Bir kadın var, garip bir kadın. Onun garipliğini anlatmam için en son çok garip bir olay oldu; ona değinmem lazım. Söz konusu olan bir fotoğraf. Dediğine göre, bu fotoğraf basıldıktan yaklaşık 50 yıl sonra, onun tarafından kendi kütüphanesinde bulunmuş. Artık ikisi de mevta olmuş olan anne ve babamı anmak adına pespembe şakayıkların arasından geçen ve bir kısmı renklendirilen bir programa tabi tuttuğu bu fotoğraf için “onları hep çok sevdim,” diye bir Facebook postu paylaşınca aklım başıma geldi. “Yahu bu fotoğrafı biliyorum ben!” dedim.
Gidip kendi karmakarışık kütüphaneme baktım. Evet yanılmamışım, oradaydı. Kadının Facebook’ta paylaştığı fotoğrafta ise bir şey eksikti: Ben. Bunun neden böyle olduğunu kendisine sorduğumda, bana bunun bir aşk fotoğrafı olduğunu, o aşk fotoğrafında benim pek de bir yerimin olmadığını ifade edecekti. Dahasını da söyleyecekti: Bu bir bayram kutlamasıymış.
Onlar artık yaşamadığı için, ellerini öpmek istediğini ama bunu gerçekleştiremediğini, bunun için onları bu biçimde, pembe şakayıklardan oluşan bir kalp ile renklendirdiğini ifade edecekti. Baktı olmayacak şunu da ifade etti: Bu tamamen programın suçuymuş. Kullanmış olduğu şakayıklı program beni direkt oradan çıkarmış… Peki. “Bunu yapan programa teessüf ederim” diyerek konuyu kapatma ihtiyacını duydum.
Migros’taki kadınla fotoğraf arasındaki bağ…
Migros’ta alışveriş yaparken, önüme atlayan başka bir kadına laf yetiştirmeye çalışırken birden o fotoğrafı düşünmeye başladım. Migros’taki kadınla bu fotoğraf arasında nasıl bir bağ olduğuna verilecek cevap belliydi: Öfkem. Böyle bir payda olur mu demeyin. Öfke müthiş bir paydadır. Hangi kaynaklardan beslendiğini sonradan fark ettiğiniz, incinmişliğin maskeli bir dışavurumudur. “Ben zaten şu öteki kasada sıradaydım, kasa bozulunca buraya gönderdiler beni,” diyen kadına, “hiç değilse izin isteyebilirdiniz benden, ondan da vazgeçtim hiç değilse rica edebilirdiniz,” cevabı için başvurulan şu öfkeden bahsediyorum işte! Öfkeler yalan söylemez. Özellikle de kaynakları anlamında.
Aşk fotoğrafı: “Zamanın karmaşık dokusunu yansıtan bir parça”
Gelelim fotoğrafa… Annem, babam ve ben bir ikindi vakti misafirliğe gitmişiz. O fotoğraf, zamanın ve anıların karmaşık dokusunu yansıtan bir parça. Çaylar içilmiş, ikindi faslı bitmiş, epeyce doymuşuz, sıra fotoğraflara gelmiş. O zamanlar öyleydi. Zamana durgun kayıt düşme merakıydı bu ve şimdiki zamanın anlık cep telefonu kayıtlarından çok farklıydı.
O durgun fotoğrafta da babam, bir şeyden ötürü kafası attığından, güneşin yüzüne vuran kısmında kameraya öyle bir çakmış ki, yıllar sonra o fotoğrafa baktığımda tüylerim diken diken oldu. O anın gerilim dolu atmosferi, fotoğrafın içinde hapsolmuş gibiydi. Öte tarafta annem beni kolunun arasına almış, “Gel buraya, birlikte bu fotoğrafta yer alalım,” demiş.
O ikindi vakti hangi evdeyiz, ne yapıyoruz ve orada olmamızın nedeni nedir diye düşünmeye çalıştığımda aklıma bir takım başlıklar geldi. Birincisi, bu buluşmanın temel nedeni bayram olabilirdi. Bayramda gittiğimiz evler, akrabalar, o sıcak sohbetler… Ama her bayramda olduğu gibi, babamın tüm bu ziyaretlerden sonra bir noktada patlayacağı gerçeği de vardı. “Yeter artık, buradan sonra hiçbir yere gitmiyorum,” diyerek, sinirli bir tavır sergilemiş olabilirdi. Bayramın getirdiği neşe, bazen bu tür çatışmalarla gölgelenirdi.
İkincisi, bu bayram ziyaretinde ortalarda dolanan nahoş bir cümle, örneğin konunun aylıklara getirilmiş olması, kimin ne kadar para kazandığının ortalıkta dönüyor olması, babamın bunlara her zaman kıl olduğu bir durumdu. Aile içinde paranın konuşulması, her zaman gerginlik yaratırdı. Babam, bu tür konuşmalara katılmayı sevmezdi; “Sal beni, sal beni,” diye bağırarak, konudan uzaklaşmayı tercih ederdi.
