“Şehirler mitlerinden ayrı düşünülemez: Kudüs dünyanın ‘mitik’ merkezi değilse nedir? Yunan ve Levanten efsaneleri olmadan İskenderiye nedir? Kavafis ya da Durrell olmadan tecrübe edilebilir mi? Peki ya New York? Roma? Paris? Bir yerin hakikati, o yer hakkında anlatılan hikâyelerden ve tarihlerden başka nedir?”
Elias Khoury, “The Memory of the City”, Grand Street, Sonbahar 1995, No: 54
İki günlüğüne Talas’a gittim, hani şu Türklerin Müslüman oluşlarına vesile olan savaşın gerçekleştiği bölgeye. Hem o bölgenin, hem Türklerin, hem de Müslümanların tarihinde bir dönüm noktası olarak anlatılır. Aslında daha çok Türkler böyle anlatırlar o çatışmayı. Savaş meydanı tam olarak gittiğim yerde değil. Kazakistan sınırları içinde kalmış. Adını sakinlerinden izin almadığım için vermek istemediğim bir yerde su pınarlarının (bulak) kaynadığı bir vadiye gittik ve vadinin gönüllü koruyucularının konuğu olduk. Elektriğin olmadığı, internetin de bir minnacık çubuk suretinde arada bir belirdiği bu yerde vadinin ve bulakların hikâyesini dinlerken aklım 1 Mayıs’ta ve Taksim’deydi. Bozdoğan Kemeri’nin altında şehri gerçek sakinlerine kapatan polislerin fotoğrafını gördüğüm andan itibaren endişe içindeydim çünkü. Ertesi gün, ev sahiplerimiz arabayla Talas Çarşısı’na gideceklerini, istersem onlara katılabileceğimi söylediler. Ayıp değil ya, birkaç haber okuyabilmek için atladım ben de arabaya. Gazeteci arkadaşım Murat Utku aradı çarşıda dolaşırken. Yıllar önce, Beyoğlu’nun muhafazakâr sermaye ve siyaset tarafından “fethi” hakkında konuşmuştuk onunla. Dedi ki, “konuşsak mı tekrar 1 Mayıs vesilesiyle bu mevzuyu. Fetih tamama erdi mi sence?” İlk sohbetin konusu Beyoğlu’ndan masa-sandalyelerin kaldırılmasıydı. İçki içen insanların sokaklarda görünür olmasını istemiyordu muhafazakâr belediye. 31 Mart’taki seçimde Beyoğlu nihayet, yıllardır üzerini para yeşili bir çarşafla örtmeye uğraşan o yerel yönetim anlayışından kurtuldu (en azından öyle umuyoruz diyeyim de, ilerde arıza çıkarsa sığınacak kapım olsun).
Seçimden bir ay sonra 1 Mayıs çekişmesi var yine. Ana muhalefet partisi Saraçhane’ye bile çıkamadan terk etti meydanı. Şimdi, muhalefet meydana çıkamayınca o fetih tamamlanmış oldu mu? Nasıl okumalı mevcut durumu? Murat’la konuşmadık bu mevzuyu ama soruyu öyle bir yerde sordu ki fetih ne, hafıza nasıl bir şey, mekân ne menem bir yaratık dönüp durdu kafamda. Bulaklardan içtiğim suların da etkisidir belki… (Şaka şaka, bildiğiniz su işte.)
Geri döndük, yer sofrasında beş parmak çorbası (erişte çorbası) içerken bulakların hikâyesini dinledik ev sahiplerimizden. Sovyetler döneminde burası piknik alanı olarak kullanılmış. İnsanlar gelir, yer içer, temizliğine de pek özen göstermez giderlermiş. Sovyetler öncesinde bu yerin “ulu” olduğuna dair yazılı bir kayıt yok aslında. Yaklaşık 20 yıl kadar önce, henüz 20’lerindeki bir evladını kaybeden bir kadıncağız, uzun yıllar boyu süren yas döneminin sonuna doğru burayı rüyasında görmüş ve gelip temizlemeye başlamış. Orada zaman geçirdikçe başka rüyalar da görmüş. Rüya gördükçe temizlemeye devam etmiş. İnsanlar gelip ona yardım etmeye başlamışlar. O rüyalarında gördüklerini anlatmış gelenlere. Bulakların yüzü gözü açılmış böylece. Görseniz tek bir çöp tanesi yok etraflarında. Küçücük bir kulübe varmış yakında. Onun yanına derme çatma kulübeler yapmaya başlamışlar. Kimse hiçbir şeyin sahibi değil. Canı isteyen, ihtiyaç duyan gelip kalıyor. Suyun ve bu civarın şifalı olduğuna inanıyor insanlar. Kalırken yapılan işlere de el atıveriyorlar. Yanlarında getirdikleri yiyecekleri başkalarıyla paylaşıyorlar. Sadece iki gün kaldım ama her dinin mü’minini gördüm orada. Herkes kendi dinince ve dilince ediyor duasını, kendi halince dokunuyor bulağın suyuna, taşlarına, ağaçlara.
