Ümit Doğan “Cepheden cepheye Türkiye” yazısında, Türkiye’nin nisan ayında hem iç politikada “cephe tahkimi” söylemleriyle yürüttüğü süreci hem de dış politikadaki kırılganlıkları karşılaştırmalı bir şekilde ele alıyor.
Türkî devletler arasındaki fikir ayrılığı
Türkiye, hem içeride ‘iç cephenin güçlendirilmesi’ yönünde yürütülen siyasi söylemler, hem de dış cephede yaşanan diplomatik kırılmalarla biçimlenen bir nisan ayını geride bıraktı. Türk Devletleri Teşkilatı’na (TDT) üye Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ın Güney Kıbrıs’a büyükelçi atamaları ve aynı zamanda Birleşmiş Milletler’in 541 ve 550 sayılı kararlarına bağlı kalacaklarını ifade etmeleri, Türkiye kamuoyunda dikkate değer bir gündem maddesi olmaktan ziyade, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan tarafından ‘ailevi konu’lar olarak değerlendirildi.
İç cephede tahkim, dış cephede zafiyet?
Ülkenin iç gündemine ilişkin olarak, 1 Ekim itibarıyla MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin öncülüğünde başlatılan ‘süreç’, iç cepheyi güçlendirme tezleriyle yürütülürken, dış politikadaki son gelişmelerle birlikte analojik bir okuma yapıldığında, iç cephe tahkim edilirken dış cephenin zayıfladığı yönünde soru işaretleri gündeme gelmektedir.
Hem iç hem dış cephede yaşanan bu gelişmelere ortak bir pencere açan bir diğer başlık ise, 26 Nisan tarihinde Qamışlı’da 400 delegenin katılımıyla gerçekleştirilen Kürt Birliği ve Ortak Tutum Konferansı, önemli bir gelişme olarak öne çıkmaktadır.
İçeride ve dışarıdaki farklı gelişmeler/tutumlar göz önünde bulundurularak, 7 Ekim saldırıları sonrasında ortaya çıkan yeni bölgesel dengeler ve Esad rejiminin düşmesiyle birlikte, bölgede ‘oyun kurucu’ olma arzusunu sürdüren Türkiye’nin iç ve dış politikasının toplamı bize neyi vermektedir?
Kıbrıs meselesi etrafında ada turu
1974 yılında “Ayşe tatile çıksın” parolasıyla başlatılan askeri harekât sonucu adanın %37’sinin Türk kontrolüne geçmesiyle oluşan de facto yapı, 1983 yılında KKTC’nin ilan edilmesiyle kalıcı bir kimlik kazanmaya çalıştı. Ancak KKTC, güncel olarak yalnızca Türkiye tarafından tanınmakta iken –Bangladeş 1983’te KKTC’yi tanımış, ancak 24 saat içinde bu karardan dönmüştür- ; uluslararası camiada ise adanın kuzeyi Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (Güney) parçası olarak kabul edilmektedir. Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi, adanın kuzeyini “işgal altındaki bölge” olarak tanımlamaktadır.
2004 yılında, Kofi Annan Planı ve “Yes be annem” sloganı ile gerçekleştirilen eylemlerle, adanın Rum ve Türk kesimlerinin birleşmesini öngören BM planı, yapılan referandum sonrasında hayata geçirilememiştir. BM referandum sonuçlarının ardından, 1 Mayıs 2004 tarihinde Kıbrıs Cumhuriyeti (Rum kesimi) Avrupa Birliği’ne üye olmuş ve 2008 yılından itibaren euro para birimini kullanmaya başlamıştır. Ada’nın stratejik konumu incelendiğinde, Türkiye’ye 65 km, Suriye’ye 112 km, İsrail’e 267 km, Lübnan’a 162 km, Mısır’a 418 km ve Yunanistan’a ise 274 km mesafe olduğu görülmektedir. 7 Ekim Gazze saldırıları ve 8 Aralık’ta Esad rejiminin düşmesi sonrasında, adanın stratejik önemi bir kez daha önem kazanmıştır.
Türk Devletleri Teşkilatı: Dilde, fikirde, işte birlik
KKTC’nin 2022 yılında Türk Devletleri Teşkilatı’na (TDT) gözlemci üye olarak kabul edilmesi, TDT’na üye ülkelerin ilerleyen süreçte KKTC’yi tanıma yönünde adım atacaklarına dair beklentileri beraberinde getirmişti. Ancak bu yöndeki beklentilere ters düşecek şekilde, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ın 3-4 Nisan 2025’teki Birinci AB-Orta Asya Zirvesi öncesinde Güney Kıbrıs’ta büyükelçi görevlendirmeleri ve resmi olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’ni (Rum kesimini) muhatap almaları, dikkat çekici bir gelişme olmuştur. Avrupa Birliği’nin Orta Asya’ya yönelik 12 milyar Euro tutarındaki kalkınma yatırımı vaadi, bu tercih üzerinde belirleyici bir etken olarak öne çıkmaktadır. Bu durum, TDT’nın ‘Dilde, fikirde, işte birlik’ şiarına rağmen, üye ülkeler arasında ortak politik pozisyon geliştirme kapasitesinin sınırlı olduğunu ortaya koymaktadır.
Qamışlo Konferansı: Yolun başı
Tarihsel olarak uzun yıllardir dile getirilen ‘Kürt Birliği’ ve 2020 yılından itibaren (Duhok ve Erbil mutabakatları çerçevesinde) Rojava’da gerçekleştirilmesi planlanan Kürt Birliği ve Ortak Tutum Konferansı, 26 Nisan 2025 tarihinde Qamışlı’da 400 delegenin katılımıyla düzenlenmiştir. ENKS, PYD ve birçok Kürt partisinin ‘ortak tutum’ bildirgesini yayımladığı bu konferansta, federasyon ve özerklik taleplerinin yanı sıra, Suriye’nin geleceğine dair mesajlar verilmistir.
