Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Öner Günçavdı yazdı: İnat

Pazartesi günü açıklanan enflasyon rakamları iktidarın bu konuda kontrolü kaçırmaya başladığının işaretlerini verdi. Enflasyon, Hazine ve Maliye Bakanı Sayın Nureddin Nebati’nin daha önce açıkladığı yönde hareket etmiyor. Aksine enflasyonist süreç kötüleşerek devam ediyor. Artık 2022 yılını daha önce beklendiği gibi yüzde 20’ler civarında kapatmak hayal olmuş durumda. Gelecek yıl yapılacak olan seçimlerden önce de enflasyonun tek haneye düşmesi neredeyse imkânsız bir hale geldi.

Geçen ay yüzde 54,4 olan yıllık enflasyon mart ayında yüzde 60’ı aştı. Rakamların güvenilirliği ile ilgili tartışmayı bir tarafa bırakırsak, vatandaşın enflasyon algısını belirleyen gıda ürünlerindeki enflasyon bile yüzde 70’i geçti. Bunlar gerçekten çok yüksek oranlar. Ama daha da ilginci, bu düzeydeki bir enflasyona, daha önce görmediğimiz bir hızda, çok kısa sürede gelinmiş olması.

Buna ek olarak üretici fiyatlarındaki enflasyon ise yüzde 115 seviyelerine çıktı. TÜFE ile arasındaki farkın her geçen gün açılmasına bakılırsa, üretim maliyetlerindeki artışların vatandaşın hayat pahalılığına daha bir süre etki edeceği anlaşılıyor. Enerji maliyetleri yüzde 200’lerin üzerinde bir oranda artmış. Sanayinin bağımlı olduğu ara girdilerdeki fiyat artış oranı ise yüzde 150’nin üzerinde gerçekleşmiş. Üreticiler ister istemez bu artışları zamana yayarak vatandaşa yansıtmak zorunda kalacaktır. Aksi halde bu durumun firmaların kendi işletme sermayeleri üzerine olumsuz etkileri olacaktır. Dolayısıyla Türkiye ekonomisinde her şeyi bugün itibariyle sabitlesek bile, sırf bu maliyetlerden tüketici fiyatlarına yönelik geçişkenlik nedeniyle bile enflasyonist sürecin belli bir süre devam etmesi kaçınılmazdır. Kaldı ki dünyada ve ülkemizde enflasyonu etkileyen faktörler üzerinde bir istikrar sağlanamadığı gibi, enflasyonla mücadele konusunda karar alıcıların “samimi” bir kararlılık içinde olmadıkları anlaşılmaktadır. Bunları da dikkate aldığımızda yaşadığımız enflasyonist sürecin geleceği konusunda çok fazla iyimser olabilmek mümkün görünmemektedir.

İktidar erkinin başında olanlar söylemlerinde enflasyonun nedeni olarak ülke dışındaki gelişmeleri göstermektedirler. Böylece bu sorundaki kendi sorumluluklarından kaçınmaya ve sorunu “dışsallaştırıp” kendileriyle alakasız bir konuma getirmeye çalışmaktadırlar. Ama bu dışsal sorunla nasıl baş edilmesi gerektiği konusunda da kamuoyunda takdir uyandırabilecek bir maharet gösterememektedirler. Bu şekilde iktidarın bahane bulmaktaki maharetleri, her şeye rağmen ortaya çıkan problemlere çözüm üretmekte yetersiz kalmaktadır.

Elbette bugün yaşadığımız enflasyon sorununun dış kaynakları var. Bu, hemen hemen dünyadaki tüm ülkeler ve iktidarlar açısından sorun teşkil eden bir durumdur. O zaman aynı sorunla karşı karşıya kalan ülkeler enflasyonla mücadele etmek için birlikte hareket edip, neden faizleri arttırıyorlar? Bugün aynı sorunla mücadele etmek için farklı politika uygulayan ve faizleri düşüren yegâne ülke Türkiye. Kanımca kamuoyu bu farklılığın nedenlerini sorgulamalı.

Bu itibarla sorulması gereken soru şu: Türkiye’nin dünyadaki diğer ülkelerden farklı bir faiz politikası izlemesine yol açan bize özgü sebep nedir?

Sanırım bu fark Sayın Cumhurbaşkanımızın faiz-enflasyon ilişkisine bakışında gizli. Ona göre yüksek faiz enflasyonun nedenidir. O yüzden enflasyonla mücadele ederken faizleri arttırmak yerine düşürmek gerekmektedir. Tabii böyle bir yaklaşım faizleri bir maliyet unsuru gibi algılayıp, enflasyonla arz yönlü mücadele etmenin bir aracı olarak görmektedir. Dolayısıyla para politikasının talep üzerinde yapacağı bir etki göz ardı edilmektedir.

