Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Serhat Güvenç yazdı: NATO bir kez daha dönüşürken

Dönüşüm, Soğuk Savaş sonrasında NATO gündemini en çok meşgul eden konu oldu. Dünyanın en uzun ömürlü ittifakının üyeleri, Sovyet tehdidi ortadan kalktıktan sonra NATO’dan çıkmak ya da örgütü tamamen dağıtmak yerine, varlığının devamını meşrulaştıracak yeni işlevler ve görevler bulmaya gayret ettiler. Örgüt, kendini ancak dönüşerek idame ettirebilirdi. NATO her şeyden önce kolektif savunma amaçlı bir askeri ittifaktı. Kurulduğu 1949’dan günümüze, üye ülkelerin silahlı kuvvetlerinin barışta ve savaşta neredeyse pürüzsüz biçimde birlikte çalışabilmelerini sağlayacak bir altyapı, komuta sistemi ve daha da önemlisi standart ve prosedürleri oluşturdu.

Bu kadar büyük bir yatırım ve birikimden vazgeçmek kolay değildi. 1990’larda mevcut üyeler NATO’dan ayrılmayı düşünmedikleri gibi, eski Varşova Paktı üyeleri de üyelik için sıraya dizilmişlerdi. NATO varolmaya devam etmekle kalmadı, bir hayli de genişledi. Sovyet nüfuzundan kurtulan eski Doğu Avrupa ülkeleri için NATO bağımsızlıklarını teminat altına alacak bir şemsiye demekti. Ortada Sovyetler Birliği ölçeğinde bir tehdit olmadığı için, kolektif savunma geri planda kaldı. 1990’larda eski Yugoslavya’nın dağılma sürecinde NATO’nun görev yelpazesi genişledi. BM Anayasası’nda tanımlanan kolektif güvenlik görevleri yürütebilecek yegâne uluslararası örgüt olarak öne çıktı.

Soğuk Savaş’ta elindeki askeri gücü kullanmaya gerek duymayan NATO, ilk kez Bosna ve Kosova krizlerinde muharebeye girdi. 20. yüzyıl kapanırken NATO’nun kolektif güvenlik aktörlüğü devresi de bitmiş oldu. Neredeyse bir gelenek halini alan “NATO’nun geleceği” tartışmaları bir kez daha alevlenmişken, 11 Eylül terör saldırıları ittifak ve ittifakın askeri yeteneklerine yeni bir anlam kazandırdı. Bu saldırıların hemen sonrasında NATO tarihinde ilk kez 5. maddeyi devreye soktu. En büyük ve en güçlü müttefik ABD ile dayanışma iradesi ortaya kondu. Afganistan’ı işgal ederken ABD’nin NATO’ya pek ihtiyacı yoktu ama Afganistan harekâtı için doğuya kaydırdığı AWACS uçaklarının yerine NATO’nun AWACS uçakları ABD hava sahasının denetimini üslendiler.

11 Eylül sonrası terörle mücadele ve Afganistan, NATO’nun güvenlik gündeminin üst sıralarına yerleşti. Bu mücadele ciddi bir örgütsel yeniden yapılanmaya da neden oldu. Kurulduğundan beri ittifakın tek bir yüksek komutanlığı vardı: SACEUR (Supreme Allied Commander Europe: Avrupa Müttefik Kuvvetler Başkomutanlığı). 2003’de ikinci bir yüksek komutanlık, ACT (Allied Command Transformation: NATO Müttefik Transformasyon Komutanlığı) adıyla Norfolk Virginya’da faaliyete geçti.(*) Görevi artık NATO’nun süreklilik arz eden stratejik dönüşümünün zihinsel alt yapısını oluşturmaktı. Küreselleşmenin doğurduğu karmaşık ve hızla değişen güvenlik ortamına ayak uydurabilmek, düşünsel açıdan hazırlıklı olmayı zorunlu kılıyordu.

