Geçtiğimiz 20 yıl içerisinde Türk dış politikasının ana fikrini yansıtmaya dönük bir dizi kavramla tanıştık. Bu kavramların her biri, uzun vadeli stratejilerden çok, içeride ve dışarıda karşılaşılan dönemsel sınamalara yönelik taktikleri yansıtıyormuş demek yanlış olmaz. Artık elimizde neredeyse 20 yıllık bir perspektif olduğu için böyle bir önerme, tarihsel olgularla da desteklenebilir kıvama gelmiş demektir.
Örneğin, Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” kavramını ele alalım. AKP iktidarının ilk yıllarında oldukça yaygın kullanılan bu kavramsallaştırma, bir anlamda geçmiş dış politika uygulamalarıyla araya bir mesafe koyma girişimiydi. İçeride ve dışarıda meşruiyetini güçlendirme gereği duyan yeni siyasi iktidarın dışarıda çatışma istememesi kadar doğal bir şey olamaz. Hele Soğuk Savaş sonrası ilk on yılın neredeyse tamamında dış politikanın askerlerin etkisinde ve askeri güce dayanarak yürütüldüğünü düşünürseniz, AKP bu mirasın yükünden bir an önce kurtulmak zorundaydı.
Zaten bu politikanın ekonomik açıdan sürdürülebilir olmadığı 1999’da ayan beyan ortaya çıkmıştı. Ankara, Karadeniz’dekiler dışında nerdeyse diğer tüm komşularla kavgalıydı. Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Suriye, İran ve Ermenistan ile farklı zamanlarda, farklı yoğunluklar ve gerginlikler yaşanmıştı. Yunanistan ile Ege gerginliği Kardak krizi ile doruğa çıkmışken, Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB üyelik başvurusu ve Rus S-300 füzesi siparişi ile Doğu Akdeniz’e de yayılmıştı. Onu PKK’ya verdiği destek yüzünden Suriye’ye verilen ültimatom takip etmişti. Ermenistan ile normal ilişki kurma çabaları ise bu ülkenin Dağlık Karabağ ve çevresindeki Azeri topraklarını işgali nedeniyle kısa süre sonra başarısızlığa uğramıştı. Komşularla kavgalı olma hali, içeride bir kuşatılmışlık hissinin pompalanmasını da kolaylaştırıyordu.
Bu hislerin en sofistike ifadesi Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ’ın “2 ½ Savaş” isimli makalesinde bulunabilir. Elekdağ’a göre Türkiye kendini aynı anda Yunanistan ve Suriye ile savaşırken, içeride de PKK ile mücadele eder durumda bulabilirdi. Buna göre tedbir alınmalıydı. “2 ½ Savaş” bir doktrine dönüşmedi ama Ankara’nın uyguladığı güvenlikçi politikaların temel mantığını da etkiledi.
Abdullah Öcalan’ın Yunanistan’ın Kenya Büyükelçiliği’nde yakalanarak Türkiye’ye teslimi sonrasında, askeri güce dayalı dış politika yerini işbirliği ve uzlaşı arayışlarına bıraktı. Yunanistan ve Suriye ile ilişkiler nispeten olumlu bir zemine oturdu. Türkiye 1999’da AB adayı ilan edildi. Bu yeni statü Türkiye’yi Suriye ve İran gibi komşularının gözünde siyasi, diplomatik ve ekonomik açılardan daha değerli kıldı. Gerek Esad, gerekse dönemin İran Cumhurbaşkanı Hatemi komşu olarak, AB’yi (yani AB üyesi Türkiye’yi) yeğleyeceklerini açıkça beyan ettiler. İlginç olan o güne dek Türkiye’nin AB üyeliğine en güçlü desteği veren İsrail’in kafasında çekincelerin belirmesiydi. Zira AB, Filistin meselesinde İsrail’i mutsuz eden bir çizgideydi. Artık AB adayı olan Ankara’nın bu konuda Brüksel ağzıyla konuşması olasıydı.
