İki haftadır devam ettirdiğim, “bir de şöyle bir şey var, gözden kaçmasın” yazılarına -bayram arifesinde de- devam. İki hafta önce, Erdoğan’ın genişlettiği ittifakla eksiğini tamamlarken, muhalefetin nasıl kendisini eksik hale getirdiğine değinmiştim. Geçen hafta da yenilginin sorumlularını tayin edilirken, sorumluluk meselesine biraz daha geniş bakmanın isabetli olabileceğini hatırlatmaya çalıştım. Henüz herkes eteğindeki bütün taşları tam dökemedi ama bazı şeyleri, bugünden geriye doğru muhayyel tarih yazımına kurban vermemek lazım.
Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, toplam seçmenin yüzde 58’inin oy vermediğini hatırlatarak; Erdoğan için “azınlığın cumhurbaşkanı” diyor (Seçim adaletsizlikleri ve güvenlik sorunları ile birlikte düşünüldüğünde rakam daha da değişir). Bu değerlendirme, hem seçim zaferi inancını besleyen hem de kaybetmenin gerekçesi sayılan anketlerdeki, “yüzde 55-60” Erdoğan karşıtlığıyla uyumlu. Ersin hocanın söylediği, bazı insanlara Polyannacılık veya boş teselli gibi gelebilir. Fakat siyasi analizlerin yeniden popüler malzemesi haline gelen, “mahalleler aritmetiği” açısından önemli. 2014, 2018 ve 2023 cumhurbaşkanlığı seçimi için Erdoğan’ın aldığı oyların (51,8, 52,5 ve 52,2) yüzde 52 civarında çakılı olduğu söyleniyor. (Buna 51,4 ile 2017 referandumundaki oranı da eklenebilir) Oysa aralarında küçük olmayan bir fark var. İlk iki seçimdeki rakam, ilk turda alınmış sonuç; 2023 ise iki turlu seçimin ikinci turundaki oran. Aslında karşılaştırma, 2018 ile 2023’ün ilk turu (49,5) arasında yapılmalı. Bu, kazanma ihtimalini olmasa bile çoğunluk tartışmalarını değiştiriyor.
Azınlık-çoğunluk meselesi, muhalefetin kazanamamasının nedenleri ve çare diye ortaya atılanların tartışması açısından önemli. Erdoğan, çoğunluğun desteğini aldığı için kazanmadı; muhalefet, çoğunluk olmaya direndiği ya da iktidar aritmetiğine uyduğu için yenildi. Erdoğan, sürekli müttefik tazelemesine ve artırmasına rağmen, kısmi gerilemesini saklayamıyor. Onun başardığı, karşısına azınlıkları yerleştirmek ve azınlık olduklarına ikna etmek. Artık herhangi bir şeyi açıklamadığı söylenen sağ-sol ayrımı, böyle anlarda “Bitti bu iş” diyenler tarafından hararetle dayatılıyor. Erdoğan’ı çoğunluk yapan, yürüttüğü kara propaganda ve kutuplaştırmanın, “muhalefetteki” örtülü müttefiklerce paylaşılması. İktidarın “kıvrak zekalı gençleri”, montaj video yapmadan aylar önce; bu iddialar, muhalefette ve uluorta dolaşımdaydı. Şimdi hesaplaşma ve muhasebe yapılırken de, yakası açılmadık biçimde yine devrede.
Meseleyi daha somutlaştıralım. Yavuz Ağıralioğlu, Abdüllatif Şener, Tanju Özcan, Sinan Oğan ve ismini sayamadığımız çeşitlilikteki benzer örnekler, sadece kendilerini temsil eden, münferit ve ekstrem vakalar mı? Yoksa seçmen nezdinde karşılığı olan düşünme biçimlerinin, kimlik öbeklerinin -Ayşe Çavdar’ın kulaklarını çınlatarak- “avatarları” mı? Murat Sevinç’in sorduğu “İttifaktaki partiler müttefik miydi” sorusunu biraz daha ilerletirsek: Muhalefet içindeki bu insanlar ve onların benzerleri, kimin müttefikidir? Sorumlulara dönük eleştirilerini öne çıkartmakla birlikte, yarattıkları -en azından etkili oldukları- sonuçtan çok da şikayetçi görünmüyorlar. Kimlik siyasetini sadece başkaları için eleştiri konusu yapanlar, “dayatma” konusunda iktidarı ve onun rahatça kullandığı “sosyolojiyi”, tartışmaların uzağına taşıyorlar. Dayatmalar arasında seçimde hiç zorlanmıyorlar.
