Ayşe Çavdar yazdı: Bir “siyasi deha”nın sınırları

Yemin ederim yalnız yumuşamak sözcüğünden değil, bu kelimeyi andıran her türlü sözden ve nesneden tiksindim iki aydır. Her tartışmaya kıyın kıyın giriyor ya bu laf, ifrit oluyorum. Hazret yumuşar mı, yumuşatır mı? Hayatımızda ne olsa, mevzu bu kelimenin işaret ettiği bir beklentiye dayanıyor. Korkarım gelecek haftaki dizilerin başlıca gündemi de bu olacak. Bırakın papatyaları, bebelerin bezlerde bıraktıkları izlerden fal tutacak kimileri. Yumuşar mı, yumuşamaz mı? Şöyle dedi, demek ki yumuşuyor, böyle dedi, bak vazgeçti gene yumuşamaktan… Eminim oralarda bir yerde bu işin sonu ne olur diye istihareye yatanlar da az değildir. 

Bu ayarsız beklentinin kaynağı yerel seçimlerde iktidar partilerinin kaydettikleri büyük yenilgi. Vallahi de büyük yenilgi, billahi de büyük yenilgi. Boşverin Cumhur İttifakı’nın toplam oyu mavrasını. Sevenlerin de sevmeyenlerin de “siyasi deha”sına toz kondurmadıkları şahsın herkesten iyi bildiği objektif koşullara bakalım: Devletin bütün kaynaklarıyla, kurallarını yonta yonta kendi şeklini verdiğin bir yarışta, her türlü araçla rakiplerini konuşamaz kılarak, olmadı birbirine düşürerek yarışacaksın; ama bütün büyük şehirleri, bir kısım küçükleri ve hatta tapulu malın bilip kaynaklarını ele-yabana okuttuğun kasabaları, köyleri, tam da bu nedenle kaybedeceksin. 20 yıllık iktidar oyununun sonunda, oldu bitti devletin iktidarında kimi görüyorsa ona oy vermiş bir transit coğrafyaya sıkışacaksın. Akledenler için bu apaçık bir yenilgidir. Haber göklerden değil, nicedir çalkalanmakta olan zeminden gelmektedir.  

İnsan düşünmeden edemiyor. Şu son birkaç seçim eşit ve adil koşullarda olsaydı acaba sonuçlar nasıl olurdu? Durun durun, şimdi başlamayalım. Bu şekil düşünmenin henüz bir yararı yok. Sorular aklımızda olsun, ilerde yöneltiriz muhataplarına. O muhataplar ki çaresizlikten, çoğu zaman ellerimiz yana yana oy verdiklerimizdir. Haklarında konuşmak suretiyle kendilerine payeler biçtiklerimizdir. Onlara deriz ki, memleket ahval ve şeraiti o karanlığa doğru giderken siz ne yaptınız? Eliniz armut mu topluyordu? Birbirinizle uğraşmaktan memleket işleriyle uğraşamayacak haldeydiniz çoğu zaman. E bu da hesabı verilmesi gereken hallerdendir, hele bir anlatın neydi derdiniz? Ama var daha bunlara zaman. Şu alacakaranlık dağılır gibi olsun da Allah’ın izniyle. Kuytulara çekilmekle de kurtulamayacaklar bu sorulardan. 

Dönelim yumuşamaya. Bana kalırsa bu tartışmanın müellifi seçim öncesindeki kimi açıklamalarıyla İBB Başkanı ve yeni CHP’nin başlıca mimarlarından Ekrem İmamoğlu. En az iki konuşmasında, “Erdoğan yerel seçimi büyük farkla kaybederse iyiden iyiye öngörülemez birine dönüşmez mi?” endişesine, “hiç de öyle bir şey olmaz, aksine siyasetini gözden geçirme fırsatı bulur” minvalinde cevap verdiğini hatırlıyorum. Minvalinde diyorum, çünkü tam olarak hangi konuşmalarda bu imada bulunduğunu arasam da bulamadım. Ancak kastettiği, şimdi konuşulduğu gibi genel bir “yumuşama” değil, İBB Meclisi’ndeki Cumhur İttifakı çoğunluğunu kullanarak belediyenin kimi projelerini yapılamaz kılmasıydı. Zira hem Erdoğan hem de partisinin temsilcileri, İstanbul ahalisine açık açık parmak sallamış, “oy yoksa, hizmet de yok” demeye getirmişlerdi. İBB Meclisi’nde çoğunluk artık yerel iktidarın. Ancak büyük projelerin finansal kaynakları için hâlâ Cumhurbaşkanı’nın imzası gerekiyor. Bu bağlamda bir “yumuşama” olup olmayacağını birkaç hafta içinde görmeye başlarız zannediyorum. 