Davutoğlu, “komşularla sıfır sorun” iddiasını işte bu zemin üzerine oturttu. O dönemde bunun bir niyet beyanı olarak düşünülebileceği ancak hayata geçirilmesinin mümkün olmadığı en sık yöneltilen eleştiriydi. Yine de Arap ayaklanmaları, Suriye’ye sıçrayana kadar AKP dış politikasında söylem ve eylemin büyük ölçüde örtüştüğü görüldü. Arada Ermenistan ile akim kalan bir normalleşme çabasına bile tanıklık ettik. Askerlerin karar mekanizmalarındaki ağırlığını artıran sert güce dayalı politikalar yerini, yumuşak güce dayalı uygulamalara bırakmıştı. AKP, Arap ayaklanmalarının “bahar” havası estirdiği evrede aslında bu uzlaşmacı politikaların semeresini toplamaya başlamıştı. Artık Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu, Ortadoğu’daki otoriter rejimlere başkaldıran halklara destek vererek tarihin doğru tarafında durduklarını ifade ediyordu. Benzer ifadeleri ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da kendi ülkesi için kullanıyordu.
Bu arada “Türkiye modeli” bir kez daha raftan indirilip gündeme geldi. Malezya’daki dini otorite yöneticilere başkaldırmanın caiz olmadığını söylerken, Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı, zalimlere direnmenin meşru olduğunu savunan açıklamalar yapıyordu. AKP devrinde Türkiye’nin çevresiyle ve dünyanın geri kalanıyla “kazan-kazan” anlayışıyla kurduğu ilişkiler hala ayaktaydı. Arap ayaklanmaları rejim değişikliğiyle sonuçlandıkça, bu ilişkiler Türkiye’yi daha da öne çıkardı.
Bu durum söyleme de yansıdı. “Model” oldukça edilgen bir konuma karşılık geldiği için Ankara’yı yeterince tatmin etmiyordu. İktidar, bölgede kendine daha etkin bir rolü layık görerek “düzen kurucu ülke” olmaya soyundu. Ortadoğu’da yeni düzen, Türkiye öncülüğünde kurulacak ve sürdürülecekti. Bu arada Türkiye’nin, AB adaylığından bağımsız olarak, İsrail ile ilişkileri Davos ve Mavi Marmara olayları sonrasında dibe oturdu ve orada kaldı.
2013’te rüzgarın yönü değişince, Türkiye’nin yalnızlaşmasına ve hatta yalıtılmasına giden yolun önü açıldı. Batı’nın müdahalesiyle Kaddafi rejiminin yıkıldığı Libya’da Arap Baharı kışa döndü. ABD Büyükelçisi Bingazi’de öldürülünce, Vaşington “tarihin doğru tarafında” olmaktan cayıverdi. Mısır’ın ilk demokratik seçimle gelen iktidarı askeri darbeyle devrildi. AKP’nin Ortadoğu’daki en büyük yatırımı, Mısır’daki Müslüman Kardeşler’in kriminalize edilmesiyle çöktü. Bu arada Türkiye ilk kez açık açık bir komşu ülkedeki iç savaşa dahil oldu. Suriye’deki silahlı muhalif gruplara destek verdi. Bu cephede de başlangıçta birlikte hareket ettiği ABD ve Körfez ülkeleri ile zamanla yolları ayrıldı.
Düzen kuruculuk iddiası yerini “değerli yalnızlık” avuntusuna bıraktı. Hem kavramlar hem de kavramların müellifleri de değişti bu arada. Davutoğlu devri kapanmıştı. “Değerli yalnızlık” kavramını İbrahim Kalın’dan duyduk. Bu kavram, Türkiye’nin ahlaken üstün ve tutarlı bir politika izlediği iddiasını yansıtıyordu. Ankara Arap isyanları coğrafyasında bildiği yolda ilerleyerek tarihin doğru tarafında kalmaya devam edecekti. Bu, yalnızlık dahil, her türlü maliyetin göze alındığının beyanıydı. İlk fatura kısa süre sonra Suriye cephesinden geldi. 24 Kasım 2015’te Rus uçağı düşürüldü, sonrası malum. Bu arada son Başbakan Binali Yıldırım da, dış politika kavramları üreticileri arasına katıldı. Başbakan olunca “dostları artıran, düşmanların sayısını azaltan” bir dış politika çizgisi vaat etti. Bu vaat elbette Davutoğlu’nun komşularla sıfır sorun yaklaşımından izler taşıyordu ama beklentiler daha mütevazıydı.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Arap ayaklanmaları coğrafyasında Türkiye’nin doğrudan karıştığı cephelerinin sayısı ikiye çıktı. Suriye’den sonra Libya’da da Türkiye sahadaki askeri durumu etkilemeye gayret etti. Aslında bu cephedeki müdahale Suriye’ye göre daha başarılı oldu. Zira Hafter güçlerinin tüm ülkeye hâkim olmasını Türkiye’nin engellendiğini, bugün hiç de Türkiye yanlısı sayılmayacak çevreler bile teslim ediyor. Bu arada Libya müdahalesinin daha güçlü bir meşruiyet temeline oturtulması için, AKP’ye hiç de sempati ile bakmadığı bilinen çevrelerin geliştirdiği “Mavi Vatan” kavramı devşirildi. AKP’nin dış politika söylemine kısa süreliğine de olsa eklemlendi. Böylece gerginlik coğrafyaları Ege ve Doğu Akdeniz’i de kapsayacak biçimde genişledi. Son olarak Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın başına gelenlerin Erdoğan tarafından ele alınış biçimi Suudi Arabistan’ı Türkiye’den ithalatı durduracak kadar kızdırdı.