Yenilginin sorumluları, elbette çözümün aktörü olamaz. Ancak yenilgide pay sahibi olan “siyasi temsil” probleminin, çarenin adresi olarak tekrar ortaya çıkması da makul görülemez. Cennet tasavvuru hakkında ortak olamayanların cehennem tasviri konusunda da pek yakın olmadığını gördük. Dolayısıyla dayatma, ittifakın mimarisinde değil mayasında var. Kazanacak aday tartışmasının, seçimin kazanılmasıyla ilgisi, seçimin kaybedilmesine gösterilen tepkilerden daha net anlaşılıyor. Yine Oğan, Şener gibi örneklerden ilerlersek, bu insanların seçimde yaptıkları ve gerekçelendirirken söyledikleri, kazanmanın riske sokulmasından duyulan teessürün tepkisi gibi duruyor mu? “Benden başka bir öncelik yok” ile “benim dediğim olmazsa gelecek tufandan bana ne” arasındaki fark çok da fazla değil.
Kaybetmenin sebebini, karşı mahallenin ikna edilememesinde veya kararsızlar samanlığında aramak yerine, önce kendi tarafına bakmak lazım. Muhalefet aktörleri, asıl kendi taraflarında ikna krizi yaşadılar ve bunu bilerek yarattılar. Temel tez, iktidarı değiştirmek iddiasıydı. İttifakın zemininde de, kazanacak aday tartışmasının arkasındaki hareket noktasının bu olduğu söylendi. Seçimi kazanmak, bu iddiayı karşılamak için ilk ve zorunlu hedefti. İktidarın, özellikle de Erdoğan’ın “bizi indirmekten başka dertleri yok” sataşması; aslında muhalefeti, kendi güçlü iddiasından uzaklaştıran, hatta biraz mahcup hale getiren bir tuzak olarak çalıştı. Bir işe yaramadığını en çok söyleyenlerin en çok kullandıkları “güçlendirilmiş parlamenter sistem” tasarımı, sayfalar süren ayrıntılı program önerileri ve paylaşım pazarlıkları hep bu heybeden çıktı. “Karşı tarafa güven vermek”, sonrayı konuşmayı zorunlu kıldı. Bu tercih, muhalefet elitlerindeki gerilimin tabanlarına yayılmasına ve muhalefet çoğunluğunun parçalanmasına neden oldu.
Seçimden önce her şeyin anahtarı görülen, gelecekte de çarenin aranacağı odaklardan sayılan “kararsızlar”, kimin çoğunluk olacağını da belirledi. Kararsızlar için politika yapılabilir mi? Böyle bir siyaset, hangi kararsızlığı dikkate almalıdır? İddia edildiği gibi kararsızlar, iki blok arasındaki alanda, kimlik ayrışmasından azade ve en rasyonel grup mudur? Seçim, kararsızlar hakkında epey şey söyledi ama onların “merkezde” beklemedikleri, gri alanın yelpazenin ortasında olmadığı çok açık. Herkesin heves ettiği “merkeze yolculuk” hikayesi, karşılık bulmamış iddialar listesinden adını sildirdiği gibi, şimdi yeniden çare sıralamasına girme çabasında. “Merkezi toparlayacaktık ama Kılıçdaroğlu adaylığını dayattı, HDP de kendi adayını çıkartmadı, o yüzden olamadı” demenin ikna edici olduğu düşünülüyor herhalde. Bu konudaki çok daha kısa fıkra; Yavuz Ağıralioğlu’nun merkez parti girişimine heveslenmesi.
Siyasi merkezin ama özellikle merkez sağın yeniden ihyasının, mucizevi bir itibar kalkanı var. Ekonomik ve siyasi kriz serilerinin ralli yaptığı, merkezin çöktüğü 90’lı yıllarda, hiç bitmeyen ama asla sonuca varmayan “yeni oluşum” hikayeleri, haberleri izlerdik. Şimdi de bütün iddialar boş çıkmış olsa da, çare yine “merkez sağ” diyen eksilmedi. Hatta merkezi yeni mesafe ayarlarıyla, yüksek duvarlar arkasında kuracaklarını iddia edenler var. Bu efsunlu hikaye, çok eğlenceli ve önümüzdeki dönemde daha da “eğlenceli” ve elbette epey sinir bozucu olacak. Birkaç gün önce Tanıl Bora ile yaptığımız sohbette, bu konuda yazmak istediğini söylediği için -biraz da onu mecbur bırakmak için- daha fazla uzatmayacağım ve ayrıntıya girmeyeceğim. “Merkez sağ diye bir şey varsa o açıortay Demirel’dir” diyen Tanıl’ın, taze çıkan ve bir sürü siyasi varsayımdan çok daha somut bir hikayeyi, lezzetle önümüze koyduğu kitabı, konuyu zaten onun sorumluluk alanına sokar.