Bugün birlikte iki şarkı dinleyip üzerine düşünelim istiyorum. İlki Orhan Gencebay’ın, 1977 yılında çıkardığı Sarhoşun Biri albümünden, Beni Böyle Sev. Ezberinizde zaten vardır. Ama dinleyin bir kez daha ve size ne hissettirdiğini aklınızın bir ucuna yazmaya çalışın. Kim kimden böyle bir talepte bulunur?
Şarkı çıktığında 12 Mart 1971 muhtırasının üzerinden altı yıl geçmiş. Kente göç, gecekondulaşma hızlandıkça hızlanıyor ve şekil/içerik değiştiriyor. İnsanlar her şeyi ne yaşadıklarını çok da fark etmeden, adını koyamadan yaşayıp tüketiyorlar. Kendileri için herkesin isteyebilecekleri dışında bir şeyler istemek ayıplandığı gibi, ortak bir şeyler için mücadele etmek de suç teşkil etmeye başlamış ne zamandır. “Ben büyümek istiyorum” diyen bir topluma, “hayır çocuk kalacaksın” emri seslendiriliyor en tepelerden. Henüz balyoz indirilmedi kafasına, ama o darbenin de yolda olduğunu hissetmeyen yok gibi.
Bu şarkı için aynı adla klip hükmünde bir film de yapılmış (Oksal Pekmezoğlu 1980’de çekmiş) ve oyuncular arasında Azize Gencebay da var (Azize Hanım’la Orhan Gencebay’ın yolları 1977’de, şarkının yayınlandığı yıl ayrılmış). Ama bence en yakıştığı yer Kartal Tibet’in yönetmenliğini yaptığı, Türkan Şoray ve Bulut Aras’ın başrollerini paylaştığı ve nedense youtube’da kaldırıldığı yere bir türlü geri konmayan Sultan filmi (1978) (Arzu Film şaşırma, sabrımızı taşırma!)… Babasının minibüsünü çalıştıran ve bundan başka bir de yakışıklılığını sermaye olarak kullanan Kemal (Bulut Aras), Sultan’ın (Türkân Şoray) peşine düşmüş, onu aslında basbayağı taciz etmektedir. O esnada “Beni böyle sev, seveceksen” diye çığırır Orhan Gencebay minibüsün teybinden. Aralarındaki gerilim zamanla aşka dönüşür ama Kemal’in, Sultan’ı kendine ve ona duyduğu aşka ikna etmesi için muhtar babasının sağladığı görece zengin hayattan ve çok sevdiği minibüsten vazgeçmesi gerekir. Yani, aşkı “beni böyle sev, seveceksin” tavrını geride bırakıp büyüdüğünde bulur Kemal. Hiç de zorlanmaz. Babasının üç-beş kuruş için bütün mahalleyi müteahhitlere peşkeş çektiğine, kendisinin de arkadaşları olan insanları aileleriyle birlikte oradan gitmeye zorladığına şahit olur çünkü. Sultan’la birlikte tertemiz bir hayata arkadaşlarıyla omuz omuza kuracakları gecekondu mahallesinde başlayacaklardır.
İkinci şarkı 1992’den, ilkinin üzerinden 15 yıl, bir darbe, bir yeni anayasa, ANAP idaresi geçmiş. “Beni böyle sev” diye yakaran arabeskin pabucu dama atılmış gibi görünüyor ama aslında olan bir miktar şekil şemal değiştirmesinden ibaret. Pavyonların adı çıkmış, gazinolar kapanmış, evlerde plakların yerini teypler ve televizyonlar almış. Köyden kente göç devam ediyor ama yeni gecekondu mahalleleri belirmiyor artık. Eskilerinin üzerine kat çıkılıyor. Orhan Gencebay’ın en janti temsilcilerinden biri olan arabeskten, 1990’ların bugün “onun gibisi yok” diye övdüğümüz (valla ben de seviyorum) popuna geçişte sözünü edeceğim şarkıyı da seslendiren Nilüfer’in (tabii bence), özellikle Kayahan’la yaptıkları çalışmaların büyük rolü olmuş. 1992 üniversiteye girdiğim yıl. Müzik zevkim de değişmeye yüz tutmuş. Daha doğrusu kendime yakışan müziği aramaya koyulmuşum nihayet. Çarem Benim o geçiş şarkılarından biri… Ama Kayahan’ın değil, sözü de müziği de Şehrazat’ın, düzenleme Onno Tunç’a ait. Sözleri şöyle yan yana akıtayım aşağıya, ister misiniz? Bazı dizeleri de koyultacağım ki buradan nereye gitmek istediğim iyice ortaya çıksın.
