Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Öner Günçavdı yazdı: Yoksullukla mücadele için şükür söylemi

Bundan yaklaşık bir ay önce bir iftar yemeğinde yaptığı konuşmada, ülkemizde yaşanan ekonomik sorunlar hakkında yapılan eleştirilere karşı Sayın Cumhurbaşkanı “Maalesef ülkemizde bazı kesimlerde bir şükürsüzlük, tatminsizlik, karamsarlık hali aldı başını gidiyor. Hâlbuki önce elimizdekilere şükür edeceğiz, sonra daha iyisi, daha güzeli için çalışacağız” dedi (1 Mayıs 2022).

Daha Sayın Cumhurbaşkanının yaptığı bu konuşmanın tartışmaları devam ederken, bu kez Diyanet İşleri Başkanlığı o hafta 81 ilde kılınan Cuma namazında “Şükür Sana Şekûr” başlıklı bir hutbe okuttu. Hemen söylemeliyim; bu başlıkta yer alan “Şekûr” kelimesi “şükreden”, “minnet duyan” anlamına gelmektedir. En azından İslam Ansiklopedisi’nin verdiği tanım böyle.

Konuşma ve hutbenin zamanlamasına bakılırsa, Cumhurbaşkanı ve Diyanet İşleri Başkanlığı arasından bir eşgüdüm olduğu açık. Yani kamuoyunda yükselen eleştirilere karşılık bilinçli bir “anlayış” oluşturma gayreti bu. Ekonomik sıkıntılara, özellikle her gün kamuoyunda gündem olan yoksulluk ve açlıkta yaşanan artışlara yönelik eleştirilerin önünü almak için geliştirilmiş bir söylem gibi görünüyor. Hatta bunu dini bir mistisizm arkasına gizleyerek, vatandaşların rızasını alabilmek tüm dertleri…

Aslında bu tarz söylemlerin çok da yabancısı değiliz. Kültürümüzde var zaten. Ama ülkemizdeki siyasette daha çok “sağ” siyasetçilerin kullanmayı tercih ettikleri söylemlerden bunlar. Söylemlerinde eylemi ve mücadeleyi öne çıkarması beklenen “sol” kültürde ise böyle edilgenliği ve mevcudu kabul etmeyi telkin eden bir anlayışa, bu kültürün doğası gereği pek rastlanmaz. Rastlanmamalıdır da…

Siyasi bir söylemin din ile bu denli açık bir şekilde tahkim edilmesi ilk değil. Geçmişte birçok örneği mevcut. Bunlardan en bilineni daha önce Diyanet’in yine bir cuma hutbesinde okuttuğu “Türk parasına saygı” başlıklı hutbesidir.  Malum 2001 krizi öncesinde yaşanan kur şoklarına karşı elde kalmış en son araçlardan biriydi bu hutbeler. Bu şekilde iktidarlar ekonomideki kötü gelişmelerin önüne geçmek için, ellerinde somut müdahale imkânı kalmadığından, vatandaşın iktisadi tercihlerini dini kullanarak değiştirebileceklerini düşünüyorlar. Dini kendi dünyevi amaçlarına alet ediyorlar. Nereden bakarsanız bakın tutarsızlık, çaresizlik göstergesi; hatta saygısızlık.

Ama son zamanlarda ülkemizde artan yoksulluk bağlamında bu “şükretmek” söylemini özel olarak ele almak ve yorumlamak önemli.

Malum, siyasetin ve siyasetçilerin meşru amaçları bireyin refaha erişiminin yollarını inşa etmek ve onları bu refaha erişilebilir kılmaktır. Yirmi birinci yüzyılın kalkınma paradigması da ülkelerin gelişimini büyüme gibi birtakım “para-metrik” ölçütlerle değerlendirmek yerine, farklı farklı refah ölçütleriyle değerlendirmektir. Kaliteli eğitime, sağlık hizmetine, adalete erişim, daha temiz bir çevrede yaşayabilmek çağımızın refah ölçülerinin önemlileri bugünlerde. Demokrasi ve bireysel özgürlükleri güvence altına almış bir siyasi yapının varlığı da, ülkelerin refah düzeyini belirleyen önemli unsurlar olarak düşünülmekte ve bu refah ölçütlerinde yer almaktadır. Çağımızda bu durum, sağ siyaset için de, sol siyaset için de böyle; değişmez.

