Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Bir yol ayrımı – “Hoşgörü” ve İslam

Shahab Ahmed, Pakistan kökenli Amerika’da yetişmiş bir antropologdu. 2015 yılında, henüz 49 yaşındayken ve meşhur “Şeytan Ayetleri” hakkındaki çalışmasını bitirmeye uğraşırken kaybettik onu. Yenik düştü kansere. Bitiremediği gene de yazabildiği kadarıyla yayınlanan bu kitabın adı “Before Orthodoxy” (Harvard University Press, 2017). İslam’dan bahsettiği için, Türkçe’ye çevirirken rahatlıkla “Sünnilik’ten Önce” diyebiliriz kitabın adına. “Şeytan Ayetleri” bahsini ise malumunuzdur, uzun yıllar Salman Rushdie hakkındaki katli vacip fetvasından dolayı öğrendik. Söz konusu ayetlerde Mekkelilerin taptıkları Lat, Uzza ve Menat adlı putların hikmetleri tanınır diye bir iddia var. Gene iddiaya göre, hemen ardından bir tashih gelir Allah’tan. Putların hikmetlerini tanıyan ayet şeytanın vesvesesinden ibaret sayılır. “Düzeltilmiş” haliyle ayetler, puta tapanlarla Allah’a tapanlar arasındaki ilişkiyi bir daha tamir edilemeyecek şekilde imha eder. Sünni İslam’ın tarihçileri yalnız söz konusu ayetleri değil, böylesi bir vakanın olduğunu da reddederler. Shahab Ahmed, bu kitabı “Şeytan Ayetleri” vakasını doğrulamak ya da yanlışlamak için yazmaz. Derdi İslam hakkındaki hakikatin, yani İslam’ın ne olduğu sorusuna verilecek cevabın en başında nasıl müzakere edildiğine ve peygamberin ya da Kur’an’ın değil, Müslümanların bu soruya ne cevap verdiklerine kafa yormaktır. Ona göre, “Erken (dönem) İslam ortodoksisinin tarihi yalnızca bir şeyin nasıl hakikat haline geldiğine dair bir tarih olarak İslami epistemolojinin değil, aynı zamanda hakikatin nasıl inşa edildiğine dair ölçütün de tarihidir. (Böylesi bir anlatı) hakikatin ve hakikatin toplumsal ve entelektüel altyapısının da tarihi (olacaktır)” (s.10). Ahmed’in yaptığı bir yöntem geliştirmeye çalışmaktır. Onca uzak bir zamanda yaşamış insanların neyi, nasıl anladıklarını ve o anladıklarıyla nasıl bir hayat kurguladıklarını nasıl anlayacağız? Normali ya da norm’u anlamanın yollarından biri de ondan ihraç edilenin, dışlananın ne olduğuna bakmaktır. Çünkü ihraç edilen şey, norm’un nefesinin nerede tükendiğini söyler bize. Ahmed, tamamlayamadığı çalışmasında yeni yeni şekillenmekte olan İslami norm’un ya da normal’in nefesinin nerede tıkandığına işaret etmektedir aslına bakılırsa. Enteresan bir şekilde nefes mevzu Kur’an ayetlerinin birbiri ardına sese bürünmesine tanıklık eden insanların yakın geçmişlerine, dünlerine geldiği zaman kesilir.