Ezberimde bu şarkılar, ama yıllar geçtikçe dilimi acıtmıyor, duyabilen tek kulağımı da ağrıtmıyor değiller. Talebin büyüklüğüne ve arsızlığına bakar mısınız? Maşuktan —aslında kurban demeliyim— istenenlerin ve ona yüklenenlerin devasalığına ve ulaşılamazlığına ne demeli peki? Her iki şarkı da yalnız aşk değil, herhangi türden bir teması imkânsız kılmak ve o acılı anın hıncıyla, hırsıyla hayat bulmak üzere yazılmış sanki: “Senden öyle bir şey isteyeceğim ki, elinde olsa da veremeyeceksin ve ben böylece seninle yürüyebileceğim yola çıkmamak için gereken mazereti edineceğim. Üstelik bunun suçlusu da sen olacaksın.” Müthiş bir mağduriyet masalı girişi değil mi? Marş olmaz ama “milli şarkı” ilan edebiliriz bu şarkıları.
Aman ha, sözün ne şarkılara ne de yapanlara. Onları, aşırı müşterek bir yerli-milli halet-i ruhiyeyi kavramaya geçişte köprü olarak işlevlendiriyorum sadece. Bu yazıyı yazarken döne döne dinledim, sonra da dinlemeye devam edeceğim ve kendileriyle hesabımı şimdi burada, tam da sizin huzurlarınızda kendimce gördüğüm için dilimi acıtmayacak, kulağımı ağrıtmayacaklar artık. Ne mutlu bana! (Burada gülünecek!)
Şimdi bir egzersiz daha yapalım birlikte. Bildiğimiz, tanığı olduğumuz, bir kısmını ya da hepsini benimsediğimiz veya sırtlandığımız bütün topluluk kimliklerini (böyle dedim ki dil, din, etnisite vs’den ibaret anlaşılmasın dediğim, onlar da var ama onlardan ibaret değil) birer kişilermiş gibi düşünmeye çalışalım. Çoğunuz erkek yapacak o kişiyi biliyorum. Sebebini bana değil kendinize sorun. Neyse… Bu kişi meğer kendisi için yeni bir yerde, yeni bir zamanda, kendisine benzemeyenlerle birlikte yaşamak zorundaymış artık. Belki de arzusu budur, ne bileyim fethe, keşfe falan çıkmış, içine doğduğu yerde daralmıştır. Fakat o da ne, yalnız o değilmiş ki oraya giden, duyan gelmiş ve gelenlerin hepsi üç aşağı beş yukarı kendisine benziyor gene de ondan bir hayli farklı görünüyormuş, sonuçta kimse tam olarak o değilmiş. Yani kahramanımız sonsuz sayıda uyumsuzlukla başa çıkmak ve aynı zamanda benzerleri arasında kaybolmamak durumundaymış bu yerde. Öte yandan bir zamanların çok meşhur dizisi Ezel’de, rahmetli Tuncel Kurtiz’in canlandırdığı Ramiz Dayı’nın sloganlaştırdığı bir dertle hem yanıp hem de tutuşmaktaymış: “Seni yeneceğim İstanbul!” İstanbul, yani hem kendisi, hem diğerleri, hem de İstanbul’un gelmişi, geçmişi, ecdadı, hinterlandı, artık sayın sayabildiğinizi!!!
