Medyascope hafta sonu yazıları başladığında, gündelik siyasetten biraz uzaklaşıp daha geniş mevzulara girerim, hatta belki biraz daha yumuşak bir gündem tuttururum diye düşünmüştüm. Hiç de öyle olmadı. Siyaset gündemi öylesine sert akıp geldi ve önüne katıp sürükledi ki, nefeslenmeye fırsat vermek şöyle dursun, nefes almaya devam etmek bile lütuf sayılır. Şimdi yazacağım mevzular da hiç bayram havasına uygun değil. “Bayram rehavetinde henüz çıkmadan bunlarla uğraşacak halim yok” diyenlere yol yakınken okumayı bırakmalarını öneririm. Çünkü niyetim, bir süredir kafamda dönüp durun vehimleri not almak, kayda geçirmek. Bazıları birbirleriyle bağlantılı, bazıları birbirinden alakasız görünen veri, yorum ve iddia demetinin aralarındaki ilişki, yakın tarihlerdeki benzer süreçlerle pek akraba gibi geliyor bana.
Muhalefet içine nüfuz etme kabiliyeti
Yazılarımı takip edenler 2023 öncesi ve sonrasında olup bitenler ile 2024 sonrasındaki siyasi mühendisliğin evveliyatı ve hangi sürekliliğin devamı olduğu hakkında düşüncelerimi biliyorlar. Ancak kısa bir özetle hatırlatayım: Bu iktidarın toplumsal-siyasal çoğunluk desteğine yaslanan siyasi mimarisi, 2017 referandumuyla tam olarak çöktü. Zaten bitmiş hikayeyi 15 Temmuz bile ayağa kaldıramadı. Bu tarihten itibaren, 2015’te -sonu görüldüğü için- tedavüle sokulmuş “otoriter konsolidasyon” prensipleri, çok daha güçlü biçimde işletilmeye başladı. Bu modelin şekli tarafını “başkanlık rejimi hukuku”, özünü ise siyaseti (sandığın rolünü) yeniden tarif/tanzim çabası oluşturdu. Sanıldığı gibi bunun için sadece zor araçları ve devlet imkanları kullanılmadı; muhalefet içine nüfuz etme kabiliyeti de cömertçe kullanıldı.
Bu kısa özeti yapmamın nedeni, siyasi dizayn faaliyetinin tekrar hızlandığı kanaatim. Bilindiği gibi 19 Mart sonrasında, bu tasarımı ve senelerdir devam eden siyaset esnafının (yan sanayi erbabının) ezberlerini sallayan bir toplumsal performans izliyoruz. Ancak karşı karşıya olduğumuz muhalefet dinamiği, fazlasıyla insiyaki, amorf ve yönsüz. Belki kuvvetli ve direngen görünmesi de biraz bu yüzden. Siyasi aktörleri önüne katarak itme kabiliyetine veya imkanına da sahip veya belki siyasi aktörlerin bazıları bu dalgaya direnmek yerine uymayı tercih ediyor. Fakat bütün ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de, ağırlık kazanan, yükselen ve otonom karakter gösteren toplumsal-siyasal itirazlar, kurumsal muhalefetten çok daha rahatsız edici bulunur. Müesses nizam, devlet, kurumsal siyaset, sistem, -adını ne koyarsanız- bunu tehlikeli bulur.
“Değişimi” değiştirmemeye ikna etmek
Toplumun -dinamik ve epey sorun biriktirmiş bir ülke ahalisinin- özne olarak öne çıkması, hantal kurumsal siyasetin, kolay siyasi mühendisliklerin ve konforlu ideolojik hegemonya odaklarının işini zorlaştırıyor. Riskler büyük çünkü. Oluşan güçlü dalgalar, aktörler arasındaki güç dengesinin ötesinde “sisteme itiraz” noktasına doğru ilerleyebilir. Biraz bağımsızlaşan ve bu dinamikten cesaret alan siyasi aktörler, beklendiğinden fazlasına heves edebilirler. Kolayca yönetilebilen ilişki pratikleri ve gündem başlıkları bağımsızlaşabilir, ideolojik hegemonya zayıflar. Türkiye bir süredir böyle bir eşiğin civarlarında dolaşıyor. 2015, 2019, 2023 ve 2024 seçimlerinde sayısal işaretler veren bu toplumsal-siyasal (dip) dalga, yeni siyasi mimariyi ve anti-siyasetin alışılmış kalıplarını zaten zorluyordu, 19 Mart sonrasında ise bu daha somut bir hal aldı ve çoğunluk enerjisini ele geçirdi.
