Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Hubris sendromu ya da iyi bildiğimiz felaketler

Tanganyika Gölü’nde yaşayan bir çiklit balığı ve bu balığın iki türlü erkeği varmış. Bu erkek türlerinden biri “T” biri “NT” diye kodlanmış. Alfa ve Beta gibi düşünün. Bu iki tip erkek çiklit arasında da tuhaf bir ilişki yaşanmaktaymış. Çekinik olan NT’ler, özel bir koşul gerçekleştiğinde T’ye dönüşebiliyormuş. Ian H. Robertson, “The Winner Effect: The neuropsychology of power” (Zafer Etkisi: Gücün nöropsikolojisi) (1) başlıklı makalesine bu akıl çelen öyküyle başlıyor. Sonra kazanmanın ve güç kullanımının beynin kimyasını nasıl etkilediğini anlatıyor. Dopaminin bir tür antidepresan olduğunu, dozunda üretilmesi halinde insanı hayata bağlayıp makul ölçüde risk alarak kendini geliştirmesine yaradığını, fakat aşırı dopaminin kişinin kendinde süper haller vehmetmesine neden olabileceğini söylüyor. Çünkü bu güzelim hormonun fazlası insanda muhakeme ve duygu bozuklukları yaratabiliyor. Ayrıca Bertrand Russel’ın adını koyduğu “güç zehirlenmesi”nin nasıl örgütlendiğini de aktarıyor Robertson. Anlattıklarından yola çıkarak, birini bir zorbaya dönüştürmenin en kestirme yolunun onu yetkin olmadığı bir işte terfi ettirmek olduğunu anlıyorum. Çünkü bu “talihli” kişi, yetersizlik duygusunu astlarına, hayatları ya da zamanları üzerinde şu ya da bu ölçüde söz sahibi olduğu insanlara türlü çeşit eziyet ederek telafi etmeye çalışacak. Şu halde “güç zehirlenmesi”nin yetersizlik duygusunun bir tezahürü olduğunu iddia edebiliriz.

Etsek ne olur ki? Geçebilir miyiz güç zehirlenmesinin önüne? Robertson’un anlattığı balık öyküsüne göre pek mümkün değil. Makalenin sonunda bağlıyor hikâyeyi. Meğer T türü erkek çiklitler, sahip oldukları eril güç sayesinde kendilerine ait bir arazi de edinebiliyorlarmış. Tabii ki her güç beraberinde bir zaaf getirir. Aynı zamanda canlanan renkleriyle ışık da saçıyorlarmış etrafa. Dolayısıyla başka balıklar tarafından fark edilip ortadan kaldırılmaları da daha mümkün oluyormuş. Civardaki bir NT çiklit, dünya üzerinde arazi sahibi olmuş bir T çiklitin imha edildiğini görür görmez T’ye dönüşmeye başlıyormuş nagehan. Dönüşümü motive eden de canlı renkleri ve ışıltısı nedeniyle kolayca avlanan T’den arta kalan arazi oluyormuş.

Adına kibir dediğimiz büyük günahı anlatan onlarca mitolojik öykü var ve fakat hiçbirinin bu öyküdeki isabet derecesini yakaladığını sanmıyorum. Böyle bir öyküyü okuyunca merak sarıyor insanı. Bakındım ben de biraz, NT’den T’ye dönüşen erkek çiklit ışıltılı bir renge bürünürken sperm sayısı da artıyor, dolayısıyla türün devamına katkıda bulunma ihtimali yükseliyormuş. Dahası var, T’ye dönüşemeyen NT erkekler bir müddet sonra kendilerini imha ediyorlarmış. Dışlanıyorlarmış çünkü. Güçlü ve göz önünde olana, onun arazisine konmak için dönüşmek, o dönüşme ihtimali bulunmadığında da dışlanıp silinmeye mahkûm olmak. Trajik bir hikâye. Kimse insan-olmayanlara ait alemlerin hikâyeden yoksun olduğunu söylemesin gayrı. Bir de sıradan fanileri bu konuların üzerinden tekrar tekrar geçmek zorunda bırakanlar utansınlar kendilerinden bir zahmet.

Lord David Owen

Bir sendrom ama ne sendrom!

