Kur’an kursu bulunan Müftülük sorumluluk kabul etmiyor. Diyanet İşleri Başkanlığı “medrese”nin kendileriyle bir alakası olmadığını söylüyor. İlk haberlerde “medrese”nin bağlı olduğu iddia edilen Semerkant Vakfı, yani Menzil Tarikatı, “bizimle alakası yok” diyor. “Medrese”de eğitim veren “fahri imam” (yani gönüllü imam ama gene Diyanet İşleri’nden icazetli, ihtiyaçları ahali tarafından karşılanan, dolayısıyla muhtemelen o yerde hangi cemaat güçlüyse o cemaatin bağlısı olan bir imam türü) önce gözaltına alındı sonra bırakıldı. İfadesinde çocuğun, “sabah namazını kıldıktan sonra 05:18’de dışarı çıktığını, okula gitmediğini, başka bir sıkıntısı da olmadığını” söylemiş. Babası, kendilerini arayan gazetecilere “Konuşulacak bir şey yok. Taziyemiz var. Bizi rahatsız etmeyin. Şikâyetçi olmayacağız. Yapılacak bir şey yok” demiş.
Enes Kara’nın babası da, “Benim cemaatten hiçbir şikâyetim yok. Keşke çocuğum cemaatçi olsaydı. İslamiyet’i kalben kabul etseydi, zaten bizim dinimiz intiharı yasaklamıştır” demişti.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Abdülbaki’nin ateizmle tanışma fırsatı bulduğunu hiç zannetmiyorum. Ama belli ki bir tarikat ya da cemaatle hayli erken yaşında tanıştırılmış. Enes Kara da Allah’a olan inancını kaybettiğinden çok, ailesinin ve içine hapsedildiği cemaatin kendisine reva gördüğü cendereden çıkmanın bir yolunu bulamadığından söz ediyordu vedasında.
E yani şimdi biz ne yapacağız? Diyeceğimiz şey şu mu?
Ah çok korkunç, ama gerçekten korkunç. Fakat elimiz kolumuz da bağlı yani. Aileleri bile şikâyetçi olmadıktan sonra bu çocuklar için kim ne yapabilir ki?
Böyle mi diyeceğiz? Çoluğun çocuğun yüzüne nasıl bakacağız peki? Nasıl okşayacağız saçlarını arkadaşlarımızın bebelerinin?
Aaaa meğerse Ceylanpınar’la Eyyubiye arasındaki 85 kilometreden ibaret değilmiş… Çok, çok, çok, çok daha büyükmüş o boşluk.
Yeni toplumsal sözleşme
Bu işlerin üzerine giden gazetecilerin hem cemaatlerin, tarikatların hem de mevcut devletin tehditlerine rağmen vazgeçmediklerini biliyoruz. Avukatlar, barolar, meslek odaları, öğretmen sendikaları, insan hakları örgütleri ve özellikle kadın örgütleri bu tür mevzulara “karıştıkları” ölçüde baskı altına alınıyorlar. Peki niye oluyor bu? Mevzu devletin dindarlaşması ve bu yüzden dindarları kayırmasından mı ibaret? Diyelim ki öyle, sırf bir parti 21 yıldır seçim kazanıyor diye mi dindarlaşıyor devlet? Devletin dindarlaşması meselesi o partiyle mi başladı? Hem Allah aşkına, dindarlaşmak devletin ne işine yarıyor? İşine yaramasa dindarlaşır mıydı o devlet?!
