Bilgehan Uçak yazdı: Ahmet Altan’ın Zarlar’ı

Silivri esaretinin en yoğun günleriydi ve yine böyle bir aralık ortasıydı, ben Nürnberg’deydim, yılbaşı panayırı kurulmuştu, sosisler kızarıyor, baharatlı dumanları üzerinde sıcak şaraplar içiliyor, bir başka tezgâhta kestaneler pişiyordu.

Herkes yeni yıla girmenin coşkusunu yaşıyordu.

O cıvıl cıvıl meydandan uzaklaşıp şehrin en büyük kitapçısına yürüdüm, Ahmet Altan’ın yeni çıkan kitabını sordum, gösterilen rafa gittim ve Dünyayı Bir Daha Görmeyeceğim’in Almanca baskısını aldım.

Kütüphanemdeki tek Almanca kitap o.

Aradan herhalde beş-altı sene geçti.

Ahmet Altan’ın Zarlar’ı

Geçen gün, Zarlar’ı o tuhaf Almanca baskıyla Hayat Hanım’ın arasına sıkıştırırken bu romanı bekleyişimizi düşündüm.

Ahmet Altan’ın Zarlar’ı da anlaşılmaz bir şekilde evvela Fransa’da Fransızca olarak basıldı, gazete ve dergilerde bu roman hakkında çeşitli eleştiriler çıktı.

Nasıl ki Dünyayı Bir Daha Göremeyeceğim’i okuyacak kadar Almanca bilmiyorsam, az kalsın, ancak tabela okuyabilecek kadar Fransızca bildiğim için Zarlar’ı okumaktan da mahrum kalacaktım.

İtiraf edeyim, aradan geçen senelere rağmen Dünyayı Bir Daha Görmeyeceğim kitabı Türkçe yayımlanmadığı için Zarlar’ın akıbetinden de endişe etmeye başlamıştım.

“Altan’ın romancılığı ikiye ayrılıyor”

Daha geçen sene dünyanın en prestijli ödüllerinden Femina’yı kazanan Ahmet Altan’ı kendi dilinde okuyamamak gibi bir saçmalık olamazdı, olmamalıydı, ama olsaydı, herhalde ancak Abdülhamid’in ya da İttihatçıların döneminde olurdu.

Denemeleri bir kenara bırakırsak, Ahmet Altan romancılığını genel olarak ikiye ayırabileceğimizi düşünüyorum; bugünü anlatanlar ile tarihi romanlar.

Tabii tarihi romanlar deyince öncelikle satış rekorları kıran meşhur üçlemeyi saymamız gerekir.

Birbirinin devamı olan Kılıç Yarası Gibi, İsyan Günlerinde Aşk ve Ölmek Kolaydır Sevmekten denince 31 Mart’tan İttihatçıların yönetime el koymasına kadar geçen süreç akla gelir ama bu seri bence her şeyden önce Mehpare Hanım’dır, Mihrişah Sultan’dır, kadınların rekabeti, beklenmedik bir anda patlayan sessiz “tres chaude” yakarışlarıdır, “yakışıklı bir arı” gibi çarpıcı benzetmeleridir, akıldan çıkmayan zeki diyaloglarıdır, Şeyh Efendi’dir, Hüseyin Hikmet Bey’dir, Nizam’dır, piyano başında Anya’dır.

“Tarihi romanlarını büyük iştahla okuyorum”

Silivri esaretinde yazdığı ilk kitap Dünyayı Bir Daha Görmeyeceğim bir denemeler serisiydi, ilk roman Hayat Hanım bugünlerde geçiyordu, Mahmut Şevket Paşa suikastının etrafında kurgulanmış Zarlar ise tarihi romanlar arasında.

Herkesin lacivert gözlü olduğu Dört Mevsim Sonbahar’a bayılırım, Tehlikeli Masallar’ın sadece o “yanımda kimse olmadığından değil yalnızlığım, yalnız olduğumu söyleyebilecek kimsem olmadığı için yalnızım ben” cümlesi yeter, En Uzun Gece’de denizin ne olduğunu dağlara bakarak Heja’ya anlatmaya çalışan Yelda’nın çabasını, Aldatmak’ta bir gece yarısı antrede geçen o sahneyi çok severim.

Ama ne yalan söyleyeyim, Ahmet Altan’ın tarihi romanlarını daha büyük bir iştahla okurum.

Silivri esaretinde bir avukat Ahmet Altan’a Mahmut Şevket Paşa suikastını anlatan bir kitap bırakmış, suikastın ertesinde iki kardeşin birlikte asılması Altan’ı çok etkilemiş, romanı yazmaya orada başlamış.

Ziya ile Hakkı, Mahmut Şevket Paşa suikastında rol almışlar, bizzat Ziya, hiçbir şeyin gözünü korkutamadığı bu gencecik kabadayı, Paşa’yı vuran tabancayı ateşlemişti.

Tarihin bir cilvesi herhalde, romanı yazarken, Ahmet Altan ve kardeşi Mehmet Altan, tarihin görebileceği en rezil iddianamelerin biriyle müebbet hapislere mahkum edilmişlerdi.

Bırak tutuklamayı, haklarında gözaltına dahi alınmasını gerektirecek hiçbir şey olmadığına dair yargı kararı olan Altanlar belki de Hakkı’yla Ziya gibi asılacaklardı.

Zarlar’ı okurken bu düşünceyi aklımdan kovamadım, şayet AB mecbur tutmasaydı ve idam kararı kaldırılmasıydı, neler olabileceğini tahayyül ettim, ettiklerimden iğrendim.

Fransa’da büyük bir ilgiyle karşılanan Zarlar’ın nihayet yazarın anadilinde yayımlandığını öğrenince kitapçıları dolaştım, ilk baktıklarıma henüz dağıtılmamıştı, en sonunda bulduğumda, satıcı kadın kitapları rafa az önce dizdiğini ve ilk alanın -gülerek- ben olduğumu söyledi.

Bütün işlerimi öteledim, telefonumu kapattım, romanın kapağını açtım ve dünya benim için durdu.

Erkekliğin gereklerini bir türlü yerine getiremeyen Hakkı’dan çok Sinop’ta geçirdiği aylar boyunca bir kere bile abisini düşünmeyen Ziya’ya kızdım, onu hapisten çıkaracak adamlar geldiğinde “nereye gidiyoruz yahu?” dememesine şaştım, ama Pire’den İskenderiye’ye, oradan Osmanlı payitahtına Ziya’yla birlikte gittim, Mahmut Şevket Paşa suikastında ben de vardım, kumar masalarında sabahladık, yeri geldi bıçakları çektik, tabancalarımıza barut doldurduk, bilyenin rulet masasındaki salınarak dönüşünü, köşeli zarların çıkardığı sesleri duydum.

Sevdiğiniz bir yazarı okumak gibisi yok.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.