Georg Simmel (Modern Kültürde Çatışma [Çev: Tanıl Bora, Nazile Kalaycı, Elçin Gen, İletişim Yayınları, 4. Bs, 2006] içindeki Metropol ve Tinsel Hayat [ss: 85-102] başlıklı çok ünlü makalesinde), harika anlatır her toplumun içinden geçtiği bu dönüşüm sürecinin eş zamanlı olarak hem tek tek her birimizde hem geliştirdiğimiz her türlü ortaklıkta yarattığı, o “bıkkınlık verici” diyor ama “hınç ve hırs” kaynağı diye de ilan edebileceğimiz keşmekeşi. Köyde az sayıda uyaranla karşı karşıyayızdır ama bütün uyaranlar doğrudan bizimle ilgilidir, bu nedenle o uyaranlara bigâne kalma hakkımız, şansımız yoktur. Köyü yorucu, yıpratıcı yapan iş yükü kadar bu uyaranlar ve mecbur ettikleri fiillerdir de. İlla ki işin bir ucundan tutacağız ya da o işe yakalanacağızdır. Biri öldüyse bir yakınımız ölmüştür, hastalandıysak bütün kapıları çalabiliriz gibi… Her bir yapıp-ettiğimiz de herkes bizi soyumuzla sopumuzla tanıdığı için sıkı bir teftiş altındadır, hem de her an. Köyde içinde yaşadığımız topluluğun kuralları ile yere çivilenmişizdir adeta ve tanıdıklara tesadüf etme, yakalanma ihtimali ölçüsünde kalabalığızdır. Şehirde uyaranların miktarı neredeyse sonsuzdur. Ama o uyaranlar nadiren doğrudan doğruya bizimle ilgilidir. Hangilerinin bizimle ilgili olduğunu seçme şansımız da olur bu sayede, mesela bir arkadaş grubundan kovulduğumuzda ya da biz onları beğenmediğimizde mutlaka alternatif başka gruplar vardır, yani dışlanma -hayattan kovulma- korkusu da azalır. Kimse bizi soyumuzla sopumuzla tanımaz, yapıp ettiklerimizden hasıl olabilecek ayıp ve günah sade kendi hanemize yazılır, ama herkesin hanesinde bir dolu ayıp olduğundan bu çeteleyi tutan da pek bulunmaz, bu sayede rahatlıkla anonimleşebiliriz, lazımsa aynı şehirde kalarak izimizi kaybettirebiliriz. Yani her koyun kendi bacağından asılır şehirde. Sülalemiz bizden mes’ul değildir hesapta. Buna karşılık şehirde hepimiz yersiz ve yurtsuzuzdur.
Şehirde tanıdıkların gözlerinden kaçabileceğimiz nice başka sokaklar, mahalleler vardır. Sokağımızdaki, mahallemizdeki herkesi tanıma şansımız da, böyle bir merakımız da nadiren olur. Bu sayede deneyimlediğimiz, bizi özgürleştiren anonimleşme hali beraberinde yalnızlığı da getirir. Kaybolmaktan korkmayıp tadını çıkarabilene yalnızlık kadar büyük nimet yok. Ama kaybolmaktan korkanlar için etrafında derlenip toparlanacak şeylere ihtiyaç var. Bulunan o şeyle kurulan ilişki de kaybolma-bulunma, yere çivilenme-anonimleşme hatları arasındaki gerilimi içerecek elbette. Dönelim İstanbul’a (tabii İstanbul çok genişledi şimdi, bütün memleket oldu) ve onu yenmek üzere gelen içi kalabalık, dışı tek kahramanımıza…
