Kemal Can yazdı: Endişesiz zafer mi?

Uzun bir aradan sonra yeniden bir hafta sonu yazısı yazmaya oturunca, farklı gelişmeler dolayısıyla hep aynı şeylerden bahsetmek zorunda kaldığımı daha iyi fark ediyorum. Türkiye fıtratıymış gibi düşünülen bu tekrar mecburiyetlerinin aslında daha genel bir küresel mesele olduğunu giderek daha açık biçimde görüyoruz. Geçtiğimiz günlerde yaşanan ve dünyanın iki farklı ucunda –ve pek az benzerliği olan- iki önemli gelişme bu açıdan önemliydi. Biri Brezilya’da diğeri İsrail’de iki seçim yapıldı. Brezilya’da anketlerde hayli önde görünen Lula küçük bir farkla Bolsonaro’yu son anda geçmeyi başardı (ABD’deki Biden hadisesine benzer biçimde). Yenilmesi zor kuvvetli iktidarları, benzemezlerin en biçimsiz ittifakıyla yenmenin sihirli formülü için örnek gösterilen İsrail’de ise Netanyahu, arkasına hızla yükselen aşırı sağı takarak geri geldi. Yakın geçmişte Macaristan’da yaşananlar, Filipinler’deki tatsız tekrar gibi örnekleri de daha unutmamış, tam sindirememiştik. Bu son iki deneyin çeşitli yönleriyle ilgili olarak Emre Erdoğan ve Aydın Selcen imzalı iki hafta sonu yazısını da okuma önerisi olarak buraya bırakayım. (*) (**)

Bu örneklerden çıkartılacak dersler hakkında söylenecek çok şey var. Zaten herkes, kendi tezlerine dair önemli kanıtlar bularak bu örnekleri bol bol kullanıyor. Zaman zaman aynı örnekler, tamamen zıt iddialar için ispat sayılıyor. Bu örneklerin ve geliştikleri zeminin Türkiye’ye ne kadar benzediği çok tartışmalı. Ancak buradan bakılarak yapılan yorumlardaki akıl yürütme biçimi farklı sonuçlara rağmen şaşırtıcı biçimde aynı kalıyor. Başkaları için olduğu kadar kendim için de bıktırıcı bir tekrar haline gelen iki konuya bu vesileyle yeniden değinmek istiyorum. Bunlardan bir tanesi, yıkılması veya değiştirilmesi çok istenen sevimsiz iktidarların, kendi beceriksizlikleri yüzünden kolayca zora gireceklerine (sonlarının geleceğine) dair yüksek iyimserlik. İkincisi ise bu iktidarların karşısında kurulan muhalefet ittifaklarının mümkün olan en geniş çeşitliliğe ulaşmasının, taktik hatalar yapılmazsa zaferin tek yolu olduğuna ilişkin güçlü iman. Başarısız sonuçlar alındığında bile önermeyi masaya yatırmak yerine daha çok uygulama sorunları tartışmaya açılıyor. Bu iki mesele, artık uzak bir gelecek olmaktan çıkarak acil gündem haline gelen –gelmesi gereken- 2023 seçimi için son derece hayati. 

Birinci önermeye, Türkiye örneğine girmeden önce dünyadaki diğer deneyimler üzerinden bir bakalım. Demokrasiden ve ortak akıldan sapmış olan otoriter, popülist veya tek adam odaklı iktidarların yapısal bir yönetim zafiyeti ve trajik yol kazaları yaşamaları beklenen bir durum. Pek çok örnekte bunu görüyoruz. Mesela koronavirüs salgını karşısında benzer sevimsiz liderlerin neredeyse hepsinin ağır başarısızlıklara imza atmaları rastlantı değildi. Bu iktidarlar, her düzeydeki kurumsal kapasiteyi zorladıkları için yerleşik düzenden tepki alıyor ve direnç görebiliyorlar. Mesela medya ile yerleşik kurumlarla araları hiç iyi olmuyor. Birbirleriyle iyi anlaşmalarına rağmen uluslararası alanda da fazla dostları olmuyor. Gaflar ve yönetim beceriksizlikleri ya da içeride ve dışarıda yalnızlaşma tespiti, sonlarını getirecek önemli gelişmeler olarak sık sık gündeme geliyor. Bunların üstüne yürüttükleri gerilim siyaseti ve kutuplaştırmanın süre ve doz zorlamaları nedeniyle bir süre sonra aleyhlerine döneceği fikri de geniş destek buluyor. Bu varsayımların çoğu pek çok örnekte doğrulandı. Ancak asıl mesele, bir tür fıtrat olan bu dezavantajların, mutlak yenilginin garantisi olmaması, geçici yenilgilere yol açsalar bile, tutunma veya geri gelme inadını kesememesi. 