Shahab Ahmed’in gene ölümünden hemen sonra yayınlanan ancak tamamlanmış bir kitabı daha var. Sanıyorum İslam hakkında okuduğum en umutlu metin. Adı “What is Islam? The Importance of Being Islamic” (İslam Nedir: İslamiliğin Önemi, Princeton University Press, 2015). Yine de belki okuduğum dönem (2016) itibariyle içinde bulunduğum halet-i ruhiye nedeniyle hemen her paragrafın ardından kendimi “ah keşke be, keşke, yok ama hocam, öyle değil işte” diye hayıflanmaktan alamadım. Türkiye’de bir dönem sımsıkı bir işbirliği içinde olan iki İslamcı akımın (Milli Görüş kalıntıları ve Gülen Cemaati) arasında -kim bilir belki de Mehdi’nin kim olduğu bahsinde anlaşamamaları yüzünden- başgösteren savaşın, en çok her ikisine de bulaşmamışları yakarak sürdüğü bir dönem. Yeni işbirlikçiler bularak devlete yapışıp kalmayı başaranın siyasi meşruiyeti tutunduğu dindarlığı iyiden iyiye radikalleştirmekte aradığı, hayatını kararttığı kalabalıkları ıslak emperyal düşlerle avuttuğu bir dönem. Öyle bir halde, Almanya’nın küçük bir şehrinde, minicik, yatak, masa, kitaplık ve gardrobdan ibaret mobilyayla tıklım tıklım olmuş iki odacık çatı katında okudum kitabı. Saklamayacağım sık sık gözlerimin dolduğunu, hatta koyverdiğimi yaşları. Bir şeylerle vedalaşıyordum. Sevdiğim, önemsediğim, kıymet verdiğim şeylerle… Ahmed, kitabı anne ve babasına ithaf etmişti: “Beni kendi kozmopolitanizmlerinin İslam’ı ve kendi İslamlarının kozmopolitanizmi içinde büyüten ebeveynime” demişti. İthaf sayfasında durdum biraz… Ne okuyacağımı anlamıştım çoktan. İlk keşkemi bırakıverdim orada. Zorlanacaktım, hem de çok zorlanacaktım. Sayfalar boyu önce ve en çok kendimle, sonra rahmetli Shahab Ahmed’le, ayrıca koca bir tarihle ve nihayet ele geçirdikleri iktidarı bırakmamak için binlerce hayatı tarumar etmekte hiçbir sakınca görmeyen insanlarla zihnimin içinde uzun uzun kavgalar edecektim. Öyle de oldu… Bittiğinde Ahmed’in ruhu için bir Fatiha okudum. Sanırım o da sondu.

Bu kitabında diyor ki Ahmed, Şii Şah Tahmasb, Sünni Osmanlı padişahı 2. Selim’e Firdevsi’nin İslam öncesi efsaneleri anlatan, İslamca yasaklanmış resimlerle dolu Şehnamesi’ni hediye etmişti. Timurlu sultan Uluğ Bey’in şarap çanağının üzerinde “Allah-ü Ekber” yazıyordu. İbn Sina, Müslüman erkekler için “şarap içme rehberi” hazırlamıştı. Şaraptan ve homoerotik aşktan söz eden Hafız-ı Şirazi ve Mevlana’nın divanları yüzyıllarca İslam’ın birer ilmihali hatta Kur’an tercümesi niyetine okundu, ezberlendi, bilindi; Müslümanlar fethettikleri şehirlerde Latinler gibi put kırıcılık yapmadılar, birlikte yaşamayı bildiler. Oysa Kur’an’da şarabı, kimi mutasavvıfların inanma ve yaşama biçimlerini yasaklayan ve elbette put kırıcılığı teşvik eden onca ayet var. Uluğ Bey’in şarap kadehini, Firdevsi’yi, İbn Sina’yı, Hafız’ı, Mevlana’yı, putperestlerle aynı havayı solumayı İslami kılan şey ne idi? Allah’ın kimi yasaklarını açıkça ihlal ettikleri halde İslam’ın dünya macerasının bir cüz’ü olarak kabul edilmelerinin sırrı nedir? (İlk sorum buydu: Cidden İslami kabul ediliyor mu bu insanlar? Müslümanlar bu insanları Müslüman kabul ettikleri için mi İslami kültürün bir parçası oldular yoksa Müslüman olmayan dünyalar tarafından Müslüman kabul edildikleri için mi?)