Hikâyeyi dinlemesem, yalnızca insanları gözlemleyerek buranın ezelden beri bir ziyaretgâh olduğuna kanaat getirebilirim. Hikâyeyi dinledim, ama gene de hiç şüphem yok böyle olduğundan. Yüz yıl önce de, belki yüzyıllar boyunca burada hep böyle yaşadı insanlar, burayı hep böyle gördüler. Kimsenin birbirine hikâye ya da bilgi aktarması da gerekmiyordu. Çünkü adabı öğreten yerdir, insan değil. Yani elbette adap insan işidir ve insan içindir, ama çoğu zaman bir yerin adabını biz herhangi birinden değil, bizzat yerin kendisinden öğreniriz eğer o adaba kendimizi özellikle kapatmamışsak. Bir yer ancak adabını, yani hafızasını geçirebildiği müddetçe var olur. Kendimizi adabına kapattığımız yerin yerlisi olamayız. Çok mu mistikleştirdim yer meselesini? Daha bile ileri gidebilirim inanın. Mesela diyebilirim ki, bir yerin hafızasını, adabını o yeri alt üst edip üzerine göğü delen yapılar inşa ederek de silemezsiniz. O yeri ve adabını görünmez kılmak üzere yaptığınız her iş, hem o yeri hem de adabını eskisinden bile güçlü bir şekilde çağırır, çağrıştırır.
Taksim de öyle bir yer işte. O meydana çıkan her sokağın, her caddenin kendince bir hafızası ve adabı var. Adabı yalnız görgü, terbiye, usul bilgisi anlamında kullanmadığım sanıyorum ki çoktan anlaşılmıştır. Aslında hikâyedir, özgeçmiştir adap; davranış o hikâyenin hal diliyle yeniden ve yeniden anlatılmasıdır. 1977’den beri 1 Mayıs yalnızca “işçi bayramı” değil aynı zamanda bir yas ve hesap sorma günüdür. Sorulmayan, verilmeyen, görülmeyen her hesap kuşaktan kuşağa devredilir. Taksim bayramın ve yasın sarmaş dolaş olduğu zihinlere ve bedenlere her yasaklandığında, hafıza tazelenir; fiil tekrarlanır, fail yeniden bedenlenir. Görünürde günün galibi yasağı koyarak yası/bayramı sekteye uğratandır. Gerçekte o yerin adabına temel olan öykü bir kez daha yaşanmış, kamu-alemin vicdanında roller bir kez daha dağıtılmıştır. Günün galibi, vaktin kaybedenidir. O gün zaferini işaretlemek için oraya yerleştirdiği her nesne, geride/hafızada bıraktığı her görüntü, çıkardığı her ses hızla geçen günün bağlandığı vakitte bir yenilgi anıtına dönüşecektir.
AKM’nin yerine yapılan yeni opera binası da, Taksim’in fethini işaret etmek üzere inşa edilen “cami heykeli” de (camiler ibadet için yapılır, girişilen siyasi ve ticari mücadelenin aracı olsun diye yapılan yerlere cami demek ibadethanelere haksızlık olur) günler geçip vakte bağlandıkça aynı yenilginin işaretlerine dönüşürler. Çünkü mekânın kestiği ceza, hiçbir yargınınkine benzemez. Yerleştiğinizden kat’a şüphe duymadığınız, “hah tamam, bitti işte, denizden de gemileri yürüttüm, tamam oldu benim hikâyem” dediğiniz anda size eğretiliğinizi hatırlatıverir hem de kendi eyleminizle. Taksim’in 1 Mayıs’a kapatılması tam olarak bu türlü bir hatırlatıştır. ‘Sen ki bu meydanın hafızasıyla ve adabıyla barışmıyorsun, istediğin kadar yüklen bana, çöreklen her bir kaldırım taşıma, bak ahali bana gelmesin diye her köşe başına diktiğin binlerce polisin her birinin burada senin iktidarına bekçilik etmek için teptiği yolların toplamı kadar uzaksın bana sahip olmaktan.’
Taksim’den Beyoğlu’na, Beyrut üzerinden
Bu kadarla bitmiyor ki… Bir de Beyoğlu’nun geçmişi ve geleceği var… Beyoğlu diyorsam işte anlayın, İstiklal Caddesi ve civarını kastediyorum. O yerin adabını, hafızasını ve hepimizi meşgul eden istikbalini yani…
Seneler seneler önce Kasımpaşa’da bir esnaf lokantasında sohbet ettiğim bir adam demişti ki, “Reis bir zaman mini mini hanımlara, janti giyimli beylere ait olan Beyoğlu’nu onlardan aldı bize verdi, niye sevmeyelim onu?” Sesimi çıkartmamıştım. Dememiştim yani, “Siz onun umurunda bile değilsiniz, ama bu duyguya sahip olmanızı umursuyor, sizin bu duygunuzdur onun arabasının yakıtı.” Nitekim o adamcağızın nice zamandır Beyoğlu’na çıkabildiğini sanmıyorum. Orada açılan nargile kafelere, kebapçılara gidip zaman geçirmiyordur. Kasımpaşa’da tutunabildiğinden bile emin değilim. Gücü yetmemiştir orada kalmaya, kiracıydı çünkü. Tarlabaşı yıkıldı diye çok seviniyordu. Orayı “günah yuvası” olarak görüyordu, evinin, mahallesinin sürekliliğini, selametini ve hatta “marka değeri”ni Tarlabaşı’na borçlu olduğunu söylesem inanmazdı ki. Muhtemelen deli muhalifin teki olduğum kanaatine sığınır duymazlıktan gelirdi. Çok oldu böyle şeyler nice mahallelerde.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ne oldu peki? Şehrin orta yerinde açık bir yara gibi kaldı Tarlabaşı… Kimbilir nerelere varmıştır kiralar Kasımpaşa’da? Yıkan yıktığıyla kaldı, yalnız başına iş almakla yetinse iyiydi, birikmiş onca ahı ve vebali de üstlendi. Tarlabaşı’nda daha evvelden işlenmiş ne kadar suç, ne kadar günah varsa hepsi yenilendi, failler o yıkımı yapanlarda bedenlendi.