Şehre geldiğinde tir tir titremekteymiş, biraz korkudan, biraz heyecandan. Tabii kıçını donduran zemheri soğuğunun da etkisi yok değilmiş bu titremede. Cebindeki kâğıtta yazılı semti sormuş, yolunu vesaitini öğrenmiş gitmiş oraya. Ama daha şehre girdiği andan itibaren burada kaybolmanın ne kadar kolay olduğunu düşünmüş. Gene titremiş, hem korkudan hem kaybolarak bulacağı ihtimallerin verdiği heyecandan. Zemheride vapurun güvertesinde oturacak kadar meraklı olmamalıymış aslında şehre ve denize.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Geçmiş birkaç gün. Bir odası olmuş. Bir işi de olmuş. İş yerinde hemşehrisi olmayan insanlarla tanışmış. Ansızın genişlemiş hayatı. Hayaller kurmaya, kendisi için yeni hikâyeler yazmaya başlamış. Hayatını yeni ihtimallere, karşılaşmalara açık tutmayı arzu ediyormuş; ama bunu yaptığında eksiğinin gediğinin açığa çıkmasından ve yüzüne vurulmasından da korkmuyor değilmiş. Gün geçtikçe içinde büyüyüp duruyormuş “İstanbul’u yenme” arzusu, vuslat haritaları çıkartıp duruyormuş kendi kendine. Bir yandan da denemeler yapıyor, aldığı sonuçlara göre haritasını güncelliyormuş. Denediği kimi yolların manzarası pek bir çirkinmiş ama madem ki herkes o yollardan geçiyormuş, o da geri durmamış. İçinde şüpheler belirmiyor muymuş? Tabii ki… Ama zamanla öyle hızlanmış, öyle hızlanmış ki, durduğu anda yere kapaklanacağını biliyormuş. Bunu kendisine bile itiraf edemediği için kimseye anlatacak hali de yokmuş. Soranlar olduğu zaman en yüksek perdeden bağırıyormuş: “Siz beni aranızda istemiyorsunuz değil mi, beni sevmiyorsunuz, beni beğenmiyorsunuz, o yüzden soruyorsunuz bu soruları…” Saygısını, onayını, hatta aşkını, itaatını, bazen tapınmasını istediği kimi insanlar daha bile açık sözlüymüş, “Sen artık olduğunu söylediğin şey olmaktan çıktın” diye üzerlerine düşeni yapıyor, onu kendine gelmeye çaırıyorlarmış. Oysa, onlara yani yarenlerine dönüp, “asıl hain sizsiniz” diyormuş, “beni yolda bırakıyorsunuz, hor görüyorsunuz, sizin yapamadığınızı ben başardım diye kıskanıyorsunuz…”
Kendi yarattığı dünya yetmiyormuş ona… Ne zaman dünyasını haritada artık kendisinin kıldığı arazinin dışına doğru genişletme girişiminde bulunsa, ezelden beri onda olan ya da yolda edindiği bazı şeylerden vazgeçmek zorunda kalıyormuş. Öyle bir piyasaymış İstanbul, kimse kimseye hiçbir şeyi hediye etmez, ille verdiğinin karşılığında bir şeyler alırmış, pazarlık da çetinmiş ha! Bu yüzden harita üzerindeki yeri gibi aynadaki sureti de giderek kendi gözüne de bir miktar yamuk, çarpık, suçlu, ayıplı, günahlı görünüyormuş. Fakat durursa düşeceğini bildiği gibi, bunu kabullenirse de tökezleyeceğini biliyormuş. Kabullenmek haritadaki arazinin ya da kendi suretinin sorumluluğunu almak demekmiş. İyi de böyle bir muhasebeyi yapacak kaydı kim tutarmış ki?… Hem o kayıtlar ortaya çıkarsa kimin kazanan kimin kaybeden olduğu da karışırmış iyice. O yüzden iyisi mi, suretin sorumluluğunu alma işine hiç bulaşmamalıymış.