Türkiye’ye gelirsek: Erdoğan iktidarının, izlediği strateji dolayısıyla kendi sonunu hazırladığına ilişkin inanç, yerel seçim sonrasında çok büyümüştü. Tek adam rejiminin liyakati bir kenara bırakmasıyla ve devletin kurumsal kapasitesini yıpratmasıyla çok ciddi bir yönetim zafiyeti yaşayacağı güçlü bir beklentiydi ve büyük ölçüde de doğrulandı. Bütün bunların üzerine, ekonomik kriz konjonktürü sert bir dinamik haline dönüşüp bunun açık bir erime biçiminde iktidar desteğine yansıması ölçülmeye başlanınca, “kaçınılmaz kader” söylemi daha da baskın hale geldi. Hatta iktidarın daha fenasından kaçmak için biran önce baskın seçime kaçacağı yorumları bile yapıldı. Ekonomik krizin belirleyiciliği, –gündemde tutulma- koşuluna bağlı olarak iktidarın sonunu getirmeye yetecek rüzgar olarak kabul edildi. Özellikle bir yıl önce Erdoğan tarafından uygulamaya konulan “akıl dışı” ekonomik kararlar bir tür intihar veya sürüklenme olarak değerlendirildi. Bugün pek çok araştırma, bu konjonktürel dinamiğin iktidar tarafından nispeten dengelendiğine ilişkin veriler sunuyor. Ancak daha önemlisi sayısal veriler hala umutlu bir tablo gösterse bile muhalefet seçmeninde tedirginliğin arttığı izleniyor. Bir diğer konjonktür faktörü olan dış politikada da benzer bir durum var. “Yalnızlaşma” meselesinin önemi eskiye göre çok daha zayıf bir argüman artık.  

Değineceğimi söylediğim ikinci önermeye geçelim. Popülist yöntemlere abanan kutuplaştırıcı siyaset dilinin ve otoriter-totaliter tehdidin dünyada –ve Türkiye’de- kolay buluşamayacak kesimleri ortak davranmaya ittiğine tanık oluyoruz. Karşıtlarını birleştiren ve sonunu getirecek barajı zorlayan bir döngüden bahsediliyor. Açıkçası bu öngörü çok sayıda örnekte doğrulandı. Birbirinden farklı siyasi geleneği olan ülkelerde çok acayip muhalefet ittifakları üretildi. Bazıları çok başarılı bulundu, bazıları taktik hatalar yüzünden beceriksizlikle suçlandı. Sonuçlar nasıl çıkar ve nasıl yorumlanırsa yorumlansın, bunun tek yol olduğu fikri hala pek gerilemiş değil. Türkiye’deki muhalefet ittifakı macerası aslında pek yeni değil. Altılı Masa çok genç bir girişim olarak görülse bile ittifak arayışını 2014’deki Ekmeleddin formülüne kadar geri taşımak mümkün. 2019’daki yerel seçim deneyiminin yarattığı özgüven konforunda inşa edilen Altılı Masa, siyasi kimlik çeşitliliği ve aslında fena olmayan sayısal desteğine rağmen henüz endişesiz bir zafer garantisi sunmaktan hala uzak görünüyor. İttifak mecburiyetine herkesin ikna olmuş görünmesine, birlikteliğin sağlamlığına ilişkin defalarca tekrar edilen kararlılığa rağmen belirsizlik çok daha baskın. Aday meselesi de bu belirsizliğin en önemli ama tek gerekçesi gibi durmuyor. 

Geçen hafta dünyanın farklı uçlarında yaşanan iki seçimi, yakın dönemde yaşanan –yakında yaşanacak- başka örnekleri ve Türkiye’nin yedi ay içinde  idrak edeceği kader seçimini birlikte ele alınca, düşünme biçimini değiştirmeden hiçbir şeyin kolay olmadığını yine tekrarlamak zorundayım. Bunun mükemmeliyetçilikle, hayalcilikle ilgili olmadığını görmek için kaç örneğe ihtiyaç var? Ya da söylendiği gibi sonuç vermeyen –veya fazla dayanıklı olmayan- her formülün eksiğini sadece yol kazalarında ve yöntem hatalarında arama ısrarı ne kadar anlamlı? Büyük melanetler, kendilerini var eden zemini ve akıl yürütme biçimini sürdürerek aşılamıyor. Sadece bu döngünün tekrarını sağlayan çaresizliği besliyor. Beceriksizlikleri ve fütursuzlukları yüzünden başkalarına dayanılmaz kabuslar yaşatan kötücül iktidarların, yapısal kusurlarına karşı ezoterik kalkanları falan yok. Çözme ve yönetme kabiliyetlerinin sınırlarını, çözme ve yönetme başlıklarını değiştirerek sağlıyorlar. Çözme ve yönetme kabiliyetlerinin eksiğini işaret etme dışında bir alternatif üretilmediği için de devam edebiliyorlar. Kutuplaştırma ile karşılarındakilerin ittifaklarını kolaylaştırıyorlar (zorluyorlar) ama o barajın biçimlenmesindeki rolleri hiç azalmıyor. Dolayısıyla, iktidarı değiştirmek veya indirmek yerine, bir şeyleri değiştirmek ve yeni bir şey için iktidar olmak perspektifinin sloganlardan daha ileri gitmesi lazım. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.