Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Türk-İslam sentezinin ahlak buhranı

Meşhur laftır, “Biz içerdeyiz, fikirlerimiz iktidar.” MHP saflarından pek çok kişiye atfedilir bu laf ama aslen bir dönem ticaret ve başka bir dönem kültür bakanlığı da yapmış bulunan Agah Oktay Güner’indir. 2010 yılında Türk Yurdu Dergisi’ne verdiği bir söyleşide bu tespiti gayet “bilimsel” bir yolla ölçerek yaptığını da anlatır:

“Onu ben mahkemede söyledim… Benim evimde bir çalışma yapıldı, muhterem eşim şöyle bir dosya hazırladı. Evren Paşa ne demiş? Evren Paşa’nın dediğinden altı ay önce biz o cümleleri söylemişiz. (Alparslan) Türkeş söylemiş, ben söylemişim, Sadi (muhtemelen Somuncuoğlu) söylemiş, Nevzat (muhtemelen Kösoğlu) söylemiş, Necati (muhtemelen Gültekin) Paşa söylemiş. Konseyin diğer üyelerinin ve (Bülent) Ulusu’nun sözlerini. Biz dedik ki, ‘ya bu konseyin söylediklerini biz söyledik, onlardan çok önce söyledik, memleketin içinde bulunduğu felaketi söyledik, tehlikeyi söyledik, şimdi biz içerdeyiz, fikirlerimiz iktidar.’ Bu çok namuslu bir beyandır ve bunun çok namuslu değerlendirilmesi gerekir. Yani darbe bizim lehimize yapılmıştır da neden çileyi biz çektik?”

Bir mühendislik projesi

Sözü edilen darbe 12 Eylül 1980’de yapılan. Fakat tabii fikirlerin iktidarda olma durumu çeşitli netameli zamanlar tecrübe edilse de çok daha geniş bir zamana yayıldı. Bahsi geçen fikir, MHP’nin 1970’lerde geliştirdiği “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” sloganıyla pek güzel özetlenmişti. Bozkurt Güvenç, Gencay Şaylan, İlhan Tekeli ve Şerafettin Turan’ın kaleme aldığı, Işıtan Gündüz’ün yayına hazırladığı, 1991 ve 1994’te iki baskı yapan “Türk-İslam Sentezi” adlı kitapta, aslında geniş kapsamlı bir raporda hem dönemin medyasında hem de çeşitli devlet kurumlarında bu sentezin hangi yollarla ve hangi düzeyde bir devlet politikası haline getirildiği inceleniyor. Toktamış Ateş, kitaba yazdığı önsözde ne denli isabetli olduğu bugün daha iyi anlaşılabilecek bir öngörüde bulunuyor:

“…Bu belgesel çalışma, sağa karşı oldukça ilgisiz olan ve kulaklarını tıkayan ve sadece anlamsız bir biçimde korku duyan çevreler için kaynak bir eser. Sağda henüz bir ‘sentez’ oluşamamasına karşın; olağandışı bir dönemde ve devlet desteği sağlandığı zaman, neler yapılabileceğini sergilemesi bakımından ayrıca üzerinde durulmalı ve düşünülmeli.”

Türk-İslam Sentezi’nin apaçık bir toplum mühendisliği projesi olarak nasıl ortaya çıktığını şöyle aktarıyor yazarlar:

“Türk-İslam Sentezi bugün yürürlükte olduğu anlaşılan ‘Milli Kültür Planı’na sonradan yapıştırılmış bir etiket olmakla birlikte, sahipleri, yazarları ve yandaşları tarafından açıkça savunulan bir dünya görüşünün (milli ideolojinin), milli görüşe dayalı ‘siyasi hareketin’ süratle yayılan adı ve sloganıdır. Bulgularımıza göre Türk-İslam Sentezi bugünkü ideolojik içeriği ve amacı ile ilk kez 1973 yılında, Aydınlar Ocağı’nın görüşü olarak ortaya atıldı; on yıl sonra, Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) Milli Kültür Özel İhtisas Komisyonu Raporu (DPT, Yayın No: 1920/300) şeklinde Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın ek belgesi oldu.” (s. 34)