Altında ezilerek kaybolmaktansa reddettiği bu mesuliyet biriktikçe suretinin yamukluğu, çarpıklığı, oraya buraya yerleşmiş lekeler vs iyiden iyiye görünürleşiyormuş. Aklına bir fikir gelmiş… Bazı reklamcılarla, propagandacılarla anlaşıp bütün o çarpıklıkları, yamuklukları birer madalya, başarı nişanesi gibi parlatmalarını sağlamış. Bu, her şeyi düzeltecek denli başarılı olacağı zamana kadar yetermiş ona. Öyle düşünmüş yani. Reklamcılar, propagandacılar tam da onun dediğini yapmışlar. Ne kadar kusuru varsa hepsini hasletmiş gibi pazarlamışlar, öyle ki kalabilen bir-iki sahici hasleti de görünmez olmuş. Yaptığı bu hamle kendini ifşa etmekten farksızmış, çünkü bütün kusurları tekrar gizlenemeyecek kadar açığa çıkmış. Ama her şeyi düzeltecek denli güç kazanacağını hayal ettiği o zafer günü de gelmiyormuş bir türlü.
Çünkü gücünün önemlice bir kısmını, onun ve reklamcılarının anlattıkları hikâyeye inanmayı reddeden insanları susturmak için kullanması gerekiyormuş. Herkesin, onun kendini görmek istediği şekilde görmesi için yeni yollar, yordamlar da bulması lazımmış. Bu da ciddi enerji isteyen bir işmiş. Dahası bu amaçla geliştirdiği her bir yol, her bir yordam sureti üzerinde yeni tümsekler, çukurlar ve lekeler oluşturuyormuş. Bu yeni kusurları örtmek için daha çok reklamcı, propagandacı kiralaması ve daha çok bağırması gerekiyormuş. Girmiş işte öyle bir döngüye. Aynaya baktığında gördüklerini başkalarının da gördüğünü biliyor, onlardan da tıpkı kendisi gibi o surete meftun olmalarını istiyormuş. Zamanla neyi niye yaptığını unutmaya başlamış. Tam herkesi susturduğunu ve zaferinin küçük bir kısmını paylaşarak yüzüne onaylayan bir saygıyla bakmaya ikna ettiğini düşündüğü anda, bu defa hiç beklemediği yerden kendi çocukları, torunları arasından birileri çıkıp ona, “hayır, ben artık senin yüzüne bakmak, senin suretini yüzüme maske yapmak istemiyorum” diye bağırıyorlarmış.
Meğer ne de yalnızmış. Yüzüne gülenlerin niye güldüklerini de bilemiyormuş artık. Yalnızlaştıkça içinde bir sesin belirginleştiğini fark etmiş. Giderek daha da yüksek perdeden konuşuyormuş o ses, tıpkı onun başkalarına bağırarak konuşan sesi gibi. İki ses birbirleriyle yarışa girmişler hiç fark etmeden. Ne zaman kendi suretiyle karşılaşsa ya da onun bağırıp çağırmalarına, göz aldatmacalarına kapılmayan birilerine rast gelse içindeki ses uyanıp ona ihtiyaç duyduğu onayı, tanımayı, beğeniyi başka yerde aramasına gerek olmadığını, oturup yalnızca kendi içindeki sesi dinlemesi gerektiğini söylüyormuş. Ona diyormuş ki, “sen üzerine düşeni yaptın. Hem sadece kendin için mi yaptın? Bir davan vardı. İstanbul’u o dava için yendin. Yüzündeki bu izler o davanın izleri…” Ya da o davadan geriye kalabilenler aslında, öyle mi? Tabii böyle düşünmesine asla izin vermiyormuş içindeki ses… “Kimse tutamaz seni, kimseye hesap vermek zorunda değilsin, sakın ha kimseye sana hesap sorabileceği kadar yaklaşma… Öyle duvarlar ör ki etrafına, öyle mesafeler koy ki kalabalıklarla arana, kimse sana erişip hakkında düşündüklerini yüzüne söyleyemesin. Korkut onları, ürküt, birbirleriyle konuşmaktan bile geri dursunlar!”