Duyunca okuyunca kulağa çok eskiymiş gibi gelen ama görece yeni bir kavram var siyasetçilere mahsus kibri anlatan. Hubris (Kibir) sendromu deniyor adına. İsim babası aynı zamanda psikiyatrist de olan; hayatı ve siyasi macerası en az eserleri kadar tartışılan bir İngiliz siyasetçi Lord David Owen. Enteresan bir kişilik. Bir süre İngiliz Lordlar Kamarası’nda İşçi Partisi temsilcisi olarak bulunmuş. 1981’de üç arkadaşıyla birlikte ayrılıp Sosyal Demokrat Parti’yi kurmuş. “Dörtlü Çete” demişler bu gruba. 1983-87 arasında partinin liderliğini üstlenmiş ve 1990’a kadar partiyle ilişkisi sürmüş. Kurucularından biri olduğu Sosyal Demokrat Parti ile Liberal Parti’nin birleşmesi fikrine karşı çıkmış ve bu birleşme gerçekleşirken de ayrılmış. Halen Lordlar Kamarası’nda “bağımsız sosyal demokrat” üye olarak bulunuyor. Denilebilir ki siyasi hayatını, entelektüel hayatının laboratuvarı olarak değerlendirmiş ve zamanının büyük bir bölümünü siyasetçilerin kapıldıkları çeşitli hastalıkları tarif etmeye ayırmış. İsim babası olduğu sendromun ilham kaynakları David Lloyd George, birinci ya da baba George Bush, Margaret Thatcher ve Tony Blair. Fakat gözlem evreni bundan ibaret değil. 1992’de Yugoslavya dağılırken BM ve AB tarafından kurulan komisyonun eş başkanlarından biriymiş. Komisyonun diğer eş başkanı olan ve uzunca zaman ABD’nin kudretli siyasetçilerinden biri olarak bilinen Cyrus Vance’le birlikte bir barış planı da yazmış. Dönemin Bosna hükümetinin kabul etmeye hazır olduğu plan, yine ABD başkanı Clinton’ın isteksizliği yüzünden hayata geçmemiş.

Hubris kelimesi antik Yunanca’dan geliyor, büyüklenme yani kibir demek. Bir hikâyede belirdiğinde er ya da geç bir felaketin gerçekleşeceğinden emin oluyoruz. Hiç şaşmıyor. Dünyanın tüm dilleri bu sendromun neden olduğu tanrısal, bireysel ya da toplumsal, ölçeği nisbetinde tarihsel felaketlere ilişkin öyküleri anlata anlata bitirememiş. O kadar temel ve yaygın bir hal. Denilebilir ki en aşina olduğumuz ama aynı zamanda en korktuğumuz insanlık hallerinden biri. O yüzden gördüğümüz yerde irkiliyor ve umutsuzluğa kapılıyoruz.

Neyse dönelim Hubris sendromuna… Lord Owen, bu sendromun onu narsisistik kişilik bozukluğuyla ortak, dördü kendine özel toplam on dört belirtisi olduğunu söylüyor (2). Hazırsanız şu çizelgeden gelmiş geçmiş, mevcut ve muhtemel siyasetçilerin kişilik özelliklerini gözden geçirmeye başlayabilirsiniz.

  1. Dünyayı güç kullanarak yüceleceği, yükseleceği bir gösteri yeri olarak görür, yani narsisistik kişilik özellikleri sergiler.
  2. Her şeyden çok imajını düşünür, imajını güçlendiren davranışlara ağırlık verme eğilimindedir.
  3. Yaptığı işlerin ve kendisinin nasıl bir görüntü vereceği konusunda aşırı endişelidir.
  4. Kendinden ve yaptıklarından bahsederken Mesihvari bir coşku ve vecd halindedir.
  5. Kendini milletle, yönettiği kurum ya da örgütle özdeş görür, kendi çıkarına olan şeylerin millet, kurum ya da örgütün çıkarına olduğunu zanneder.
  6. Kendisinden “o” ya da “biz” diye bahseder.
  7. Kendi yargılarına aşırı güvenir, başkalarının tavsiye ya da eleştirilerine kulak vermeme eğilimindedir.
  8. Gücünün her şeye yettiğini zanneden abartılı bir özgüvene sahiptir.
  9. Yakın çevresinin ya da kamu oyunun her türlü yargısından münezzeh olduğunu, kendisini ancak Tanrı’nın ya da tarihin yargılayabileceğini zanneder.
  10. Sonunda o “yüce mahkeme”de de haklı çıkacağından emindir.
  11. Hakikatle bağını yitirmiştir, kendini dünyadan soyutlar.
  12. Huzursuzdur, umursamazdır ve dürtüseldir.
  13. Davranışlarının ve kararlarının maliyet ve sonuçlarını, kendince ürettiği bir ahlaki doğruculukla önemsizleştirmeye ve geçersizleştirmeye çalışır.
  14. Siyaset kurmak için gereken temelleri hiçe sayma eğiliminedir, aşırı özgüvenle ifade bulan kibirli bir ehliyetsizlik içindedir.