İslam’ın kendi içindeki kozmopolitanizmi göstererek başlar işe Ahmed ve coğrafyaya dikkat çeker: Balkanlardan Bengal’e uzanan, küreselleşme yüzünden heybetini çoktan kaybetse de yüzyıllar boyunca ucu bucağı yokmuş gibi görünen kocaman bir coğrafya. O, bu coğrafyayı “complex” diye adlandırır. Her bir kaideyi ayrı ayrı ve yekûn olarak muğlak kılan bir karmaşayı, hükmü hiç bitmeyen bir alt üst oluşu işaret eder bu kelime Ahmed’in anlatısında. Bence basbayağı herc-ü-merc anlamı taşır. Hiç bitmeyen bir devinim ve kendini sürekli yeniden üretmeye yazgılı bir mücadele… Bir yanda bugün, bir yanda dün. Geleceğe kalmak için mücadele edenlerin uzlaşmaz referans kümeleri.

O demiyor bunu, müsaadenizle ben diyorum: Her mücadele zamanın içinde kimilerini geleceğe taşırken kimilerini başlangıca yaklaştıracak. İslam’ın zamanı içinde sonsuz bir gerilim sürüp gidecek böyle. Başka dinlerde de böyle olacak. Başka düşüncelerde ve inanışlarda da… Balkanlardan Bengal’e bir herc-ü-merç, hiç bitmeyecek, bir kazalar hatta kıyametler silsilesi gibi…

Neyse döneyim Shahab Ahmed’e. Coğrafyayı tarif ettikten sonra İslam’ı değil ama İslamiliği de basbayağı diyalektik bir süreç olarak tanımlıyor: Metin öncesi-metin-bağlam (Pre-text, text, context). Her metin kendini önceleyen tarihsel koşulların orta yerine o koşulların ürettiği bir dille temas eder, başka yolu yoktur bunun… Dolayısıyla metin, metin öncesinin içerdiği koşullarda var olur, anlamlandırılır ve nihayet bir bağlam oluşturur. Bu, şu demek: Her metin, kaynağı ne olursa olsun, içine düştüğü tarihsel, toplumsal, entelektüel, kültürel bağlamın ürettiği koşullar içinde anlamlandırılır. İslam’ın metni Kur’an ve Sünnet’tir. Kur’an ve Sünnet, içine doğdukları bağlamın koşullarını içerir ve aynı anda o koşulları içermek suretiyle dönüştürürler. Ahmed’in İslamilik dediği hal, bu dönüştürücülüğün kapsayıcılığına, içerme kudretine işaret eder. Bu diyalektik önerme dolayısıyla Ahmed, İslamileşmeyi durağan, olup biten ve olduğu anda donuveren, katılaşan bir hal olarak değil, sonsuz, gerilimli bir süreç olarak görür. İslamileşmek şu ya da bu şekilde metinle, yani Kur’an ve Sünnet’le dinamik bir etkileşim içinde olmak demektir. Bu etkileşimin bir ucunda ona, metinle temas edilen anda geldiği anlama teslim olmak varsa diğer ucunda da o anlamla zıtlaşmak olacaktır. Bağlam bu yolla oluşur ve çoğullanır. Böyle olunca arada sayılamayacak kadar sonsuz İslamiliklerden söz edilebilir. Müthiş bir İslamilik tarifi, dahice… Hiçbir şeyi İslam’ın dışında bırakmayan, alabildiğine açık ve özgürleştirici. Değil mi ki Allah her bir kuluna, o kulun şah damarından daha yakın! Öte yandan sürekli yeni mücadelelere gebe bir devinim öngörür böyle bir İslamileşme tanımı. Kendisini katılaştırmaya, donmaya, herhangi bir anın çarmıhına germeye tanımı gereği direnen bir herc-ü merç. Ne güzel değil mi?