TCMB geçtiğimiz eylül ayından başlayarak, bu düşünce uyarınca iki ay üst üste politika faizlerini düşürdü. Bunu yapmasının ardından döviz kuru üzerindeki “talep” baskısı artarak, TL’nin değer kaybı hızlandı. Beklentilerin aksine, para politikasının öngörülen “arz” yönlü etkisinden ziyade, ortodoks görüşün öngördüğü talep yönlü etkisi piyasada baskın geldi. Zaten düşük faizin döviz piyasasındaki arz yönlü etkisinin ihracat üzerinden kısa dönemde ortaya çıkmasını ve bu etkinin tek başına düşük faizler yolu ile gerçekleşmesini beklemek, tek kelime ile “aşırı iyimserlik” ve hatta “naiflik” olarak görülebilir. Nitekim piyasada kısa dönemde ortaya çıkan sonuç kur artışları yönünde oldu.

TL’nin değer kaybına neden olan talep artışı ile baş edemeyen TCMB ilk iki ayın ardından politika faizini sabit tutmaya başladı. Bu durum talebi kontrol etmeye yetmeyince, hazine üzerinden birtakım ek kazanç imkânları sunularak TL talebi istikrara kavuşturulmaya çalışıldı. Faizler artırılmadı ama hazinenin yükümlülükleri artırılmış oldu.

Ancak bu süre zarfında faizler düşürülmüş olsa da enflasyonda herhangi bir gerilemeye rastlanmadı. Aksine artmaya devam etti. Şu an geldiği seviye itibariyle konu iktisat biliminin dışında doğruluğu ispatlanmaya çalışılan bir hipotezin “laboratuvar deneyi” olmaktan çıktı. Herkesin hayatını etkileyen bir genel bir sorun haline geldi. Aslında yaşadığımız olaylar bu hipotezin doğru olmadığını ispatladı. Düşük faiz politikasının enflasyonist sonuçları olduğu görüldü.

Amerikan New York Times gazetesinin 7 Nisan sayısında Peter Coy imzalı bir yazıda, sıradan Amerikan vatandaşlarının yüzde 57’sinin Sayın Cumhurbaşkanımız gibi, yüksek faizin enflasyonun nedeni olduğuna inandığından bahsediliyor. Bu nedenle Fed’in faiz artırımlarının zaman içinde ülkedeki enflasyonu arttıracağına inanıyorlarmış. Ardından Peter Coy yazısında, “Neyse ki, Fed’in para politikası ‘sıradan’ halka kıyasla çok daha iyi iktisat eğitimi almış uzmanlar tarafından belirleniyor” demeyi ihmal etmiyor. Belki de Türkiye’deki durumu ABD’den farklı kılan özelliğimiz budur.

Şüphesiz TCMB bünyesinde çok iyi iktisat bilen, iyi eğitim almış uzmanlar vardır. Dahası faiz-enflasyon ilişkisi konusunda en az Fed ’deki uzmanlar kadar bilgi sahibi bürokratlar bulunmaktadır. Ancak buna rağmen bizim Merkez Bankamızın Fed’den farklı bir tutum benimsemesinin ana nedeni kurumsal bağımsızlığının olmamasıdır. Bu bağımsızlık olmadığı için de eğitimli uzmanların yerine, daha çok o ABD’deki yüzde 57’lik grup içindeki benzer “sıradan” insanın düşünceleri para politikasını belirlemede etkili olmaktadır. Dolayısıyla kurumsal bağımsızlığın olmadığı bir yerde çok iyi ekonomi bilgisine sahip olmanın bir önemi yoktur. Zira o bilgiye dayanan politikanın belirlenebilmesi ancak bizde olmayan kurumsal bağımsızlıkla sağlanabilir. Ülkemizde bugün var olan kurumsal yönetim modelinde sıradan vatandaşın bilime dayalı nitelikli eğitimle değil, aksine deneyimlerle elde ettiği “niteliksiz” bilgi, devletin üst kurumlarına kolayca hâkim olabilmektedir. Dahası bu bilgiye dayanarak oluşturulan görüşler, “çoğunlukçu bir demokrasi” anlayışı kapsamında, çoğunluğun görüşleri denilerek toplumda hâkim kılınmaya çalışılmaktadır.

Aslında bilimsel temele dayanan, nitelikli eğitimle kuşaklara devredilen bilgi yerine, iletişimi kötü, “sözlü kültüre” dayalı görüşleri demokrasi adına toplumda yaygınlaştırmak, çoğunluk üzerinden popülizm yapma gayretidir. Bugün yaşadıklarımız, sonuçları açıkça görülmesine rağmen yapılan yanlışta direnmenin inadıdır.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.