Ardından seçim gecesi yapılan konuşmaları hatırlıyorum. Herkes acaba nasıl bir balkon konuşması yapacak, dili ne söylerken yüzü ne diyecek diye merak ediyordu. Kimsenin ondan beklemediği ölçülülükte bir konuşma yaptı. Artık ne bekliyorlardı Allah bilir, pek çoklarının içine su serpildi. Öyle olunca, konuşmasında, onca “emek”le kurduğu seçim düzeneğinin, bu denli büyük bir yenilgiyle sona ermesinin acısını Kürtlerden çıkaracağı izlenimi yaratan işaretler vermesinin üzerinde pek çokları durmadı. Van’da bunun ilk denemesi yapıldı nitekim. Arkasının geleceğinden kimsenin şüphesi yok. Aradan neredeyse bir buçuk ay geçti. Orada burada, daha çok bürokratik işgüzarlık gibi görünen ataklar ve nabız yoklamalar dışında bir şey olmadı. Çünkü henüz bir yol haritası çizmedi kendine Erdoğan. Yani yerel seçimde aldığı yenilgiyi henüz yönetmeye başlamadı. 

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, kendisinden beklentinin epey üzerinde bir grafik çiziyor. 1 Mayıs’ta Saraçhane’ye bile giremeden, muhtemelen ertesi gün Erdoğan’la yapacağı görüşmeyi riske atmamak için meydanı bırakması, çok geçmeden makamında AKP’li bir trolü ağırlaması gibi vaziyetler performansına hayli gölge düşürse de şimdilik hoşgörülüyor. Belli ki “yumuşama” sözünden o da haz etmiyor ve bu nedenle “normalleşme” kelimesini tercih ediyor. Bu normalleşmenin başlıca, hatta kurucu aktörü olmak gibi bir derdi de olduğu anlaşılıyor. Zararı var mı yok mu zamanla göreceğiz.  

Elimizde iki kelime var yani birbirinin yerine kullanılan. “Yumuşama” ve “normalleşme.” İktidar partisinin büyük ortağıyla arasındaki zorlu denge oyunu dikkate alındığında, aslında bir süreci değil içinde bulunulan durumu tarif ediyor bu iki kelime: Alabildiğine sert ve her açıdan anormal, yani istisnai bir dönem tecrübe ettik ve ediyoruz. Bu anormalliğin ve sertliğin müsebbipleri, aktörleri kimdi? Niye arzu ettiler böyle bir dönemi? Şimdi tam da o sertlik ve olağanüstülük gölgesinde serpilmiş onca “kanaat üreticisi” niye yumuşamadan söz ediyorlar? Ortam yumuşasın ki yeni bir anayasa yapılsın. Niye yapılacak o anayasa? Allah bilir! Başka işleri yok herhalde! 

Yazdıklarını, söylediklerini toplayıp çıkarınca şöyle bir mesaj kompozisyonu çıkıyor ortaya: “Siz şu anayasa mevzuunda işbirlikçi olun ki, haksız yere rehin tutulan arkadaşlarınız serbest kalsın, belediyelerin projeleri için ihtiyaç duyulan imzalar atılsın. Hem sizin işiniz görülsün hem bu iktidarın ömrü uzasın. Zira bu iktidar yoksa biz de olmayacağız gibi görünüyor.”

İktidar yanlıları söyler böyle şeyler. Niye söylemesinler? Canlarının her istediğini söyleme imtiyazına sahipler en nihayetinde. Benim anlamadığım muhalefet tarafında görünüp de bu “yumuşama” şeysini ciddiye alanların vaziyeti. Bilmiyorum ki sularına bir şey mi katılıyor? Unutma hapı falan yutturuluyordur belki kendilerine. Yoksa, şu son 20 yılın imbiğinden damlayan başlıca iki paradoksu gözden kaçırırlar mıydı hiç?  

Yumuşamasını ya da normalleşmesini beklediğimiz şahıs, ne zaman kendi iktidarıyla kamusal çıkar/iyilik/yarar arasında bir seçim yapması gerekse, kendi iktidarını seçti uzun siyasi kariyerinde (hepsi böyle yapıyor deyip geçmeyin, dahası var). Seçmenlerini, kendi yararlarına olanı onun iktidarına kurban etmeye ikna için türlü çeşit yollar buldu her seferinde. Bulduğu yollar arasında en önemlisi de, her biri, birer kurban ritüelini andırmaya başlayan seçim süreçlerini kendinden yana yontmaktı. “Yumuşama” beklentisi olan muhalifler, bir yolunu bulup onun ne kadar iyi ve becerikli bir lider olduğunu her vurguladıklarında onun şahsiyetinin yanı sıra, iktidarda kalmak için başvurduğu bu iki temel tercihi ve tekniği onaylıyorlar. ‘Tabii ya… Her seferinde kazanan olmayı başardı ya… Biz ona bakalım! Şimdi de iktidarda kalmanın bir yolu olarak yumuşayacak! Nihayet sözümüze geldi yani!’ O yumuşadığında unutacak mıyız kaç yıldır mahkûm edildiğimiz cendereyi? Kendimize saygımıza ne olacak peki o zaman? Her şeyi bir tarafa bıraktım, onun yolundan gitmek isteyenleri nasıl durduracağız? 