Ne yazık ki şimdilik kaydıyla çoktan sükuta uğramış tertemiz bir hayalden ibaret bu anlattığı… Shahab Ahmed arada bir aklıma geldiğinde iyi ki vakitlice gitti de şu yaşadıklarımızı görmedi diyorum. Suriye’de olanların ilk dört senesini gördü. Kim bilir belki o kadarı bile yetmiştir. Böylesi bir metni yazmak için uğraşırken, kapsayıcılığına, sonsuz devinimine, asla tarihin bir yerinde donup kalmayacağına inandığım bir dinin ne türlü vahşetlere, dalaverelere mesnet edildiğini görsem kederimden ölür ya da inancımı kaybederdim. İçimden bir ses diyor ki “İnançsız olmak lazım şu metnin içinde bulunduğumuz anda ürettiği bağlama inancını kaybetmemek için.” Neyse… Tehlikeli sulara giriyorum. Henüz o suların aktığı denize ad verebilecek halde değilim. Kafam sakinleşsin, yüreğim soğusun diye bekliyorum.

İşimize bakalım: Aklıma gelen soru şu, Shahab Ahmed’in tarif ettiği kapsayıcılıkta bir İslamiliği kim istemez?

Ede Bali’den (1) Edebalı’ya

“Diriliş Ertuğrul”u toplamda üç kez izledim. Üçüncüsünü atlaya atlaya, yazdığım bir metin için hatırımda kalan sahneleri bulmak için taradım aslında. “Payitaht İstanbul”u yani II. Abdülhamit’i merkeze alan anlatıyı izlemek için de uğraştım ama olmadı. 25’inci bölümde tıkandım, klostrofobik bir diziydi ve tahammül etmek zordu. “Kuruluş Osman“ı da izliyorum ve Diriliş Ertuğrul’un karikatürleştirilmiş tekrarı olduğu fikrinden kurtulamıyorum. Elbette eğlenmek için izlemiyorum bu dizileri. Mevcut iktidarın gündemini ve bugünü anlamlandırma yöntemini açığa vurdukları için izliyorum. Kısmet olursa bir gün Diriliş’in İbn Arabi’sinden Kuruluş’un Edebalı’sına geçişte yaşanan daralmayı yazmak isterim mesela. Elimdeki işleri bir kolaylayayım da.

Yalnız Türkiye’de değil, tüm dünyada izlenen ve yapımcılarına çokça para kazandıran bu diziler elbette ve öncelikle AKP’yi destekleyen, onunla kader birliği yaptığını düşünen kitleleri birbirine bağlayan bir dil oluşturmayı hedefliyor. Bu dizilerin pek çok bölümünde bugüne ilişkin bir meselenin geçmişte, çağlar öncesinde sahnelendiğini görüyorsunuz. Darbeler yapılıyor, ihanetler ortaya çıkartılıyor, enflasyon bile fırlıyor. Bu tür dizilerin yeni örneklerinden biri de “Destan”. Türklerin İslam’dan yani metinden önceki hallerini konu alan bir fantezi diyebiliriz “Destan” için. O dizide de sürekli aynı şeyler oluyor. Senaryolar hep aynı ekipten çıktığı içindir belki de… Neyse…

Dedim ya bugünün gündemiyle sürekli ve dinamik bir ilişki içinde bu diziler. Shahab Ahmed’in tarif ettiği diyalektik üzerinden bakarsak, bugün hükûmet eyleyenlerin kaleme aldıkları metnin öncesini (pre-text) bugünden ve yine metin aracılığıyla dönüştürme girişimi olarak yapılıyorlar. Aslında hakkında çok az bilgiye sahip olduğumuz bir dönemin aktörlerini bugünden geriye bakarak yeniden yaratıyor ve bu yolla bağlamı ve geleceği belirlemeye kalkışıyorlar. Böylesi kalkışmaların kalıcı olma ihtimali yok. Çok çok şimdilik kaydıyla bir heyecan yaratır, gündelik hayatın herc-ü-merci içinde eriyip giderler anlamlarıyla birlikte. Onları önemli kılan şey, hem dünü hem yarını bugünden belirlemeye kalkışanların zihin dünyalarını ele vermeleridir.