Bütünüyle kuşkudaysanız sonuna kadar haklısınız. Bu olanlar hiç de küçük “sevimsiz” tesadüflerden ibaret değil. Bu ölümler, bir simülasyonu da geçenlerde yapılan sandıklı seçimlerde sunulan hikâyelere fena halde dahil. Önümüzdeki haftalarda mevzuyu daha detaylı açmak üzere şu kadarını söyleyeyim: Babalara ve annelere, çocuklarının canları üzerinde koşulsuz ve sınırsız tasarruf hakkı vaat ediyor devlet ve bunun karşılığında hakimiyeti altındaki tüm nüfus üzerinde koşulsuz ve sınırsız, yani hukuksuz tasarruf hakkı talep ediyor. “Sen bana oyunla arzu ettiğim sınırsız gücü ver ki, ben de sana kendi küçük krallığında sınırsız güç vereyim.” Adı konmamış yeni toplumsal sözleşmemizin ana fikri budur. Hayırlı mıdır, uğurlu mudur manzaraya bakıp siz karar verin…
Nasıl mı şekillendi bu toplumsal sözleşme? Gözlerimizin önünde, hem de göstere göstere… Havai fişekli, gürültülü, patırtılı, ışıltılı kutlamalar eşliğinde, dualarla, en yüksek tepelerin üzerine kondurulmuş dağ gibi camilerin avlularında kılınan namazlarla, elimizi duble yollarla, ayağımızı devasa köprü ipleriyle, aklımızı kredi borçlarıyla bağlayarak! Aşağı yukarı şöyle oldu:
Devlet topluma karşı yükümlülüklerini -sadece ticaret yürüsün diye yapılan yollar, köprüler, megahavalimanları değil; başta sağlık, eğitim, barınma, bakım olmak üzere her türlü insani ihtiyacı– karşılama işini piyasalaştırmak yoluyla inkâr ettiği ölçüde safi bir güvenlik, aslında kaba-saba bir zor aygıtına dönüştü. Buna özetle neo-liberalleşme diyoruz. Devlet küçülecek, yaptığı işleri piyasaya terk edecek, altta kalanın canının çıktığı bir serbestlik bağlamında nizamı-intizamı koruyaraktan varlığını sürdürecekti. Oh ne alâ!
Dünyanın en aptal düzeneğiydi herhalde bu. Böylesi bir düzenek iyi bir şeye tekabül etse mesela Evropa, Ortaçağ’dan hiç çıkmayıverirdi, ne olacak?! Bütün o devrimler, ulus inşaları vs. haybeye diyordu bu düzenek. Tam da bu yüzden işine geldi üst sınıfların, yöneticilerin, politikacıların vs. Devletin, meşruiyetini yani varlığının dayanağını, en az “ulusun güvenliği” kadar topluma karşı yükümlülüklerinden de aldığı bahsini görmezden geliyordu çünkü bu düzenek. Güvenlik kolay işti, ne vardı ki silah alıp-satıp asker/polis beslemekte. İhtiyaçları hiç bitmeyen yurttaşlar mevzuları karmaşıklaştırmaktan başka işe yaramıyorlardı oysa. Bu çok aklı evvel plan, yurttaşlardan, üstelik yine kendilerinin arzusuymuş gibi kurtulmayı mümkün kılacaktı. 1970’lerden itibaren yalnız Türkiye’deki değil, dünyanın her yerindeki sağcılıklar birbirleriyle kavga ederken bile bu planı gerçekleştirmek üzere ortaklaşıyorlardı.
Ne oldu peki sonunda? Devletlerin meşruiyet sahası “güvenlik” ihtiyacı seviyesine indirgendikçe her bir devletin görünür ve görünmez iç ve dış düşmanları arttı. İhtiyaç duydukça kendi düşmanlarını bizzat icat ettiler çünkü. Devletler icatlar konusunda çok yetenekli kurumlara sahiptirler.