Elias Khoury’nin yazının en başında ilk paragrafını alıntıladığım kısacık makalesi Beyrut’un 1990’lardaki halini anlatıyor. İç savaşın ardından kendini toplamaya çalışmaktadır şehir ama ayrışma o kadar kuvvetlidir ki hiç de kolay bir iş olmayacaktır bu. Bir yandan sermaye baskısı, bir yandan hayatın yeniden bir akışa kavuştuğuna inanma aceleciliği derken işler çığrından çıkar. Khoury’nin Beyrut’a olanlar hakkında yazdıklarını ta iliklerimde hissettim. Bir yandan da İstanbul’da, aslında Türkiye’nin hiçbir yerinde oradakine benzer bir iç savaş yaşanmadığına ikna etmeye çalışıyordum kendimi.
“Beyrut (artık) belli belirsiz bir gölge, toplumsal etkileşimin değil, emlak spekülatörlerinin belirlediği bir muhit. Esas sakinleri marjinalleştirildi, kendi hayatlarını şekillendiren kararlara katılma hakları ellerinden alındı. Güncel hafızanın yok edilmesi, kültür ile yaşanmış deneyim arasındaki ilişkide bir kırılmaya yol açtı. Kültür, medya aracılığıyla yayılan ötekileştirme ve baskı için sadece bir araçtan ibaret. Birey ile kendi imgesi arasında bir perde görevi görüyor. (Çünkü) kültür zamanı/vakti temsil etme yetisini yitirdiğinde, aydınlanmanın değil, çöküşün kaynağı haline gelir.
…Beyrut’taki entelektüel çöpleşme sadece yurttaşların belleklerinde delikler açmakla kalmadı, aynı zamanda birey ile fiziksel çevresi arasında da bir bariyer oluşturdu. Askeri ve psikolojik diktatörlüğün kök salabileceği verimli bir zemin yarattı.
Birey bugünüyle ve geçmişiyle özdeşleşemediğinde, fiziksel alanı yok edildiğinde ve mülkiyeti elinden alındığında, temsil kültürü bir tüketim kültürüne dönüştüğünde, kent çöpleşir ve yoksullaşma, tahakküm ve yıkıma götüren küresel hareketin bir unsuru haline gelir.”
Khoury Beyrut için ne diyorsa o oldu Beyoğlu’nda… Oysa görünürde biz bir iç savaş falan da yaşamadık.
Yerel seçimden sonra Beyoğlu için de bir telaş başladı yeniden. “Acep eskisi gibi olur mu?” Muhafazakârlar galebe çalmadan önceki gibi yani. Hayal edebildiğimiz eski bundan ibaretse, müsaadenizle olmasa da olur demekle yetineceğim. Daha fazlasını hayal edemiyorsak biz de çok şey etmeyelim yani. Beni asıl heyecanlandıran Tarlabaşı ve Beyoğlu’nun el ele soracakları hesap. Talas’taki bulaklardan içtiğim suların etkisi altındayımdır belki hâlâ. Ama ben Beyoğlu’nun ve tabii asıl Tarlabaşı’nın ona adabını, hikâyesini unutturmak için onca uğraş verenlere kendisini hangi yollarla hatırlatacağını, onlardan geriye kalan işaretleri neye, nasıl dönüştüreceğini daha çok merak ediyorum.
Elbette çok sürmez gene buluşma yeri olur Beyoğlu, hava değişince dükkânlar da değişir. İstiklal gene her türlü sesin birbirinde yankılandığı bir vadiye dönüşür. Evladının yasını bulakların etrafını temizleyip gördüğü rüyaları anlatarak tutan teyzenin yaptığı gibi biz de hikâyelerimizi ve rüyalarımızı, kaybettiklerimizi ve bulduklarımızı anlataraktan çağırırız ruhları imdada. Kiminin belası kimine şifa olur yine orada. Boş durmaz Beyoğlu da, adabını, hikâyesini yeniler. Günün zafer takları, vaktin ibreti olur. Çünkü öbür türlüsü mümkün değil. Çünkü öbür türlüsü adil değil!