Geçen hafta da, bir yandan Yenişehir’i fetih hazırlığı yaparken, diğer yandan onu hep yanlış anlayan Selçuklu sarayıyla, bir başka büyük obayla ve nihayet dost bildiği hainlerle uğraşmak zorunda kalan Ertuğrul oğlu Osman Bey’in beş dakikada bir kılıç-kalkan oynadığı bölümlerden biri vardı. Savaş sahnelerini atladığınızda geriye yarım saatlik bir anlatı kalıyor. O kalan kısımda da biri yaralanıyor, hastalanıyor, ölüyor ya da menkıbe anlatıyor. Son bölümde Şeyh Edebalı, aralarında Osman Bey’in oğulları Orhan ve Alaattin’in de olduğu bir grup çocuğa ders veriyordu. Şuydu içeriği dersin:

* * *

Orhan: “Ey iman edenler, Allah’a ve peygambere hainlik etmeyin. Yoksa size emanet edilen şeylere de hainlik etmiş olursunuz” (Enfal Suresi, 27’inci ayet) Şeyh Dedem, Hak Çalap bu ayette emanet edilen şeyler der ya, nedir onlar?

Edebalı: Bismillahirrahmanirrahim. İşte bunlardır. Bize emanet edilen naslardır. Hak Çalap’ın kelamı, yani Kur’an-ı Kerim resulünün sünnetidir.

Alaattin: Ama Şeyh Dedem, aklı başında hangi Müslüman onlara ihanet eder ki?

Edebalı: En aklı başında baştan aşağı imana bürülü görünen niceleri vardır ki, Allah’ın emanetine hıyanet ederler. Emme kendileri bile bunun farkında olmazlar. Allah’ın emir ve yasakları sanki bir tek Cahiliye Devri’ne denk gelmiş gibi, yaşadığımız asırda Cahiliye Devri’nden hiç emanet yokmuş gibi düşünürler. Aldanırlar. Şeytan onlara sinsi sinsi yanaşır. Der ki, devir değişti, Allah’ın kelamı -haşa- o devirde kalanlar içindi. İmdi kim ne ederse kendine eder. Kimsenin sevabına, günahına karışmayız der. Bana ne, der. Bana ne, diyen Müslüman, Allah’ın emanetine hıyanet etmiş olur. Alenen bir günah işlenir, Mü’min de ona kayıtsız kalır ise, hoş görürse Allah’ın emanetine hıyanet etmiş olur.

Orhan: Ama şeyhim İslam hoşgörü dini değil midir?

Edebalı: Değildir şehzadem, değildir Orhan’ım. İslam iyiliği, güzelliği hoş görür. Kötülüğü, Allah’ın haram kıldığını hoş görmez. Yolsuzluğu, hırsızlığı, içkiyi, kumarı, zinayı, Lut Kavmi’nin sapıklığını, namazı terk etmeyi, riyayı hoş görmez. Kötülük ne kadar hoş görülürse ömrü o kadar uzun olur. İslam, kötülüğü yaşatmaz. Onunla savaşır. Haşa hiç kimse Allah’tan daha merhametli değil ki, onun hoş görmediğini hoş görsün. Allah’ın hoş görmediğini hoş görmek büyük bir kibirdir. Bu, şirktir. Aman ha mü’min uyanık olur. Daim kötülüğün karşısında durasınız. Kötülüğe harama müsamaha göstermeyesiniz. Müslüman kötülüğe müsamaha göstermez, müdahale eder. Sakın ha, bana ne diyenlerden olmayasınız.