Üçüncü neden, annemin babama söylediği tuhaf bir laf; “bu geçtiğimiz pazartesi sen kiminle ne yapıyordun?” sorusu… Bu ve buna benzer sorular da babamın zıvanadan çıkmasına neden olan cümlelerdendi. O an, annemin gözlerindeki korku ve kaygı, babamın yüzündeki sert ifadeyle birleşince, o ikindi vakti bazen huzurlu, bazen de gerilim dolu bir hale bürünüyordu.
Gölgeli mutluluk!
Dördüncü bir gerekçe yoktu; o sırada babamın gözüne giren güneşin yarattığı bir göz kamaşması olabilirdi bu hal. O yüzden yüzünü bu şekilde asmıştı belki de.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
O fotoğrafta, babamın güneş taaruzu altındaki hali düşünüldüğünde, annem ve ben gölgedeydik, özellikle annemin yüzünde müthiş tanımsız bir tebessüm vardı. Bu tebessümün karşılığının adı olsa olsa mutluluktu. Gölgeli mutluluk! Bu mutluluğa bakmak için çeşitli başlıklar aranabilirdi.
Düşündüm…
Bir; bayram ziyaretinde annemin çok sevdiği halasına gidilmişti. Halayla çok güzel çaylar içilmiş, ikindi kekinin tarifi de alınmıştı. Gerçi annem hiçbir zaman keki doğru dürüst yapamazdı ama her gittiği yerden kek tarifi almasıyla ünlüydü. O an, belki de annemin içinde biriken tüm stresin bir nebze olsun hafiflediği bir andı. Gölgeli kek tarifi.
İki; bayramdan sonra tatilin uzaması ve yazlık bir yere gidilecek olması fikri annemde ayrı bir mutluluk yaratmış olabilirdi. Yaz tatili, çocukluğumun en güzel anılarını barındırıyordu. Denizin sesi, güneşin sıcaklığı, akşamüstü yapılan piknikler… Bu düşünceler annemin yüzündeki gülümsemeyi daha da anlamlı kılıyordu.
Üç; geçen pazartesi konusunda babama giydirmiş olduğu laf artık içinde kalmadığı için son derece rahatlamış olabilirdi annem.
Dört; yakın zamanda aylığının babamdan daha fazla olacak olması, evde sesinin daha yüksek çıkacağı anlamına gelmeliydi. Bu da zaten başlı başına bir güç demekti. Bu gücü seven annem, maaşını da sevmekteydi.
“Fotoğraftaki halim”
Ben ise o fotoğrafta karanlıkta kalan biriydim ama yine de o fotoğraftaydım. Diğer kardeşlerim neredeydi; bu konuda hiçbir fikrim yoktu. Fotoğraftaki halim bunu gösteriyordu. Ben de gölgedeydim, hatta bir gölgeydim ama bir an önce annemin kelepçelerinden kurtulmak, babamın o surat ifadesinden kaçıp gitmek gibi canlı bir derdim olduğu da ortadaydı. Bunun en temel nedenleri şunlar olabilirdi:
Bir, bu ikisi ne yapacaksa yapsın, ben buradan gideyim. Kameraya böyle bir kaçamak bakıştı benimkisi.
İki, evet bayram hiç fena değildi. Mendilin içindeki neydi? Yahu, bir haftalık şeker parası konmuştu içine. Şimdi, belki de buradan çıkar çıkmaz onu almanın hevesi güzel bir şeydi. Gelsin şekerler…
Üç, az önce konuşulanlardan anladığı kadarıyla annesi artık babasından daha fazla para kazanacaktı.
Dört, nereden çıkmıştı bu fotoğrafçı ve bu fotoğrafın içindeki geleceğe bakma sevdası!
Fotoğraf böyle bir fotoğraftı işte. Onu çeken kişi, bu fotoğrafı çektikten kısa bir süre sonra karanlık odaya girecek ve babamın ışıktaki görüntüsüne hayret edecek, hatta gülecekti. Annemin gölgede kalan bölgesini biraz daha aydınlatacak, beni de es geçmekle geçmemek arasında bir yerde gölgelendirecekti. Yıllar sonra da şu şakayıklı maceraya bırakacaktı kendini. Sadece o mu? Ben de…İşin içine yokluğumla karışacaktım. O fotoğraf, hayatın karmaşıklığını ve zamanın geçişinin her anı nasıl değiştirdiğini anlatıyordu. Ben olsam da olmasam da.
Migros’taki kasanın önüne geldiğimde öfkem yatışmış ve dükkanın yarısını garip kuponlarıyla satın almış kadını unutmuştum.