Ama günümüz siyasileri çok kapsamlı bir ölçü olan bu refahın nasıl tanımlanacağı, unsurlarının neler olacağı, dahası buna erişim yollarının nasıl oluşturulacağı konusunda “bütüncül”, “sistematik” bir anlayışa sahip değillerdir. Söylemleri ise bu bakımdan son derecede yetersiz.  Geçmişte öğrendikleri ve edindikleri deneyimlerle, bilgi sahibi olmadıkları bir geleceği el yordamı ile inşa etmeye çalışmaktadırlar.

İster sağda olsun, ister solda, ülkemizdeki siyasiler ekonomik büyümeye en önemli refah ölçütü olarak kilitlenmiş, günümüz kalkınma iktisadının refah ölçüsü olarak ele aldığı birçok unsuru sadece siyasetin konusu olarak görmeye alışmışlardır. Bu da ister istemez, siyasi konularla iktisadi konular arasına sözüm ona bir ayrışma, bir ilişkisizlik algısı yaratmıştır. Bu şekilde, 21. yüzyılın değerlerini algılamakta zorlanan, siyaset yapma biçimini ve söylemlerini inşa ettiği değerler bakımından 20. yüzyıla hapsolmuş siyasilerin ve siyasi yapıların oluşumuna yol açılmıştır.

Toplumun günümüz dünyasının direttiği şartlarda ekonomik sorunlarımız artarken, siyasetin hem söylemleri hem de bu sorunlara çözüm üretmekteki yaklaşımları eski ve bir o kadar demode kalmaktadır. Bırakın mevcut siyasetin toplumun önünü açmasını, aksine onu düzeysiz bir kısırlığın esiri haline getiriyor. Yani siyasilerin kamuoyuna liderlik yapmak için kullandıkları söylemler, topluma bir şey katmıyor. “Şükür” söylemi de bunlardan biri.

Bugün bizlerin amacı siyasilerin çağ dışı söylemlerinin yarattığı bu kısır döngüyü aşmak olmalıdır.  Çağa uygun söylem geliştirip, hedefler koyabilmektir. Bu hedefler ışığında topluma “umut” verebilmektir.

Türk sağının sıkça kullanmayı tercih ettiği “şükür” siyasetinin kökleri 20 yüzyıl öncesi dönemlere dayanan, son derecede çağdışı değerler sistemine dayanır. Bir bakıma bu toplumun bugünkü sorunlarına çözüm üretecek siyaset kurumunun kullanmaması gereken bir söylemdir.

Aynı zamanda bir başarısızlığın itirafıdır: “Sorunlarını ben çözemiyorum. Bunları kabullenmesini öğren ve mevcut koşullarına şükret” anlamına gelmektedir.

Hatta senin sorunlarını ben çözemiyorsam, başkalarının da çözebilme imkânı yoktur. Bu topluma mevcut duruma rıza gösterilmesini ve şikâyet edilmemesini telkin eden bir yaklaşımdır. Sözüm ona alternatifsizliğin üstü kapalı bir şekilde kamuoyuna ilanıdır.

Ülkemizde “şükür” söylemi etrafından oluşturulan siyaset algısı bir edilgenliği topluma kabul ettirmenin yoludur. Belli kişi ve grupların zenginliklerinin rassal manada elde edilmiş olduğu ve bu zenginliklerin siyasetin etkilerinden bağımsız olduğunun üstü kapalı insanlara ilanıdır. Bu rassallık ise din üzerinden ilahi bir güce bağlanarak, insanların inançları üzerinden toplumsal bir rıza üretebilmek istenmektedir.  Siyasetçilerin refahı kaynağını oluşturacak imkânların kullanımını belirleyecek politikalarda inisiyatifi olamaz denilmektedir.

Oysa çağımızda refah düzeyini belirlemek ve bu refaha kimlerin erişebileceğini tespit edebilmek mümkün. Hatta günümüzde bu siyasetin ana konusudur. Belki önceleri zenginliklerin kaynağı olan unsurlar üzerinde politikaların doğrudan bir etkisi yoktu.

Mesela Sanayi Devrimi öncesinde toprak zenginliğin kaynağıydı ve miktarı sabitti. Teknolojik ilerlemenin de çok yavaş bir hızda gerçekleştiğini düşünürsek, sabit olan toprağa bağlı zenginliklerin de kolay kolay değişmediği düşünülebilir. Elbette bu da toprağın belli ellerde yoğunlaşıp, üretilen değerlere sahip olunan ve değişmez kabul edilen mülkiyet hakları üzerinden el konulmasını beraberinde getirmekteydi.