* * *

Eğer bu dizi, en yüksek merciden devlet destekli bir dizi olmasaydı, ne bileyim tarikatların, cemaatlerin kurdukları kanallardan birinde yayınlansaydı, “gidin kendi derdinize yanın” derdim. Fakat Ede-Bali gibi hakkında pek bir şey bilmesek de yaşadığı çağ ve yer itibariyle şu yukarıdaki gibi konuşması pek de mümkün görünmeyen bir tarihi simayı bu şekilde bir kez daha ve alabildiğine sert bir şekilde devşiren bu anlatı, mevcut iktidarın devlet kurumlarını kullanarak el değiştirttiği ve sonra da her türlü operasyonunda karargâh olarak kullandığı bir kanalda izlettiriliyor milyonlara. Bu yapımı mümkün kılan sermaye de, öncekinin, yani Diriliş Ertuğrul’un devlet televizyonu tarafından finanse edilmesi sayesinde biriktirildi. Yani şu yukarıdaki ders sahnesini devletlû bir anlatı olarak görmek için her türlü sebebe sahibim.

Öte yandan aşağı yukarı bir aydır sürekli olarak konser iptallerini konuşuyoruz. Kuruya, suluya yaptığı vergi zamlarıyla, yani saldığı cizyeyle övünüyor iktidar. Yetmiyor, cumhurbaşkanı olduğu ülkenin yurttaşlarına bağıra bağıra hakaret ediyor. İlk yıllarında sığındığı “İslam hoşgörü dinidir, ne olursan ol bana gel” söyleminden çoktandır vazgeçtiğini biliyoruz. Ama burada çok acayip bir deklarasyon var. Bana kalırsa, Gezi esnasında sözünü ettiği “Yüzde 50”ye bir çağrıda bulunuyor: “Sahne sizin, benden olmayanların hayatlarını sizin müdahalenize açıyorum” diyor. Bu da bir sığınak… İktidarını kurarken İslam’ın hoşgörü dini olduğu yargısına sığınmıştı, iktidarını tehlikede gördüğü her anda olduğu gibi şimdi de, bu dinin bir hoşgörü dini olmadığı tezine sığınıyor. Bu ne yaman çelişki annem, demeyeceğim. Çünkü ortada çelişki falan yok. Hoşgörü tanımı gereği hiyerarşik bir iktidar ilişiksine, üstenciliğe, yukarıdan bakmaya ve kibre işaret eder. Evvelden hoşgörecek kadar muktedir hissediyordu kendini, şimdi kendisine benzemeyeni hoşgöremeyecek kadar güçsüz hissediyor. Güç arzusuyla devşirdiği esnekliği, güçlü kalma telaşıyla kaybedip katılaşıyor.

Ede-Bali iken dizide Edebalı olan zat, bütün o lafları çocuklara güler yüzle anlatıyor. “Hoşgörmek kibirdir, şirktir” diyor. ‘Ya ne yapacaksın? Müdahale edeceksin. Kime? Sana iyi, güzel, doğru görünmeyene. Yani senden olmayana! Allah’ın yasakladığını sen serbest bırakamazsın.’ Laf içinde geçen yolsuzluk, hırsızlık gibi işlere ilişkin “Müslüman Müslüman’ın ayıbını örter” deniyordu evvela, demek ki söz konusu ayıplar Müslüman olmayanların. Müslüman olmayanlar kimler peki?

Dediğim gibi, eğer bu lafları bir tarikat kanalında duysaydım, ki çok duydum, hiç umursamazdım. Bana ne ya hu! Bu dizilerin iktidar açısından eylem kurucu nitelikte bir işlevi olduğunu düşünmesem gene umursamazdım. Amaaaan saçmalıyorlar işte, der geçerdim. Ve fakat durum öyle değil. Bunu hep beraber düşünmek lazım.

Hep beraber dediysem, yalnız iktidarın giderek daha da katılaştırdığı ideolojik ekseni dışında kalanlardan söz etmiyorum. Bu mevzu asıl o eksenin içinde ve yakın bölgelerinde olanları ilgilendiriyor. Çünkü onlara kendilerine benzemeyenlerle birlikte yaşamaktan vazgeçmelerini öğütlüyor bu anlatı. Onların bu vazgeçişi fiile dönüştürürken oluşturacakları siyasi enerjiyle tutunmak istiyor bu defa asla bırakmak istemediği iktidara. Fakat bu yeni görevlendirmeyle aynı zamanda, metni kendisinde ve kendisinin şimdiki zamanında sabitliyor. O bittiğinde metne de nokta konmuş olacak.