Hemen ardından dönemin Aydınlar Ocağı Başkanı’nın (isim vermemişler, Ayhan Songar ya da Nevzat Yalçıntaş olsa gerektir) Nokta Dergisi’ne verdiği bir söyleşide bu siyasi çakışmadan gururla söz ettiği de kaydediliyor kitapta: “Evet, Türk İslam Terkibi tezimizin 1980 sonrasında devlet katında bir kabul ve itibar gördüğü doğrudur. Çünkü bu, aklın ve ilmin koyduğu bir vakıadır. Nitekim, Atatürk Yüksek Kurulu’nun Türk-İslam Sentezi’ni benimsemesi bizim için sevindirici olmuştur. Niye böyle oluyor? Sağa sola bakıyorlar, başka çıkış yolu bulamayınca bu fikre geliyorlar.” (s.35)

DPT’nin bahse konu özel ihtisas raporunda tasarlanan mühendislik projesinin özeti şöyle:

“Türkiye’nin hızlı bir kalkınma devresine girdiği 1960’lı yıllar… Türk tarihi ve kültürünün ihmal edildiği yıllar(dır). (O dönemde) yetişen nesiller ciddi manevi buhranlara sürüklenmiştir. Demokratik bir plan, toplumun ihtiyaçlarına ve eğilimlerine uyumlu olmalı; plancılar bunun için Türk toplumunun yaşayışına uyan kriterleri tespit etmelidir. Komisyon, Türk toplumunun yaşam tercihlerinin İslam ile uyumlu olduğu görüşünde birleşmektedir. (İbrahim) Kafesoğlu’nun tezlerini benimser bir şekilde Türklerin İslamiyet’e geçişinde, İslam’dan önceki inanışları ile İslam arasındaki büyük uyumun rol oynadığı, İslamiyet’e geçmekle Türklerin yok olma tehlikesini bertaraf ettikleri belirtilmiştir. Türkiye’nin liberal fakat plansız ve lidersiz bir demokratik toplum haline gelmesi toplumun bir kültür saldırısına maruz kalmasına neden olmuştur. Toplumun hızla değişim ve dönüşüm geçirdiği bir çağda devletin görevi kalkınma sürecinin toplumun öz kültürü ve tarihiyle bütünleştirerek yönetmek ve kültürel faaliyetlere ilişkin operasyonel altyapıyı geliştirmektir.” (2)

Şaşılacak işler değiller bunlar. Aydınlar Ocağı’nın kurucusu İbrahim Kafesoğlu uluslararası itibara sahip bir tarihçi ama (evet ama tarihçiler ideologluğa soyunduklarında hep ama olur), aynı zamanda Türk-İslam Sentezi fikrinin de mucidi. Aydınlar Ocağı’nın, evvelki Aydınlar Kulübü’nün daha kurumsal bir devamı olarak kurulmasının sebebi de solun entelektüel hegemonyasına son verecek çareler üretmek. Öncüler hayli tanıdık gelecek: Eski başkanlardan Süleyman Yalçın anlatıyor:

“Necmettin Erbakan, kardeşi Kemalettin Erbakan, Ayhan Songar, Asım Taşer (ilk) on kişi arasında yer alan isimlerdi. … Hasan Basri Çantay, Şemsettin Yeşil, Nurettin Topçu, İsmail Hami Danişment, Ali Fuat Başgil, Arif Nihat Asya… Necip Fazıl’ın konferansları oldukça rağbet görürdü. …Ayhan Songar’ın Cuma namazına başlamasına ben vesile oldum. …Tayyip Bey ve Abdullah Gül buna dahildir. Yine, Tarık Buğra da Aydınlar Ocağı’na gelenlerdendi… İslam-Türk sentezine faydaları olanlardandı.” (2)

Bu sentez, Kafesoğlu’nun romantik bulduğu Türkçülük fikrini yenileme girişiminin bir ürünüdür esasında. Necmettin Tozlu’nun formülüyle bu sentez Türklüğü bir beden, İslam’ı da onun ruhu olarak görür. “Ruhsuz beden cesettir.” (3)