Dönüşen NATO bir yandan da kendine yeni bir kimlik arıyordu. Şahsen izleyebildiğim kadarıyla 2004’te ABD’nin Afganistan harekâtı sonrası bu ülkenin yeniden imarı NATO’yu heyecanlandıran bir görevdi. Katıldığım NATO gezilerinde, Afganistan görevinin ittifakın geleceğinin belirleyecisi olacağı vurgulanıyordu. Yetkililerin ifadesiyle “NATO’nun bu görevde başarısız olma lüksü yoktu.” Oysa Afganistan’da işler istendiği gibi gitmedi. Devlet ve ulus kurmanın, askeri bir ittifakın boyunu aştığı pahallı bir bedel ödeyerek anlaşıldı. Sonrasında NATO’nun varlığını sürdürebilmesi için yeni bir umut ışığı belirdi. Arap ayaklanmaları Libya’ya ulaştığında, önce Fransa ve İngiltere bu ülkeye havadan askeri müdahale başlattı. Ardından bu işi NATO devraldı. Libya harekâtı, gelecekte NATO’nun yapabileceği görevler için bir model olabilir mi diye tartışıldı bir süre. Kolektif güvenlik yerine koruma sorumluluğu (R2P: Responsibility to Protect) zamanın ruhuna da uygun düşüyordu. Ama bunun da arkası gelmedi. Zaten üç yıl sonra Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ile birlikte NATO hızlı biçimde aslına ve asli görevi kolektif savunmaya hızlı bir dönüş yaptı.

Sovyetler Birliği yoktu ama Soğuk Savaş’ın rövanşını alma niyeti gün geçtikçe kabaran Putin Rusyası almaya adaydı. Putin niyetlerini daha 2007’de Münih Güvenlik Konferansı’ndaki konuşmasında ortaya koymuştu ama 2014’e dek pek ciddiye alındığı söylenemez. Bu arada NATO’nun ne işe yaradığı Atlantik’in iki yakasında da giderek daha fazla sorgulanır olmuştu. Fransa Cumhurbaşkanı Macron, ittifakın beyin ölümünün gerçekleştiğini düşünürken, ABD Başkanı Trump ise ciddi ciddi NATO’dan çıkmaktan söz ediyordu. “Dönüşüm, dönüşüm” diye harcanan bunca zaman ve emek çöpü boylamak üzereyken, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali başladı.

Bu işgal hamlesi tüm küresel ekonomik ve siyasi düzeni baştan aşağı dönüştürmeye aday. NATO’nun artık dönüşümü örgütsel düzeyin çok ötesinde bir düzeyde düşünmesi ve yönetmesi gerekiyor. Avrupa güvenliğinin çelik çekirdeğinde NATO’nun yer alacağını düşünmek için yeteri kadar sebep var. Bütün “stratejik özerklik” iddialarına rağmen, AB’nin güvenlik (daha doğrusu savunma) konusunda kat etmesi gereken çok uzun bir yol var. Bu yol belki de Türkiye’nin AB üyeliğine giden yoldan daha “ince ve uzun”. Avrupa’da uzun bir aradan sonra güvenliğin ve NATO’nun öncelik kazanması yepyeni bir siyasi durum ortaya çıkarıyor.

Soğuk Savaş sonrası güvenlik tehditleriyle baş edebilmek için Türkiye’nin NATO’ya ihtiyacı ve güveni pek kalmadı. Yani NATO üyeliğinin Türkiye açısından askeri anlamı Soğuk Savaş dönemine oranla azalmış durumda. Ancak siyasi açıdan önemli kalmaya devam etti. Zira AB üyeliğinden mahrum bırakılan Türkiye’nin yeniden tanımlanan Avrupa’dan tamamen dışlanmasının önündeki yegâne engel NATO üyeliğiydi. Bugün neredeyse istisnasız tüm Avrupa ülkeleri açısından NATO üyeliği, AB üyeliği kadar önemli (hatta daha önemli). İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya bir an önce girme telaşı, Ukrayna’nın NATO üyeliği hevesi ve nihayet İngiltere’nin AB’den ayrılması bunu teyid eden örnekler.