Başka bir yerden bakalım. Hani onu sevenler “kendisi iyi çevresi kötü” diye zikredip duruyorlar ya. Onun aldığı yerel seçim yenilgisinin sonunda, takkesini önüne koyup artık yumuşama vakti geldi diye düşünebileceği evhamına kapılanlar da bu cümlenin tarif ettiği formülü tekrarlıyorlar: “Ah ba(ğ)zı ortaklarından kurtulmanın bir yolunu bulabilse.” Oysa, o gücünün doruğuna ulaştığından beri başvurulan bu tesbihat o hariç herkesin bedel ödediği ağırlıkta bir güçsüzlüğe, hatta tuzağa düşürülmüşlüğe işaret ediyor. Zira bu söz bir uçta “En güçlü olduğu için onunla kavga edemeyiz, ama etrafındakilerle görülecek hesaplarımız var. Çünkü biz onlardan daha iyiyiz, oldukları yere biz yerleşmeliyiz” manasını taşıyor. Yani iltifatmış gibi duran bu söz, bahse konu “siyaset dehası”nın kendisini, birbirlerine kötü gözle bakanların çatışmalarından mürekkep bir yangın yerine hapsettiği imasını taşıyor. Diğer uçta ise: “O halimizi bilse hiç elimizden tutmaz mıydı, ama işte çevresindeki kötü adamlar yüzünden duymuyor sesimizi” anlamına geliyor. Bu halde de bu tesbih, aynı “siyaset dehası”nın, kendini çevresindeki kötülüğün ötesine geçip hakikati duyamayacak kadar biçareleştirdiğine dalalet ediyor.*  

Her iki uçta ve o iki ucun arasındaki tüm ihtimallerde, onu müttefiklerinden/çevresinden farklı, ama onlara bağımlı; hatta onların tutsağı olarak tarif ediyor bu alelacayip “sevgi sözü.” Partili cumhurbaşkanı olma yolunda kendinden emin adımlarla ilerlediği, devletin tek sahibi/yüzü olmaya başladığı dönemde kurulmaya başlandı bu cümle. En yakınındakiler, ona ve kendilerine yakıştıramadıkları işler yaptıklarında “devlet aklı” diye sayıklayıp duruyorlardı pozisyonlarını açıklamak için. Etrafındakilerin bu kelimeyi o kadar çok tekrarlanmasının bile, bir işaret olduğuna uyanmadı. Siyasi dehası harekete geçse “kendisi iyi, çevresi kötü” cümlesinin, kendisine düzülmüş bir övgü değil, uyarı olduğunu da anlardı. Hayır hayır, çevresindekilere karşı uyarmıyordu bu söz onu. Elde ettiği devletlû pozisyonunun onu nasıl biçareleştirdiğini, yani kaçınılmaz sonun yola çıktığını vurguluyordu. Yalnız kendini değil, memleketi de içinden çıkılması zor bir güç paradoksuna sokmuştu “devlet aklı”nı kuşanarak. 

Böyle bakınca, bugün Erdoğan’ın yumuşamasından ya da normalleşmesinden hem kendileri hem memleket için medet umanların, onun içinde bulunduğu durumu, onu “kendisi iyi, çevresi kötü” tesbihini ikrar ederek sevenler kadar bile kavrayamadıkları anlaşılıyor. 