Arabasıyla yanlış şeride giren sürücünün hikâyesini hatırlatsaymış keşke birileri ona. Korktukları için girişmemişler böyle bir işe. O ve iç sesi aynı anda, “Demek doğru yolda giden bir biziz, geriye kalan herkes yanlış yolda ve bu yüzden düşman bize!” diyerek dikiz aynasında kendi suretlerine bakarak yol almaya devam etmişler. O, ihtiyaç duyduğu onayı, takdiri ve sevgiyi alamadıkça, gördüğü onay, takdir ve sevgi ifadelerinden şüpheye düştükçe iyice belirginleşen ve nihayet dış sesinin de yerini alan iç sesi yeni hikâyeler yazmaya başlamış bu aşamadan sonra: “En doğru, en düzgün, en güçlü, en sahici olan ben olduğum için yalan dünyanın geriye kalanı bana düşmanlıkta birleşti, ortaklaşa komplolar kurdu.”
Şimdi hikâyenin tam burasındayız ama bu hikâyenin yalnız tek bir kahramanı olduğunu düşünmüyorsunuzdur herhalde. Topluca edindiğimiz küçüklü büyüklü bütün kimlikler bu hikâyenin şu ya da bu yerindeler. Arazisi en büyük ve sureti en görünür olanlar sona da en yaklaşmış bulunanlar. Her biri de gayet farkında içinden geçtikleri hikâyenin. Ama tabii bu, hikâyeyi yarım bırakıp başa dönecekleri anlamına gelmiyor. Çünkü ne dönülecek bir yer bıraktılar ne gidilecek, ne de yoldaşları var artık. Tarlaları sattılar, gecekonduları müteahhitlere verdiler dönülecek yerler öyle gitti. Aynı yolu birlikte yürüdükleri herkese çeşitli türden kazıklar attılar. Aklı başında, güvenilir yoldaşları da kalmadı. Ama daha önemlisi “İstanbul’u yendiler” gerçekten… Kendi suretleriyle birlikte haritayı da okunmaz, bakılmaz, yol göstermez hale getirdiler. Gidecek yerleri de böyle bitti… Hikâyenin tam burasında her birinin hem kendi içlerinde hem birbirleri arasında baş gösteren gerilimin sebebi de bu yoklukmuş gibi görünüyor. Düşünün, her şeyiniz var, ama hiç kimseniz, dönecek ya da gidecek bir yeriniz yok… İşte öyle bir durum.
Koro halinde her şeyin başladığı yerdeki şarkılarını söylüyorlar bize. “Beni böyle sev, seveceksen” diyorlar. Bizden onları “amasız fakatsız,” “tatava”sız, “oldukları gibi” kabul etmemizi, onlara böylece “çare” olmamızı istiyorlar. Olsa olsa akıl-baliğ olmamış bir çocuk için anasından-babasından, kendisinin de değil bir aile terapistinin, ebeveyn koçunun ya da çok bilmiş bir arkadaşın dileneceği türden imkânsız bir sevgi türü talep ediyorlar… Koşulsuz sevgi! Kimlik piyasalarımızda ahval budur…
Fakat, bütün bu hikâyeden, “mevzu aslında köyden kente göçmüş, modernleşememizmiş” sonucu çıkarırsanız da çok bozulurum. Ne yani anamızın karnında mı kalaydık? Tabii ki çıkacaktık o yola. Mevzu o değil. Fakat bu masal o yolun herhangi bir yerinde değil, herkesin tek tek inkâr ede ede biriktirdiği sorumlukların, müşterek gelecek suretinde karşımıza çıktığı çok çetin bir kavşakta geçiyor. Çocuklar ana-babalarına, dedelerine ve ecdatlarına bu sebeple isyan ediyor. Herkes gayet iyi biliyor bu kavşaktaki yerinin neresi olduğunu. Kimin komplo teorisi en kalabalıksa vebalin en büyüğü onda. Sesi en çok çıkan, en çok bağıran kimse, hırsızların en yavuzu o. Kim ki “olduğu gibi” sevilmek, tanınmak, itibar görmek ve itaat edilmek istiyor, gerçekte olduğu şeyin sevilmeye, tanınmaya, itibar görmeye ve yarenlik edilmeye değmediğini en iyi bilen de gene o… Vesselam!