Şiir arası

Sözü getirmeye çalıştığım yer şurası: Bu sentezin meyveleri tarafından idare ediliyor memleket. İktidardaki iki parti, söz konusu sentezin bedenini ve ruhunu temsil ediyor. Biri Tanrı Dağı kadar Türk, diğeri Hira Dağı kadar Müslüman. Yan yana geldiklerinde oluşturdukları manzarada gördüğümüz her bir ayrıntı bana her iki tarafın da pek sevdiği şairlerden Yavuz Bülent Bakiler’in dizelerini hatırlatıyor:

“Ben Anadolu’yum…

Yıllar yılı susuz kaldım, yıllar yılı aç…

Şükrederek kalktığım sofralarımda

Ya soğan ekmek olur, yahut bulamaç.

Hastalarım vardı ölüm yataklarında

Ne doktor yüzü gördüm, ne ilaç.

Zaman zaman nankör çıktı büyütüp okuttuğu,

Gölge vermedi çok kere diktiğim ağaç…

Devlet denince hep vergi geldi aklıma

Jandarma deyince kırbaç…

En gümrah ırmaklarım boşuna akıp gitti

Üç baş adım ötesinde toprağım vardı kıraç.

Gittim, yiğitçe döğüştüm gaza meydanlarında

Ne tak-ı zaferler istedim, ne taç…

Savaşta çiğnetmedim hilali düşmanlara

Barışta düştü üstüme gölge gölge haç.

Yolsuz, okulsuz köylerim, kasabalarım hâlâ

Alınterine muhtaç…

Ben Anadolu’yum, acılı mahzun;

Bende bitmez tükenmez dert kulaç kulaç… “

Çocukluğumdan beri ezberimde bu şiir. Hem aynı tedrisattan, yani Türk-İslam Sentezi müfredatından, yalnız okulda değil evde de geçmiş olmaktan hem Anadolu’nun o kıraç, elektriksiz, yolsuz köylerinde büyümenin bıraktığı tortulardan. He ya, okul vardı köylerde o zaman, artık yokmuş, öyle duyuyorum çoklarından.

Her dönemde anlamı biraz daha değişti bu şiirin, şimdilerde şaire, “Gördün mü hilalin gölgesini?” diye çıkışıyorum içimden. Her bir dizenin yanına “halloldu” işareti koyuyorum. Susuzluk tamam, açlık zirvede. Doktorlar duyurular yapıyorlar sosyal medyada, “Aman ha, kalp krizi geçirmeyin adrenalin yok piyasada.” Bir hasta iğne olmaya gittiği hastanede, “Şırınganızı getirdiniz mi?” diye sorulduğunu anlatıyor. Seçilip makam sahibi yapılanların nankör çıkması bahsinde de bir doruğu idrak etmekteyiz. Büyütüp okutulanlardan nefret ediyorlar. Çünkü kimse onlara herhangi bir yolla mani olmasın istiyorlar. Devlet denince hep vergi geliyor aklımıza, özellikle yediklerimiz içtiklerimiz, asgari ücretlerimiz ve hatta bebek bezlerimiz, kadın bağlarımız söz konusu olduğunda. Artık kırbaç yok, biber gazı servisi yapıyor görklü devlet talepkâr ve halinden şikâyetçi yurttaşlarına. Lakin hakkını yememek lazım, gümrah ırmaklar boşuna akıp gitmiyor, topraklar hâlâ kıraç ama barajcı inşaat şirketlerinin ikbali sağlama alındı çoktan. Çoluk çocuk abuk sabuk operasyonlarda telef oluyor, beyler ve hanımlar ahalide endişeli bir heyecan yaratmak suretiyle kurdukları düzeni sürdürebilsinler diye. Eli böğründe kalmış babalar, anneler “Bu ne hal?” diye sorduklarında sağlamından bir azar işitiyorlar devlet büyüklerinden. Bakiler’in sözünü ettiği “haç gölgeli barış” Lozan’mış, öyle dediydi bu şiiri öğrendiğim zat-ı muhterem ama artık hilalin gölgesi her yerde maşallah. Dinamitlenen kıyılarda, mezata çıkarılmış limanlarda, tersanelerde… Bilmem hangi ülkeden gelen altın madencilerine yağmalatılan ormanlarda. Evropa’nın çöpüyle zehirlenen tarım topraklarında. Hilalin gölgesi nereye düşse oradan birine bir imtiyaz, başka birine bilmem kaçıncı maaş, şu ya da bu vakfa aktarılmış kamu varlığı çıkıyor. Sesleniyor oradan devletin en büyüğü: “Aç falan değilsin, çok konuşma.”