İkinci mühim mesele de şu: Erdoğan defalarca değişti. Fakat en radikal iki dönüşümü onu iki zıt istikamete soktu. İlk gömlek değiştirdiğinde yanıldığını söylemişti. “Milli Görüş”tü onu yanıltan. İkincisinde “kandırıldım” dedi ve sesini iyice kısarak milletten af diledi. Bu defa Fethullahçıları kastediyordu. İlkinde henüz iktidara yürüyordu. İkincisinde ne onun ne siyasetinin bir alternatifi vardı, yani sarsılsa da henüz iktidarını yitirmesi söz konusu değildi (rakiplerinin feraset eksikliği sayesinde). Hal böyleyken, yani ortada bir sebep yokken, olası bütün iktidar alternatiflerini ortadan kaldırabilmek için sahip olduğu gücü, ustası olduğu söylenen siyasetin alanını daraltmak, oyuncuları olur olmaz sebeplerle rehin almak, yani aktörleri bertaraf etmek için kullandı. Bunu yalnız rakiplerine değil, kendi partisine, yol arkadaşlarına da yaptı. Eğer kendi “deha”sına güvenseydi, tahtayı kırmak yerine oyununu oynardı. Fakat oyun tahtasını  öyle bir kırdı ve oyunun kurallarını o kadar bozdu ki, ne yeni takım arkadaşı ne rakip bulabilir artık kendine. Özgür Özel’in ziyaretinden sonra, onu kabul ettiği odadaki “boş koltuk”tan doğan krizi oracıkta bitirmek için CHP genel merkezini ziyaret etme hamlesini düşünün mesela. Özel’in “normalleşme” kelimesini icat etmesinin zemini bu hamle. Aman tanrım ne büyük bir değişiklik bu. Sonuçta demokratik olmasa da seçimle yönetilen bir ülkede iktidardaki partinin genel başkanı, ana muhalefetteki partinin genel başkanını genel merkezinde ziyaret edecek. Biz de günlerce bunu konuşacağız! Peki bu bizim eksikliğimiz mi, işleri buralara sürükleyen “siyasi deha”nın eksikliği mi? 

Yazarken yazarken buldum nihayet “yumuşama” ve “normalleşme” bahislerinin niye bu kadar sinirlerimi zıplattığını. Kendimizden, hayattan, memleketten beklentimizin ne kadar düştüğünü gösteriyor bu iki söylem de. Ayrıca, oylarımızla kendilerine güç verdiğimiz insanların zihinlerinin ve iktidar projelerinin ne kadar güdük olduğunu görmek can sıkıcı, şevk kırıcı, biraz da mide bulandırıcı. Niye ya hu? Şu iktidara bunca yıl, siyasi partiler teslim olduklarında bile direnmiş nice kalabalıklar var bu ülkede. Beğenmeyen kızına/oğluna almasın tamam, ama direnmişler işte, iktidardaki ittifakı ana muhalefetle ilişkilenmeye mecbur eden gücün kaynağı o direnç! Ne olur yani partili siyaset de artık değişimin öznesi olarak iktidar ortaklarını/seçmenlerini/yandaşlarını/sözcülerini/gözcülerini değil de, sonuçta o “siyasi deha”ya bu büyük yenilgiyi direnciyle hediye etmiş seçmenlerini görse… Cidden… Kıyamet mi kopar? 


* Erdoğan için “Kendisi iyi çevresi kötü” manasına gelebilecek cümleleri ilk kez, 7 Haziran 2015 seçimlerinden hemen önce AKP’lilerden değil, MHP’lilerden duymuştum. O esnada Bahçeli, olabilecek en şekilde muhalefet ediyordu Erdoğan’a. Bir haber için ziyaret ettiğim MHP ilçe teşkilatlarında ve seçim bürolarında ise yöneticiler ve partililer, “Erdoğan çok iyi bir lider ama yanlış bir partiye liderlik ediyor, bir arada olsak yüzde 80’le iktidar oluruz” diyorlardı. Aralarından kimileri, henüz sonucu görmedikleri halde MHP ile AKP arasında ittifak yapılacağını da söylüyordu. Bunu nereden çıkarıyorsunuz diye sorduğum kimi partililer, araya önemli kişilerin girdiğini vs de söylemişti. Erdoğan ve Bahçeli arasındaki gerilim bitse de, MHP ve AKP arasındaki gerilim hiç bitmedi. AKP’liler MHP’yi, MHP’liler AKP’yi “kendisi iyi, çevresi kötü” cümlesindeki “kötü çevre” olarak gördüler, görüyorlar. Mevcut ittifak sona erdiği anda bu gerilimin bir çatışmaya dönüşeceğinden iki siyaset dehasının da şüphesinin olmadığı ortada. Böyle bir durumda iktidarın siyasi sorumluluğu kimdeyse o daha ağır bir bedel ödeyecektir. Peki o bedeli ödememek için ne yapacak? Hangi ”siyasi deha” kendini böyle bir açmaza sokar ki? 7 Haziran 2015 sonrası yenilgiyi kabul edip, birkaç aylığına iktidarı bırakmayı ve hazırlanıp tazelenerek yeniden dönmeyi düşünmek yerine MHP’yle elele sert bir olağanüstülük rejimi kurmak ve sonunda hem kendini hem memleketi birer enkaza dönüştürmek nasıl bir siyasi beceridir?

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.