Birkaç sürecin üst üste, yan yana ve iç içe ilerlediği, birbirleriyle çatışarak, buluşarak veya yarışarak devam ettiği yeni konjonktür fazla zorlu. “Terörsüz Türkiye” diye isimlendirilen ve Öcalan tarafından “devlet” projesi olarak tarif edilen çerçevenin topluma kapalı kısmı kendi rotasında ilerliyor. Diğer yandan 19 Mart ile başlayan seçimi ve sandık iradesini önemsizleştirecek tasfiye ve tasarım programı şiddetini artırarak devam ediyor. Anayasa bağlamında, basit pragmatik ihtiyaçlarla yeni otoriter konsolidasyonun mekanizmalarını buluşturma hazırlıkları yapılıyor. Böyle bir atmosferde mevcut düzenin devam etmesi konusundaki mühendislikler de, nasıl bir revizyonla ilerlemesi gerektiğini hesaplayan projeksiyonlar da, yeni bir şey oluşacaksa neye benzeyeceği hakkındaki tasarımlar da, harekete geçen toplumun zihnini ele geçirme peşinde.
“Erdoğan ile Bahçeli arasında bazı sıkıntılar var”
İktidar tarafında öncelik ve yordam farkı olarak kendini gösteren, kimi zaman sert rekabet, bazen de çatışma sınırına yaklaşan gerilimlere sık tanık oluyoruz. Erdoğan ile Bahçeli arasında, her üç süreç ve süreçlerin ilişkisi bakımından bazı sıkıntılar var. “Türkiye yüzyılı” dedikleri şeyin neye benzeyeceği, hangi araçları hangi biçimde kullanacağı hakkında, öncelikleri ve kırmızı çizgileri bakımından bir etkinlik mücadelesi görüyoruz. Sonuçta her yüz yüze görüşmenin ardından uyum tablosu teyit edilse bile, tarafların her çıkışının arasına yerleşen uzun ve anlamlı beklemeler (suskunluklar) dikkat çekici. Ekonomide, iktidar destekçisi çevrelerin beklenti ve ihtiyaçlarındaki farklılaşması giderek alenileşiyor. Her üç süreç açısından da, fayda ve yöntem konusunda -suçlamalar eşliğinde- ya aşırı ataklık ve ya anlamlı sessizlikler yaşanıyor.
Yerli-milli muhalefet imal etmek
Bu yazıda daha çok, “bundan sonrası” hakkındaki çetin mücadelenin muhalefet tarafına bakmak istiyorum. Tanzim, ön alma, ön kesme, ağırlık koyma, istikamet tayini konusuyla bağlantılı gördüğüm ve dikkatimi çeken birkaç noktayı sıralayayım: Kimi “bilimsel”, kimi ahlaki, kimi “tartışmasız realite”, kimi ise yeni trend kılığında dolaşıma sokuluyor. Spekülasyonlara neden olmamak için kaynak ve yayın mecralarını özellikle belirtmeyeceğim ama sanırım herkes nelerden ve kimlerden bahsettiğimi anlayacaktır. En başta bir düşünce ileri sürmenin ruhsatı haline getirilen anketlerin -itibarlarını geri kazanmamış olmalarına rağmen- yine aşırı hakimiyet kurduğunu söyleyeyim. Bazı araştırmaların bazen maksatlı ve çarpıtılmış yorumlara, kimi zaman da manipülatif çıkarımlara konu olduğunu da ekleyeyim.
Özel’in Kürtlere ve Kürt meselesine mesafesi
Muhalefetteki sertleşme hiç de yarayışlı değilmiş, kamuoyu normalleşme istiyormuş, Özel’in “normalleşme” zamanı görev onayı daha yüksekmiş. CHP’nin sistem eleştirileri ve sol tınılı çıkışları rahatsızlık yaratıyormuş. İktidar seçmenindeki asıl çözülme MHP seçmeninde (milliyetçi blokta) görülüyormuş. Bu yüzden Özgür Özel’in Kürtlere ve Kürt meselesine dair mesafeyi yeniden ayarlaması icap edermiş. Kararsızlar üzerine yapılan çalışmalarda sağ ve özellikle de merkez sağ seçmen ağırlığı varmış. (Merkez sağ seçmeni en son kaç sene önce gördünüz de şimdi kararsızların içinde izini buldunuz) Daha orta yolcu, kalkınma ve refah söylemini öne çıkaran, orta direk -veya onu yeniden ihya- hedefli bir söylem kurulmalıymış. Bilimsel kılıklı ama daha soruları sorarken veya cevapları okurken çarpıtma niyetini saklamayan bu çıkarımlar, olanı tespit iddiasında ama aslında girilecek yolu işaret etme derdinde.
