Seçimden sonra, medyanın, sosyal medyanın en pop tartışması hala CHP. Konuyu kendilerinden uzakta tutmak isteyen herkes hevesli katılımcı. İktidarı değiştirme sözünü yerine getiremeyen muhalefetin değiştirilmesi, en kuvvetli siyasi motivasyon olmaya devam ediyor. Bu süreçte aktif olması istenen veya beklenenlerin, yüksek ihtiyatlı adımları, acil aksiyon beklentilerini karşılaşmanın uzağında. Ancak asıl büyük problem, tartışmanın, genişletmekten ziyade dar bir alana sıkışmaya başlaması. Geçen haftaki “Değiştirmeye nereden başlamalı?” yazımda, “’İlk seçimde gidecekler’ uğruna bekletilen siyasetin verimsizliği, başarısızlıkla ilgili yüzleşmenin, değiştirmekten ibaret bir değişim sınırına itilmesiyle tekrarlanıyor” diyerek, aktör değiştirme taleplerinin daraltıcı yönüne dikkat çekmeye çalışmıştım. Ancak olayın diğer tarafında, “değiştirilmesi istenenler” tarafında da aynı dar değerlendirmelerin hatta daha fazlasının hâkim olduğu görülüyor. Özellikle seçim sonrası tartışmaları ve değişim -veya sadece bir şeyler yapma- talebini, CHP içi bir “bekâ davası” ile durdurma yaklaşımı giderek keskinleşiyor.
Muhalefetin, hep birlikte ve her parçasıyla, hem kendi hem birbirlerinin seçmenlerine verdiği ama kesinlikle karşılayamadığı vaat; iktidarı değiştirmekti. Her türlü yorumlamadan azade, kimsenin itiraz edemeyeceği bu başarısızlığın çok kötü yönetildiği ve bunun yarattığı memnuniyetsizlikle berbat bir ilişki kurulduğu konusunda kuşku yok. Bu yetmiyormuş gibi; seçimlerin bitmesiyle birlikte siyasetin tatile girmiş gibi davranması, hatta iyice siyaset esnafının kapalı gündemine dönmesi, durumu daha da tatsız hale getiriyor. CHP’deki fazla iddialı “değişim” tartışmaları, bu kapalı gündeme, parti elitleri arasındaki yeni denge arayışlarına ve pazarlıklara sıkışmış görünüyor. Bu süreci başka bir aşamaya taşıması, çekilerek ön açması beklenen, istenen Kılıçdaroğlu ise seçimde üstlendiği “dönüştürücü moderatör” tavrının yerine, partiyi ve statükoyu koruma misyonuyla sahne alıyor. Bu haliyle, seçim sırasında Erdoğan ile tam bir kontrast oluşturan farktan vazgeçip, kendi varlığını ve iktidarını “bekâ güvencesi” olarak sunan bir benzerliğe doğru yaklaşıyor.
Kılıçdaroğlu, Sözcü Gazetesi’nden Saygı Öztürk’e verdiği röportajda şunları söylüyor: “CHP’de değişime değil yenilenmeye ihtiyaç var. (…) Yani bizim partimizin ideolojisi belli. Sosyal demokrat partiyiz. Gazi Mustafa Kemal’in ortaya koyduğu bir çizgi, hedef var. Bunun nesini değiştireceksiniz? Bu hedefimiz değişmez. Sosyal demokrat bir partiyiz, altı okumuz var. Bizim altı okumuz belli bunların nesini değiştireceksiniz? (…) Bizler de partililerimizin vatandaşımızın nabzını tutuyoruz. Ben partimi güvenli limana götüreceğimi söyledim. Bunu yapacağım ve yenileşmenin önünde hiçbir engel bırakmayacağım. CHP bu süreçten güçlenerek çıkacaktır.” Bu sözlerle değişimi, değiştirmekten ibaret sayanlardan daha geri bir noktaya çekiliyor Kılıçdaroğlu. Değişmez, değiştirilmesi teklif edilemez bir davanın bekçiliği ve güvenli limana götürecek kaptanlık iddiasında bulunarak, “değişimle” her anlamdaki bağını kopartarak yeni bir “koruma ve kollama” misyonu tarif ediyor. Değişimi, “yenilenme” gibi iyice şekli bir çerçeveye sığıştırıyor. Kabine yenilemeyle rota değişikliği, bekâ davasıyla sağlamlık gösterisi yapan tanıdık tavra biraz benzemiyor mu?
Medyascope yayınlarında defalarca Kılıçdaroğlu faktöründen ve aday seçenekleri arasındaki belirleyici farklardan bahsettim. Erdoğan ile Kılıçdaroğlu arasındaki farkın, -stratejik olarak da taktik olarak da yanlış olduğunu savunduğum- “kazanacak aday” tartışmasındaki yerinden ziyade, “kazanılacak-kazandırılacak olan” açısından anlamından bahsettim. “Başka bir Türkiye” veya “değişim enerjisi” açısından hangi farka veya hangi benzerliklere bakılmasının ne anlama geleceğini tartıştım. Bunları neden söylediğimi, zaten söylerken açıkladığım için tekrar ayrıntısına girmeme gerek yok. Ancak Kılıçdaroğlu’nun adaylığı ile ilgili görüşlerimde, onun vasıflarıyla, özel yetenekleriyle veya ona biçilen “ahlaki üstünlük” iddialarına hemen hiç yer vermediğim gibi, şimdi de yine onun kişisel özelliklerinin takındığı tavırdaki belirleyiciliğiyle fazla ilgili değilim. Aziz üretmek kadar, şeytan yaratmanın da siyasi aktörlerin rollerini tartışmak için fazla subjektif olduğunu ve aslında aynı şeyin iki yüzü olduğunu düşünüyorum. Siyasi tarih, siyasi aktörlerin anlık rollerinden daha çok, -bazen tutarsızlıkta bile- süreklilikleriyle oynadıkları rollerin kayıtlarını tutuyor. En çok da değişim ve değiştirmeme açısından.
Kılıçdaroğlu, pek de uzun olmayan siyasi serüveninin büyük kısmındaki kritik adımları, “iktidarı değiştirmek” önceliğiyle tarif etti. Çoğu yanlışını, çok eleştirilen tercihlerini, bu gerekçeyle açıklamayı denedi. 2014’te MHP’yle, 2015’te AKP’yle, 2018’de İYİP ile, 2019’da HDP’yi dahil ederek ve 2023’te masa stratejisiyle, kendince bu hedefi kovaladığını iddia etti. Çok kez yanlış yaptı çok kez yenildi ama her seferinde aynı gerekçeye dayandırdığı çelişik adımları, bu hedefin bu sefer gerçekleşeceğini umduğunu anlatarak açıkladı. Kendi söylediklerinden, onun hakkında söylenenlerden ve akıl aldığı profilin yeni örneklerinden öğreniyoruz ki; bir arada olması ya da tutulması zor ve belki de gereksiz, saçma bir “çeşitliliği”, bu hedefe ilişkin formüller önerdiklerini düşünerek dinlemiş. Daha önce de olduğu gibi şimdi kimi dinliyor, kim ile yakın bilmiyorum ama verdiği ilk işaretler, önceliğin değiştiğini düşündürüyor. Çünkü “güvenli limana” götürme iddiası veya “yenilenme” hedefi, bir “değişim” ve iktidar stratejisi gibi tınlamıyor. Yok eğer iddia edildiği gibi birden değişecek şartların kendiliğinden açacağı fırsat pencereleri olduğuna inanıyorsa durum daha da fena.