Bir şey daha icat ettiler yeniden dünyanın her yerinde: Aileyi. “Toplumun yapı taşı” diye tarif etseler de aileyi “toplum” karşıtı bir birim olarak tasarladılar bir kez daha. Sitelerde dairelere “bağımsız birim” deniyor biliyorsunuz değil mi? Hah işte, her bir aile de bir diğerinden “bağımsız” birer krallığa dönüştürüldü. Hem aile içindeki hem devletle aile arasındaki ilişkilere müdahil olabilecek her türlü ara aşama bayağı bilinçli olarak ortadan kaldırıldı. Mahalleler de yok artık, geniş aileler de… Yerine dini cemaatler yerleştirildi ki bunun neden böyle olduğunu da ayrıca tartışmaya çalışacağım gelecek haftalarda…
Devletin piyasalaştırmak suretiyle geri çekildiği sağlık, eğitim, barınma ve bakım gibi ihtiyaçlar aslında bireysel değil kolektif ihtiyaçlardır. Tekil ihtiyaçlar olarak örgütlemeye kalkışırsanız dilenme ve bağımlılık mekanizmaları üretirsiniz. Kolektif ihtiyaçlar olarak örgütlerseniz birinin hakkı ihlal edildiğinde herkes ayaklanır. Bireysel otonomi ancak ihtiyaçlar kolektifin güvencesi altındaysa teminat altına alınabilir. Bir çocuğun eğitimi, toplumun kolektif ihtiyacı ve yükümlülüğüdür. Barınma ihtiyacı bireysel gibi görünse de kolektif bir ihtiyaç ve yükümlülüktür. Bir hastanın bakımı da yalnızca onun yakınlarını ilgilendirmez, çünkü o yakınlar yalnızca kendilerinden ibaret değillerdir, dahil oldukları her alanda bu ihtiyacın kolektifleşmesine vesile olurlar.
1970’lerden itibaren kabaca neo-liberalleşme dediğimiz mevzu, bu tür işlerde, devleti de yükümlülük altına sokan her türlü kolektif hak tarifini muğlaklaştırdı, hatta “aaaaa komünist bunlar” etiketiyle düşünülemez kıldı. Bu yüzden dünyanın her yerinde devletler neo-liberalleşirken baskın siyasetler sağcılaştı ve aile denilen şey modern çekirdek aileden bile rezil bir formda yeniden icat edildi. Devletlerin her bir aileyi bizzat kendi elleriyle kendilerinin de ulaşmak, aslında bulaşmak istemediği bir şedit çekirdeğe dönüştürdüğü bir sürece de tekabül etti neo-liberalizm. Kadın ve çocukların, babanın, yani ailenin kralının mülkü olduğu bu yeni düzende çocuğu intihar eden baba “ne yapalım, kimseden şikâyetçi değiliz” deme hakkına sahip oldu böylece bir kez daha. Kimsenin aklına gelmiyor mu mevzunun aslını aile içinde de soruşturmak gerektiği? Niye gelmiyor? Hem o “medrese”nin o aileyle ilişkisi ne ki? Ceylanpınar’da Kur’an kursu mu yoktu da 85 km öteye gönderdi aile çocuğu dinini öğrenmeye? Bu sürece okul ve eğitim bürokrasisi niye dahil olmadı?
Abdülbaki de öldü nasılsa, resmi kayıtlara “intihar” diye geçti vaka… Kimseden şikâyetçi olamaz artık değil mi?
Meclis’e usulen verilmiş soru önergelerine de cevap kim bilir ne zaman gelir? Gelse ne olur ki?!
O medresenin arkasındaki cemaat tanıyordur bir kaç ayrı partiden bir kaç milletvekili. Davaya bakan savcıya, hakime vs. ulaşır kolaylıkla.
İşin peşine düşen gazeteciler tehdit edilir.
Hak savunucu örgütler, hele kadınlar öncülük ediyorsa iffetsizlikle, dinsizlikle, oooo daha nelerle, hatta belki devlet düşmanlığıyla suçlanır.
Bu kişiler zaten devletin güvenliğine de tehdittir değil mi ama? Nasıl da büyük bir tesadüftür bu? Kutsal aileyi tehdit eden herkes aynı zamanda devletin güvenliğine de tehdittir…
Hadi biri söylesin bakalım, şu akışta intihara (!) zorlanan yalnızca Abdülbaki midir?
Hepimiz Abdülbaki’yiz desek yeri değil midir?
Abdülbaki’nin babası babamız olmayabilir. Gittiği “medrese”nin yamacından bile geçmeyeceğizdir hayatımız boyunca. Hatta o dinle ve hiçbir dinle alakamız kalmamıştır belki. Bizim çocuklarımızın başına böyle bir şeyin gelmesinin mümkünâtı yoktur.
Bir şey diyeyim mi? Hiç emin olmayalım bu mevzularla bir işimiz olmayacağından. Biz iyisi mi bütünüyle kuşkuda kalmaya devam edelim aklımız yettiğince.