Bu konferans öncesinde, 12 Mart tarihinde Mazlum Abdi’nin Mesut Barzani ile telefon görüşmesi ve sonrasında Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot’un, hem Kürdistan Bölgesel Yönetimi hem de Rojava yetkilileriyle gerçekleştirdiği görüşmeler, 26 Nisan’da düzenlenen ‘ortak tutum’ konferansının, öncelikle PYD ve KDP arasındaki görüşmelerin ve ardından Fransa’nın da dahil olduğu bir dizi diplomatik faaliyetin ardından gerçekleşmiş olması önemli bir noktadır.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Henüz bu konferansın sonuçlarını tartışmak erken olsa da, Hamit Bozarslan’ın da belirttiği gibi “bu konferansın en büyük çıktısı kendisidir. Kürt siyasi hareketlerinin kendi içlerindeki çoğulluğu tanıyarak bir araya gelmeleri, sembolik olarak dahi olsa yeni bir dönemin başlangıcına işaret etmektedir.” Bu tür içsel siyasi yakınlaşmaların yaşandığı bir dönemde, dış aktörlerin Suriye’ye yönelik ekonomik adımları da ülkenin yeniden yapılandırılmasında etkili olacak yeni ittifakların ve güç merkezlerinin oluşumuna işaret etmektedir.
Suriye’nin geneline ilişkin olarak, 29 Nisan’da Suudi Arabistan ve Katar Maliye Bakanlıkları tarafından yapılan ortak açıklamada, Suriye’nin Dünya Bankası’na olan yaklaşık 15 milyon dolarlık borcunun ödenmesinin kararlaştırılması, Suriye’de yakın gelecekte ‘mührün’ kimde olabileceğine dair önemli işaretler vermektedir.
Nisan ayı neyin nişanesi ?
Elbette, Türk Devletleri Teşkilatı’na üye ülkeler arasındaki görüş ayrılıklarının bu yapının dağılmasına yol açması beklenmez iken söz konusu farklılıklar örgütün ortak bir siyasi irade oluşturma kapasitesine ilişkin soru işaretlerini beraberinde getirmektedir. Benzer şekilde, 26 Nisan’da Qamışlı’da gerçekleşen “Ortak Tutum” Konferansı’nın, tüm Kürt partileri arasında kalıcı ve kapsamlı bir birlik sağlandığı şeklinde değerlendirmek de mevcut siyasi dinamikler göz önüne alındığında abartılı bir yorum olarak kalmaktadır.
Başka bir ifade ile, nisan ayındaki Türk Devletleri Teşkilatı’nın Güney Kıbrıs açılımı ve Qamışlı’daki Kürt konferansını bir “dağılma” veya “toparlanma” ikiliğine indirgemek rasyonel bir analiz olmayacaktır. Ancak bu iki gelişmenin nisan ayı içerisinde gerçekleşmesi, Türkiye’de ‘yapay bicimde’ iç cephe tahkim edilmeye çalışılırken, dış cephede ise ortak hareket etme kapasitesinin zayıfladığına dair güçlü sinyaller vermektedir. Türkiye’nin hem ideolojik hem de stratejik düzlemde iki farklı cephede eşzamanlı olarak etkili olma yönündeki arzusu, mevcut ekonomik kısıtlılıklar nedeniyle sınırlı bir gerçekleşme potansiyeline sahiptir. Cuma Çiçek’in de belirttiği üzere, 2016 sonrası dönemde Türkiye’nin demokratik göstergelerinde yaşanan gerileme ve kusurlu demokrasiden otoriter bir rejime geçiş süreci, mevcut ekonomik krizi daha görünür ve derinleştirici bir hale getirmiştir. Siyasal dönüşüm süreçlerinde çoğu zaman belirleyici bir rol üstlenen ekonomi, Türkiye özelinde değerlendirildiğinde, mevcut iktidarın arzuladığı ölçüde bir taşıyıcılık kapasitesi sunamamaktadır.
Stratejik tutarsızlık mı, gerçeklik mi?
Yalnızca nisan ayı içerisindeki gelişmeler dikkate alındığında, Türkiye’nin ‘süreç’ ile eş zamanlı olarak ‘iç cepheyi tahkim’ etme tezinin, dış politika pratikleriyle ilişkilendirilerek sağlamasının yapılması, tutarlı bir stratejik çerçeve ortaya koymamaktadır. Elbette dış politika ile iç politika arasında her zaman doğrusal bir ilişki kurulması beklenemez; ancak özellikle bölgesel düzlemde yaşanan gelişmelerin, iç politikada inşa edilen söylemsel ve kurumsal yapı ile ne ölçüde örtüştüğü ya da örtüşmediği, Türkiye’nin stratejik yönelimlerini analiz etmek açısından önemli bir sorgulama alanı oluşturmaktadır. İçimiz dışımıza çıkmadan, bu sürecin selametle sonuçlanması dileğiyle.
Sırrı Süreyya Önder’e ithafen
Bu yazı, Kürt meselesinin rasyonel bir biçimde yorumlanmasına katkı sunmak amacının yanı sıra, herkesin, herkesimin abisi olan Sırrı Süreyya Önder’in çabalarına duyduğum saygıyı ifade etmek için de kaleme alınmıştır. Geri dönüşüm işçilerinin pankartına ithafen, “Yükünü biz sırtlandık, rahat uyu Sırrı abi” diyerek, onun mücadelesine olan derin minnetimi belirtmek isterim.