Devletlerin zenginliği ise bu toprak üzerinden elde edilen ürünün vergilenmesiyle sağlanmaktaydı. Toplumda bireylerin konumları bu sabit sınırlar içinde belirlenmişti. Bunun siyaseten değiştirilmesi mümkün değildi. Tabii devrimler hariç. Bu da topluda bireyleri bu sabit kabul edilen mülkiyet sınırlarına hapsedilmesine yol açmış, kendisi için tanımlanan sınırlardan şikâyet etmemesini yönünde söylemleri doğurmuştur. “Şükür söylemi” bu sistemin yarattığı aksaklıklar ve sömürüye insanların “itaat” etmelerini sağlayacak bir söylem olarak ortaya çıkmıştır. Din ile bu söyleme toprak dağılımındaki adaletsizliğe meşruluk kazandırılmaya çalışılmıştır.

Sanayileşme ile birlikte insanların kaderlerini belirleme imkânları da arttı. Hatta sanayileşmenin bireyin özgürleşmesinin bir aracı olarak görülmesi yaygınlaştı. Ancak ortaya çıkan yeni mülkiyet ilişkileri ve zenginliklerin sahiplenilmesi, şükür söylemini yeniden işlevsel kılmaya yetti.

İnsanların sınırlı düzeyde özgürleşebilmeleri, sınıfsal manada hareket serbestisi kazanabilmelerine rağmen, zenginliklerin belli ellerde yoğunlaşmasından vazgeçilemedi. Bunun doğal sonucu olarak da yine insanların ellerindekiyle yetinmeleri telkin edilmeye başlandı. Bu telkinin toplumda geçerliliğini sağlayan ise, sanayileşmede zenginliğin kaynağı olan “fiziki sabit sermayenin” çizdiği sınırların değişken olmaması ve bu sermeye üzerindeki mülkiyet hakkının da devlet tarafından korunmasıdır.

Hatta sabit sermaye miktarının sabit oluşu ve miktarının kolayca değiştirilemeyişi iktisatta ulusların üretimde uzmanlaşmasının zaruri olduğu yönündeki birtakım görüşlerin doğmasına yol açtı. Ülkeler bu sermaye yapılarına uygun üretim modellerine yönelmeli ve bunun dışına çıkan sermaye birikim süreçlerine giriştiklerinde ise bunun maliyetlerini karşılamakta zorlanacakları ifade edildi. Aslında bu teori de, yine üstü kapalı olarak gelişmekte olan ve sermaye kıtlığı çeken ülkelere mevcut durumlarını kabul etmeyi ve buna uygun bir refaha rıza göstermeleri gerektiğini dikte etmekteydi. Sermaye gelişmiş ülkelerde bol ve o nedenle bu ülkeler maddi zenginliğe ulaşmışlardır. Gelişmekte olan ülkelerde sermaye ise kıttır. O yüzden üretimde gelişmiş ülkelerle uluslararası düzeyde bir iş bölümüne gitmeleri zaruridir. BU da ülkelerin o dönemde “şükretmeleri” gereken bir durumdur.

Artık böyle bir dünya yok.

Elbette toprak sabit. Miktarını değiştirebilmek çok mümkün değil. Ama tarımsal üretim artışı için toprak miktarına bağımlılığımız kalmadı. Onun yerine teknoloji geldi.

Günümüzde zenginliğin kaynağı ne toprak, ne de fiziki sabit sermaye miktarı. Tarım ve sanayi toplumlara zenginlik sağlayan iktisadi faaliyetler olarak önemlerini yitirdiler. Teknolojik ve yenilikler her alanda icra edilen iktisadi faaliyetlerin ana kaynağı olurken, teknoloji ve yeniliklerin kaynağı olan birey öne çıktı. Tabii bir de bireyim üretkenliğini belirleyen özgürlükçü siyasi ve ekonomik koşullar.

Geçmişe kıyasla çok daha fazla özgürleşmiş birey, toplumsal refaha yapabileceği katkıları dikkate alarak, doğal olarak çok daha fazla özgürlük istiyor. Toplumda kendisi için belirlenen koşulları sadece kendi inisiyatifi ile değiştirebiliyor. İtirazlarını çok daha özgürce dile getirmek istiyor. Şükretmek ve mevcudu kabul etmek yerine, ‘Birey olarak bu durumu nasıl değiştirebilirim?’ diye düşünmek istiyor. Değiştirebileceği bir dünyanın kontrolünü eline geçirmeyi arzuluyor.

Allah aşkına böyle bir dünya da insanlara şükretmelerini nasıl salık vereceksiniz?

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.