Onca akademik girişten sonra sukoyverdiğimin farkındayım. Ama hayli zamandır o kadar beyhude geliyor ki bütün bu mevzuyu bu adamların ve kadınların neyi niçin yaptıklarını akademik bir ciddiyetle düşünmek. Herhangi bir mana aramanın bir alemi de yok gibi. Yaptıkları şey herhangi bir manaya tercüme edilebilecek her şeyi yok etmekten ibaret. Gene de kendimi toplamaya çalışayım. Biliyorum, şu anda iktidar eyleyenleri, sahip çıktıkları referanslarla aralarındaki çelişkiler üzerinden konumlandırmanın hiçbir alemi yok. Mevcut iktidar o çelişkiler sürdürülebilsin diye var. Hani diyoruz ya arada, “Ya hu bunlar ne biçim Müslüman, hem Müslüman’ız diyorlar hem de şunu şunu şunu şöyle yapıyorlar.” İşte iktidarda olmanın sağladığı avantaj bu. Yeniden tarif ediyorlar Müslüman olmayı. İktidarın diğer kanadı da boş durmuyor. O da Türk olmayı yeniden tarif ediyor. Bakıyoruz ve görüyoruz Türk ve Müslüman olmak ne demek? Müslüman Türk olmak ne demek peki? Şu yukarıda ciddiye alarak anlatmaya çalıştığım proje çöküveriyor üstümüze. Gözümün önüne, apartmanın giriş katını garaja çevirmek için kolonları budayan aklıevveller geliyor. Ufacık bir sarsıntıda hane çöküverecek ama bunu çok sevgili arabasını sokağın hengâmesine bırakmak istemeyen akıl küpüne anlatmak mümkün mü?

Eski ahlak ve yenisi

Mevcut muktedirlerin iler tutar bir tarafları kalmadığı için kendi referansları içinden eleştirilmelerinin de bir manası yok artık. Sabırsızlıkla tarihin kendilerine ayırdığı sayfalara çekilmelerini bekliyoruz. Gene de sırf hepimizi dahil ettikleri bu berbat kıssadan hisse alabilmek için neydi, ne oldu sorularını sormaya devam etmek lazım. Vaziyet şu: 1970’lerde milliyetçi, muhafazakâr, dindar elitler tarafından, memlekete komünizm gelmesin diye geliştirilmiş ve sonra devletin resmi kültür politikası haline gelmiş Türk-İslam Sentezi, bizi tam olarak, Türkiye İslamcılığının ilk teorisyenleri sayılabilecek Mehmet Akif Ersoy’un, Said Halim Paşa’nın ve Türkçülüğün fikir babalarından Ziya Gökalp’in içinde yetiştiği 19’uncu yüzyılın ve aynı zamanda Osmanlı’nın son yıllarında içine düştüğü türde bir “ahlaki buhran”a sürükledi. Bunda bir hikmet olmalı. Bu buhrana giden yolun, sözünü ettiğim öncülerin açtıkları yolda yürüyen siyaset ve ticaret ehlinin olağandışı çalışkanlıkları ve ısrarlı iş takipleriyle açılmasının da bir manası olsa gerek. “Ruh,” “beden,” “öz,” “töz” her ne ise işte, o şey bütün endamıyla ve dört başı mamur bir performansla karşımızda artık. Yıllarca devletin her düzeyinde temsil edildi bu sentez ve ortaya çıkardığı şey bu. Bir şeye benziyor ama o şeyin adını söylemeyeceğim, bir tuhaf ve acayip yaratık. Aslında yaratık da diyemeyiz tam olarak. Zira insan eliyle kotarılmış. Ürkütücü ama aynı zamanda alabildiğine aciz ve zavallı.