***

Algı yönetimine, beşinci kola, psikolojik savaşa vs. bunca ehemmiyet veren ve başkalarına yönelttiği suçlamaları bu tamlamalardan mürekkep komplolara dayandıran bir iktidarın şu yukarıdaki metni, şöyle bir zamanda tesadüfen yazdı(dır)dığına inanmak çok zor. Ha Edebalı’nın dersinde ima ettiği, çoktan hayata geçirilmiş bu siyasete karşı tedbir almak da pek mümkün değil. Seslendiği kitlelere bakmak lazım şimdi, ne yapacaklar acaba? İnandıklarını söyledikleri dini, her halinden göçüp gitmekte olduğu anlaşılan bir iktidara mı teslim edecekler, yoksa biz bu iktidarın dünya tahayyülüne sığmayız daha çoğuz ve çoğuluz mu diyecekler?

Verdikleri cevap ölçüsünde geleceğin bağlamına bir metin olarak girecekler. Ya da hakikaten güç kaynağı olarak gördüğü için tekelleştirdiği dinden hiçbir şey bırakmamış olacak bu iktidar. Daha dünyevi meselelerde gösterdikleri türlü çeşit başarısızlık nedeniyle tarihe karışırken beraberlerinde İslam’ın metninden geriye kalanları da götürecek. Onlardan geriye ortaya çıkacak yeni bağlamda İslami olanı sürdürecek değil bir metin, tek bir söz kalmayacak.

(1) Çeşitli şekillerde yazılıyor bu isim. Edebali ve Ede-Bali ve hatta Edeb-Ali’yi bile gördüm. AKP’nin de çokça iltifat ettiği ama nedense yazdığı tarihe pek itibar etmediği Halil İnalcık Ede-Bali şeklinde yazıyor ve Vefaiyye-Babai şeyhi olduğunu kaydediyor. Aslında Aşık Paşazade’nin yazdığı ve oradan da Nakşibendi geleneğin satın alıp büyüttüğü “Osman Bey’in çınarlı rüyasını o tabir etti ve dahi kaynatasıydı” şeklindeki anlatıyı da rivayet olarak görüyor İnalcık. (Devlet-i Aliyye: Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-I, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, s: 15). Vefaiyye enteresan bir tarikat, evvela Kürtler arasında yayılıyor, derken Türkmenler arasında da popüler hale geliyor ve bu esnada heterodoks niteliği daha da belirginleşiyor. Bir başka deyişle Sünnilikle arasına bir hayli mesafe koyuyor. Ayfer Karakaya-Stump’ın “The Vefa’iyye, the Bektashiyye, and Geneologies of ‘heterodox’ Islam in Anatolia: Rethinking the Köprülü Paradigm,” başlıklı makalesi hem bu tarikatları hem de ilgili tarihyazımları arasındaki tartışmaları anlamak için iyi bir başlangıç (Turcica, 44, 2012-2013, p. 279-300). Ayrıca geniş de bir bibliyografya sunuyor. Bu metinde de Ede Bali diye geçiyor şahsın ismi. Son olarak, Kuruluş’un ismini de Edebalı yaparak handiyse selefileştirdiği Edebali hakkında Sünni bir yakınmaya, hani böyle gülümseyerek okuyun diye dikkatinizi çekmek isterim. Ne diyorlar acaba diye bakarken bulduğum yazılar içinde kafası en karışık olandı: “Vefailer zındık mı?” Yazarı Mustafa Eser. Yazı şu sitede. Özetle, fakat Vefaiyye, Babaiyye’nin bir kolu, onlar da Selçuklu’ya isyan ettiler, biliyoruz ki Sünniler devlete isyan etmez, acaba bunlar başka bir şey mi, diye soruyor. Ah ya, ah ya, diyerekten okudum yazıyı.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.