Kendini milletle, bir kurumla ya da örgütle bir ve aynı şey zannetme, kendisinden bahsederken “o” ya da “biz” zamirlerini kullanma, yargılanamaz olduğunu vehmetme ve sebep olduğu başarısızlığa ya da felaketlere kendince uydurduğu ahlaki doğruculukla mazeret uydurma mevzuları Hubris sendromunun özgün belirtileri. Lord Owen’ın yazdıklarından anladığım kadarıyla uzun iktidar dönemleri, özellikle iki dönemden fazlası ve bir de savaş ya da barış kararları Hubris sendromunun gelişmesinde önemli bir rol oynuyor. Sendromun arketip kişilikleri olan Lloyd George, Thatcher, Blair ve Baba Bush’unun iki ortak özelliği var. O kadar yüksek bir makamda uzun süre bulunmaları ve savaş/barış kararlarında belirleyici olmaları. Lord Owen, Jonathan Davidson’la birlikte yazdığı ve Hubris sendromu belirtilerinin hangi aşamadan sonra görülmeye başladığına dair bir başka makalede, Lloyd George’un 1918’de ikinci kez seçim kazandıktan sonra, Thatcher’ın daha önce de hubristik tavırlar sergilemekle birlikte iktidarının dokuzuncu yılı olan 1987’de bir kez daha seçim kazandıktan sonra, Tony Blair’in 1999’da NATO, Kosova’yı yok ederken bu sendromun tüm belirtilerini göstermeye başladıklarını anlatıyor (3). Önceki makalesinde baba Bush için dönüm noktasının Irak’ın işgali olduğunu yazmıştı zaten. Şunu eklemeden olmaz, kibirli davranışlar sergilemekle Hubris sendromu arasında bir fark olduğunu da belirtiyor Owen ve Davidson. Hubris sendromunu edinilmiş bir kişilik bozukluğu olarak ele alıyorlar. Yani her kibirli davranana Hubris sendromu teşhisi konulamayacağı gibi, bu sendromun Allah vergisi bir bela olduğu da doğru değil. Aksine, Owen başka bir yerde, tıpkı travma sonrası stres bozukluğu gibi Hubris sendromunun da kişinin başa çıkamadığı tecrübelerin tetiklediği bir kişilik değişikliği olduğunu söylüyor. İkincisinin ilkinden farkı açık. Hubris sendromu olanları “güçlü lider” diye bağırlarına basıp kendilerine avatar kılıyor kimi toplumlar. Onları bağırlarına bastıkça da travmatik maceralara atılıp bir bozukluktan başka bozukluğa sürüklenip duruyorlar. Neyse…

Bildiğimiz hikâyeler

Owen ve Jonathan’ın ABD başkanları ve Britanya başbakanlarını dahil ettikleri çalışmalarında ortaya attıkları bir başka iddia daha var. Onlara göre, Hubris sendromunun, bipolar bozukluk, alkolizm, madde bağımlılığı, majör depresyon geçmişi ve güçlü dini duygularla da ilgisi olabilir. Bush ve Blair’in ateşli dini inançlarının, Irak’ın işgalinde suç ortaklığı yapmalarına zemin oluşturduğunu kaydediyorlar. Blair, 2006’da Irak hakkında yaptığı bir konuşmada şunu söylemiş örneğin: “Bu şeylere inanıyorsanız kararı başka insanların verdiğine de inanırsınız. Fakat Allah’a inanıyorsanız, bu karar takdir-i ilahidir.” Ayrıca Owen, yine başka bir konuşmasında, Bush’un ve Blair’in Irak’ı işgale giderken bilerek ve isteyerek yalanlardan oluşan bir hikâye yazdıklarını, aslına bakılırsa işgalin nasıl olacağına ve sonra ne yapacaklarına dair bir planları olmadığını, yani bir tür “Kervan yolda düzülür” mantığıyla, hiçbir fikirleri olmayan bir ülkede milyonlarca insanın hayatını gözden çıkarttıklarını anlatıyor. Görünen o ki güçlü dini duygular –buna bir davaya sarsılmaz bağlılığı da ekleyebiliriz belki– yukarıda saydığım Hubris sendromuna özgü niteliklerden en az ikisine bahaneler sunabiliyor: Sonuçları yeterince hesaplamadan hayati kararlar verme ve sebep olduğu zararı uyduruk ahlaki doğruculuk kalıplarıyla açıklama eğilimi. Peki bütün bunlar size tanıdık geliyor mu? Niye bütün bu geçmiş hikâyeleri gözden geçirirken içimiz sızlıyor derin derin?