Üstelik bu işin buralara geleceği, bu mühendisliğin tutmayacağı ta ne zaman söylenmiş de kendilerine. Onlar bu sentezi formüle etmeden evvel söylenmiş hattı. Şu giderek salgın halinde sıklaşan konser yasakları, şenlik kısıtları, hayatın her alanını kendi aklının erdiği kadar yere sığıştırmak isteyen müdahaleler aklıma iki şey getiriyor. Biri burada tamamını yazmayı doğru bulmadığım, sonu “kâhya var”la biten bir ecdat sözü. Diğeri de Ziya Gökalp’in kendisine hayli zamandır maruz kaldığımız sentetik garibeye, “evladım sen ne yaptığını sanıyorsun, kendine gel” der gibi yazdığı bir makalesi. Yazının başlığında anıştırmaya çalıştığım makale: “Ahlak Buhranı.” Yeni Mecmua’nın yedinci sayısında, Ağustos 1917’de yayınlanmış. Diyor ki:

“Vicdanlarda artık yaşamayan akide ve ayinleri, aile ve hükûmet tarzlarını, ahlaki vazife ve mefkûreleri zorla yaşatmaya çalışmak, istenilen neticelerin tamamiyle aksini tevlit eder. Binaenaleyh bugünkü ahlak buhranının devamından mesul olanlar, birinci derecede yeni ahlakı tedvine ve neşre çalışmayan mütefekkirler ise, ikinci derecede, eski ahlakı zorla idameye çalışan muhafazakâr kuvvetlerdir.”

Gökalp’in şu yukarıdaki paragrafı aklıma geldikçe Türk-İslam sentezcilerin şu içinde bulunduğumuz manzaranın vebalini nasıl taşıyacaklarını düşünüp endişeleniyorum. Yok be, tabii ki endişelenmiyorum, madem o kadar gururluydular yaptıkları işten ve devlete onca nüfuz etmiş bulunmaktan, yani kendileri her ne halde olursa olsun fikirlerinin iktidarda olmasından, buyursun odunlarını bu ateşle yaksınlar.

Bu buhranı ne yapmalı?

Tekrar etmek gibi olacak ama ne kadar tekrar etsek o kadar az. Türkiye’nin içinde bulunduğu buhran, devletleştirilmiş bir mühendislik projesi de olan Türk-İslam sentezinin en tabii bir neticesi. Bu sentezin öz çocukları yönetiyor ülkeyi ne zamandır. O sentezin öz çocukları arasında yapılmış bir ittifakın yarattığı krizler birbirine eklenip buhran oluyor. Ve bu buhran, o öz çocukların uydurdukları çarelerle çözülmeyecek. Kestirmeden bir daha söyleyeyim. Mevcut buhran, Türk-İslam Sentezi’nin yarattığı bir krizler silsilesi. 2015 Kasım’ından bu yana yaşadığımız her kriz, bu sentezi oluşturan ruhun ve bedenin nihayet mükemmelen bütünleşmenin hazzıyla yaşadıkları esrimelerden ibaret. Yalnız biz mi, onlar da dehşet içinde aynı şeyi görüyorlar. Dindarlar da, muhafazakârlar da, milliyetçiler de görüyorlar bunu. Daha 2015’te, Kasım seçimleri yaklaşırken, bakanlıklardan birinde halen üst düzey bürokrat olarak çalışmakta olan bir tanıdığım, AKP-MHP ortaklığı için, “Bu benim hayatım boyunca en korktuğum şeydi” demişti. MHP’de, Bahçeli öncesindeki Ülkü Ocakları temsilcilerinin neredeyse hiçbiri artık partide değiller. Önünde sonunda bir kıyamet kopacak ve ruh bedenden ayrılacak. O yaratıktan kuşaklar boyunca uğraşmak zorunda kalacağımız bir enkaz kalacak geriye.