Alan gözlemleri ve hakim eğilim değerlendirmeleri de ilginç bir demet oluşturuyor. Örnek -senelerdir hiç bitmeyen milliyetçi patlama iddialarını devamı olarak- Saraçhane eylemlerindeki “kanzi” yoğunluğundan çıkartılan abartılı sonuçlar. (İlk ay alanlarda etkili olan öfkeli gençler, nedense bir süredir hiç faal değiller) Bir başka mesele İzmir’deki grev vesile edilerek köpürtülen acayip tepkiler. Bu tartışmayı açmanın meşru gerekçesi sayılan hiçbir argüman, varılan noktayı haklı çıkarmaya yetecek gibi değil. Üstelik olayın hızı ve genişleme biçimi, hayatın doğal akışına hiç uygun değil. Eskiden her yanlışı gerekçelendirme enstrümanı “ülke sosyolojisi” filtresinin yerini, “Z kuşağı böyle düşünüyor” kalıbı almış. (Z kuşağı da bazı şeyleri yanlış düşünüyor veya yanlış öğrenmiş olabilir mi?) İktidarın, medyası aracılığıyla gayet başarılı biçimde kullandığı CHP kurultayı tartışmalarında, her iki tarafta öne çıkan, çıkartılan provokatif dil ve kışkırtıcı kulis haberlerini de listeye siz ekleyin.
Hangi yoldan devam edilecek?
Bu örnek yığınının, bu kadar kısa bir dönemde böylesine yoğunlaşması rastlantısal durmuyor. Bu hamleyi tetikleyen, CHP’nin siyasi canlılığı sönümlenmesine izin vermeden sürdürmesi. Çeşitli çevreler, bundan sonrasını biçimlendirilecek öncelikler, aktörler ve akıl yürütme biçimine ağırlık koymak ya da birilerinin ağırlığını eksiltme derdinde. Elbette eğer bu mücadeleden sahiden sonuç alınabilecek ve beklediğinin aksine iktidarın nefesi dayanmaya yetmeyecekse, nasıl bir “gelecek” kurulabilir tartışması da acil. Son derece pragmatik görünen tartışmaların hepsinin arkasında ciddi bir ideolojik mücadele var. Yani yine “ayrılar ve aynılar” meselesi. (“İdeolojik tutuculuk” ve “ideolojik davranma” eleştirilerini fazla dile getirenlere dikkatlice bakarsanız, ideolojik hegemonya odaklarını kolayca tespit edebilirsiniz.)
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
“Geleceğe” dair hesaplar
90’ların başında da böyle bir süreçten geçmişti Türkiye ve o zamanı yanlış işareti seçtiği için bu durumdayız zaten. Daha yakına gelirsek, 2023 öncesinde ve sonrasında yaşanan her şeyin, -teknik tartışmaların bile- “geleceğe” dair hesapların, başka ajandaların ve “sadık kalınacak planların” parçası olduğunu unutmadık değil mi? Herkes “sonuç alacak yöntem tartışması” diye, “sonranın” siyasi ağırlık hesaplarını yürütüyordu. “Tek başına yürü arkanda ben varım diyenlerin” o zamanki tavrı da şimdiki sessizliği de, şahsi veya ahlaki mesele değildi. Tıpkı muhalefet otobüslerinin itibarlı yolcularının bugün çeşitli kanallarda, “evet iddialar çok ciddi” diye itiraf, iftira yorumculuğu yapması da, sadece ahlaki tercihle ilgili sayılmaz. Nepotizm, belediyeye alınan işçilerin mezhepsel özellikleriyle ilgili olmaktan ziyade iftiracı olmaya hevesli profile ihale verilmeye devam edilmesiyle daha alakalı.
“Bundan sonrayı” şekillendirecek kritik üç sürecin kesiştiği, önemli tercihlerin yapılacağı bir kavşakta, kendiliğinden öne çıkan ve uzun bir aradan sonra siyasi aktörleri etkileyebilen toplumsal dinamikleri tekrar “kontrol” altına almak, herkesi kerameti kendinden menkul stratejilere mahkum etmek için çok yönlü bir çaba yürütülüyor. Yaklaşık elli yıllık yoğun bir tedrisatın sonucu oluşmuş ideolojik hegemonya, dizginleri elden kaçırmak istemiyor. İdeolojik ve kültürel mensubiyet öbekleri haline dönüşen, toplumsal ve sınıfsal dinamiklerle ilişkisini kaybeden siyasal kimlik etiketleri, “değişmez sosyoloji” olarak itibarlı kılınmak isteniyor. Oysa ister iktisadi (sınıfsal), ister özgürlük ve demokrasi penceresinden bakın, gerçek fay hatları bu ideolojik kimlik etiketlerinden geçmiyor. En azından, bu etiketteki kurumsal yapıların artık böyle bir temsil yeteneği yok. Muhafazakarları teskin etmek veya milliyetçileri doğal müttefik saymak yerine, ezilen çoğunluğu ezen azınlığın, özgürlük isteyenleri özgürlük düşmanları karşısında savunacağını göstermek çok daha kıymetli.