Bu soruların cevabını size bırakacağım. Kendi hesabıma bu sendromla yeterince yaşadığımızı, haddinden travma ve bozukluk biriktirdiğimizi, daha fazlasına ihtiyacımız olmadığını, bu sendromdan muzdarip insanların bıraktığı hasarı yine aynı sendromdan muzdarip başka insanların onaramayacağını düşünüyorum. İyileşmeye ihtiyacımız var. Bize parmak sallamayan, işlere hepimizi ortak eden, bütün sorumlulukları kendi şuncacık güçleriyle çözebileceklerini düşünmeyen insanlara. Gerisini hep beraber hallederiz. Çünkü bir “kahramanın yolculuğu” saçmalığından başka bir “kahramanın yolculuğu” saçmalığına savrulamayacak kadar yorulduk Hollywood senaryolarından (Beliz Güçbilmez hocamdan ödünç alıyorum bu huysuzluğu.) Eşiğin öte tarafında bir gelecek var. Ne kadar yıpransak da umut etmekten yorulmadık henüz. Çünkü şöyle bir zamanda bizi her şeyden vazgeçmeye ikna etmek için köşede bekleyen karamsarlığa kapılıp gitmek kadar büyük bir konfor alanı ve lüks yok. İlla ki çıkacağız buradan, hep birlikte çıkacağız. Bizi hep birlikte kılan yollar bularak çıkacağız. Tamam ortam çok gergin, atanamamış kahramanlar birbirleriyle yarışayım derken, alelacayip arsızlıklarla tepeliyorlar elimizde kalan her şeyi. Hem de sonuçlarını hiç düşünmeden. Yalnız parmak sallamak için bakıyorlar yüzümüze. Onlara kendilerini bunca değerli hissettiren de siyaseti düzenlese de siyasetçilerin dengesini bozan bütün o süreçler ve mekanizmalar. Hemen hiçbiri şu dönemde güce talip olmanın nasıl bir sorumluluk istediğini öngörebilecek içgörüye sahip değil. Yaptıklarını, ettiklerini kimlerin hangi duygularla takip ettiğini görecek ve önemseyecek kadar bile eğitmemişler gönül gözlerini. Bu yüzden ölümcül göz aldanmaları ve vehimler içindeler. Halkız biz, seçmeniz, kimseden onurlandırılmayı ya da kayırılmayı beklemiyoruz. Herhangi birini herhangi türde bir değerin temsili olarak da görmeyiz. Ne münasebet! Muhakeme ve duygu bozukluklarının farkına varıp ellerindeki gücü kendileriyle yüzleşe yüzleşe kullansınlar bize yeter. Kusurlarını görmezlikten gelmez, ayıplarını örtmeyiz. Böyle yollara sapamayacak kadar çok kayıp verdik. Canımız burnumuzda. Bıçak kemiğimizde. Ama eğer istiyorlarsa, var iseler meydan okumanın böylesine, günü geldiğinde kendilerinden utanmayacakları ikballer hayal etmeleri için bin bir türlü sebep söyleriz. 

(1) Ian H. Robertson, “The Winner Effect—The Neuropsychology of Power,” in P. Garrard (ed.), The Leadership Hubris Epidemic, https://doi.org/10.1007/978-3-319-57255-0_3.

(2) David Owen, “Hubris Syndrome,” Clin Med, 2008;8B428-32, https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC4952940/pdf/428.pdf.

(3) David Owen and Jonathan Davidson, “Hubris syndrome: An acquired personality disorder? A study of US Presidents and UK Prime Ministers over the last 100 years,” Brain: A Journal of Neurology, 2009, doi:10.1093/brain/awp008.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.