24 Şubat 2022 sonrasında Avrupa ya da daha doğru bir ifadeyle AB kendini yeni bir gerçeğe uyarlamak zorunda. Avrupa güvenliğinin en önemli yapılanması NATO’ya Türkiye 70 yıldır üye. AB üyeleri uzunca süredir Türkiye ile eşit kurumsal statüde iş yapmak zorunda kalmamışlardı. Bu hiç alışık olmadıkları ve muhtemelen arzu etmedikleri durum. Tam üyelik müzakerelerinin içi boşaldığı için “üyelik koşullarının” (conditionality) Türkiye’nin tutum ve davranışlarını etkilemesi söz konusu değil. Öte yandan geçmişte benimsedikleri perakendeci yaklaşım, son tahlilde Türkiye’yi adım adım AB’nin etki alanının dışına attı. Üstelik göç anlaşması gibi konular, AB’nin ahlaki ve üstünlük iddiasına telafisi mümkün olmayan hasarlar verdi. Tüm bunları yaparken AB, stratejik bir karar vermek niyetiyle hareket etmemiş olabilir. Yine de ortaya ciddi bir stratejik sonuç çıktı. Bu sonuç AB ve Türkiye arasındaki maddi ve düşünsel güç asimetrisinin artık olmadığıdır. Bu aslında niyetlenilmemiş sonuçların (unintended consequences) bir bileşkesi sayılabilir. Aynı AB gibi Türkiye’nin de NATO içerisinde stratejik özerklik peşinde koşması o kadar da şaşırtıcı değil.

Mevcut durumda Türkiye’yi dikkate almadan Avrupa güvenliğini yeniden tasarlamaya soyunma, bu işi NATO’ya bel bağlamadan yapmayı göze almak demek olacak. Bu mümkün ama küresel sistematik dönüşümün yarattığı diğer büyük sorunlarla boğuşurken bir de NATO’ya alternatif savunma örgütü oluşturmak akılcı görünmüyor. Zaten AB’nin son yayımladığı Stratejik Pusula bu açıdan tam bir felaket. Stratejik körlüğün şahikası sıfatını hak ediyor. Dünya yeniden kurulurken Türkiye ile hesabı olan üyelerin AB “stratejisine” damgasını vurabilmesi, eski iş yapma alışkanlıklarından vazgeçilemediğini ortaya koyuyor. Bu öyle AB’nin iç işleyişi falan diyerek geçiştirilebilecek bir konu değil.

Öte yandan Türkiye’nin bu haliyle ve bu denli Batı karşıtı siyasi seçkinler ve kamuoyuyla da NATO üyeliğini özellikle AB’ye karşı avantaja dönüştürme imkanının son derece kısıtlı olacağı anlaşılıyor. NATO üyeliği, Türkiye’nin özellikle bu dönemde pazarlık gücünü yükselten bir unsur. Ancak üyeliğin ülkenin neredeyse tüm güvenlik sorunlarını ve sınamalarını bir çırpıda halledecek bir gümüş kurşun olarak görülmesi hata olur. Türkiye ve AB, birbirlerine bakışlarını değiştirmeden yaşanmakta olan dönüşümü fena halde ıskalamaya adaylar. “Tarih yol alırken (**)”, geçmişe saplanıp kalarak yeni bir dünyanın kurulmasına katkı vermek mümkün değil. Bunun henüz Brüksel’de ya da Ankara’da tam olarak kavrandığından emin değilim.  

(*) ACT’nin Türkçe karşılığını Dışişleri Bakanlığı internet sitesinde yer alan bir askeri terminoloji sözlüğünden aldım. Şahsen “Transformasyon” yerine “Dönüşüm” terimini kullanmayı yeğlerdim. Bkz. https://www.mfa.gov.tr/data/Terminoloji/askeri-terminoloji-032015.pdf

(**) “Tarih Yol Alırken” Reform Enstitüsü tarafından yayımlanan, yazarları arasında benim de bulunduğum bir raporun başlığı. İçinden geçtiğimiz dönemi iyi yansıttığını düşündüğüm için bu ifadeyi ödünç aldım. Raporu okumak için bkz. https://reformenstitusu.org/document/rusyanin-ukraynayi-isgali-ve-turkiyeye-yansimalari/

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.