2020 yazında varılan durum aslında 1990’ların sonunu epey andırıyordu. Askeri güce dayalı ve rekabetçi politikalar, ülkeyi yalnızlaştırmış ve ekonomisini zorlar hale gelmişti. 1990’lara göre en önemli fark, Elekdağ bile Türkiye’nin karşısındakileri 2 ½ aktörle sınırlamışken, bu kez karşı cephe alabildiğine genişlemişti. Üstelik bileşenleri de çeşitlenmişti. Deyim yerindeyse beş benzemez Türkiye’ye karşı saflaşmıştı: Fransa, Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi, Mısır, İsrail, BAE gibi.
Türkiye’nin dış politikadaki “U dönüşleri”, “sorunsuz çember” arayışı ile meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Zararın neresinden dönülürse kârdır, ona şüphe yok. Ancak bu arada görünür gelecekte telafisi mümkün olmayan zararlar yaşandığı gerçeğini de göz ardı edemeyiz. Bunların Türkiye’nin uluslararası ve bölgesel gücüne ve itibarına verdiği etkileri ve yarattığı güç kaybı, ikili ilişkilerin yeni kurgusunda hissedilecektir. Umarız bu çabalar başarıya ulaşır ve en azından bu “sorunsuz çemberin” güney yarısı oluşturulabilir.
Ancak asıl sınama kuzeyde yaşanıyor. Rusya’nın Ukrayna merkezli talepleri bölgeyi ciddi istikrarsızlaştırma riski içeriyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ukrayna gezisinde verdiği mesajlar Türkiye’nin durduğu yer konusunda kafa karışıklığı yarattı. Bir yandan Putin’e arabuluculuk teklifini yinelerken, Batı’yı işleri daha da karıştırmakla eleştirmesi dikkat çekiciydi. “Bölgesel sahiplik” yine Ahmet Davutoğlu’nun Rusya-Gürcistan savaşı sonrası attığı bir başka kavramdı. Erdoğan’ın arabuluculuk ısrarı da bu düşüncenin izlerini taşıyor. Ancak bunun hayata geçmesinin önündeki en büyük engel bizzat Putin. O, Ukrayna merceğinden bakışla, Avrupa’nın, hatta dünya düzenin yeniden kurgulanması için bir fırsat yaratmak peşinde. Türkiye’nin Karadeniz’in bölgesel güvenlik ve istikrarını gözeten yaklaşımı ise, hem siyasi hem de coğrafi kapsam olarak Putin’in kafasındakine göre çok daha dar kalıyor. Ancak Putin’in zorlayıcı diplomasiyle istediklerini elde edemeyeceğine ikna olmasıyla başarı şansı artabilir. O takdirde, bu kadar büyük ve maliyetli güç gösterisinden başarı öyküsü çıkarabilmek için bir çıkış bile sağlayabilir. İşler bu raddeye gelene dek sorunsuz çemberin kuzey yarısının eksik kalacağı açık.
Serhat Güvenç’in önceki yazıları:
Türkiye-Rusya’nın “rekabet yönetimi” ve Ukrayna krizi
Ukrayna krizi mi, Avrupa krizi mi?