Tek tek bireyler için bu buhrandan yakayı kurtarmanın yolu çok belli. Gökalp’in söylediği gibi bir topluma neyi dayatırsanız aksi istikamete yolculuğu garantilersiniz. Gümbür gümbür bir sekülerite geliyor. Bu defa, sivil, orijinal ve devlet garantisiz. Yukarıda bahsi geçen sentetik ruh-beden bileşiminin tekinsizliğinden uzaklaşırken bulunacak türlü çeşit yolların toplamı olacak o sekülerite.

Ama hep beraber yapılacak işler de var. O işlerin başında da, başta muhalefete öncülük eden siyasetçiler olmak üzere, söze “Bu ülke tanımı gereği muhafazakâr, dindar ve milliyetçi” diyenlerin her dediklerine şüpheyle bakmak geliyor. Biz tam da o tanımın yerle bir olduğu bir döneme tanıklık ediyoruz. 1980 darbesinden hemen sonra devlet fırınında ısıtılıp uygulamaya konulan bu projenin yarattığı bu buhranı ve sebep olduğu açlığı aynı hamurdan yapacağımız ekmekle gidermeyeceğiz. O hamurun mayasının bir tür otoriter andavallık olduğunu fark etmek için her şeyi baştan yaşamaya, ya da mevcutların kaldıkları yerden devam etmeye lüzum yok.

Türk-İslam Sentezcilerin örgütledikleri çürüme bizi çok kötü bir şimdiye getirdi. Bizi biz yaptığını düşündüğümüz şeylerin, hepimizi nasıl çuvallattığını ve hayatın her alanında derin buhranlara soktuğunu. Buradan yine aynı sentezi dayatan ezberlere tutunarak çıkamayız. O tesbihle edilecek dualar bitti. O yol berbat bir uçuruma çıkıyor. İşte bu yüzden muhalefetin seküler kanadının, dindar-muhafazakâr kanat karşısında “sizsiz olmaz, aman gönlünüz kırılmasın” nezaketini abartmasına hiç gerek yok. Bu ülkeyi şu içinde olduğu buhrana sürükleyenler yaptıklarıyla yüzleşme cesareti göstermedikleri müddetçe geleceğe de kalamayacaklar. Mevcut muhalif ittifakı bu yüzleşmeyi daha yumuşak koşullarda yapabilecekleri bir bağlama dönüştürebilirler cesaretleri varsa. Bunu yapmaktan korkuyorlarsa, bir sonraki aşamada o yüzleşmenin içeriği genleşirken ısısı da artacak. Çünkü şu yaşadığımız gelip geçen rüzgârlardan biri değil. Elbette kalıcı ve çok uzun vadeli sonuçlar üretecek. O sonuçlardan birinin, bu günleri yaratan sentezin parçalanması olduğunu öngörmek içinse kâhin olmaya hacet yok.

  1. Rapor elimin altında olmadığı için bu uzun özeti, Onur Türkölmez’in Türkiye’de İktidar Stratejilerinin Bir Zihniyet Olarak Milliyetçilik Üzerinden Okunması: Yön-Devrim ve Aydınlar Ocağı Örneği başlıklı doktora tezinden alıntıladım. s. 138.
  2. Ali Çağlar ve Mustafa Uluçakar, “Günümüz Türkçülüğünün İslam’la İmtihanı: Türk-İslam Sentezi ve Aydınlar Ocağı, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2017 Bahar (26), 119-139, s.126-7
  3. Necmettin Tozlu, “Eğitim Problemlerimiz Üzerine Düşünceler, Ankara 2003’ten alıntılayan, Ali Sinan Bilgili, “Eğitim Programlarımızda Türk-İslam Sentezi Meselesi (1980-2000 Yılları Arasındaki Tartışmalara Bir Projeksiyon”, Kafkas Üniversitesi, e-Kafkas Eğitim Araştırmaları Dergisi 1(1), Nisan 2014.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.