Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Türk-İslam sentezinin ahlaki buhranı 2 – Başkan adayı kimlerden olsun?

İki haftadır mevzuyu “Alevi bir cumhurbaşkanı adayı olur mu, olursa ne olur?” sorusunun aslında neyi örttüğü meselesine getirmeye çalışıyorum kendimce. Sadece ayıp değil, düpedüz, edep ve hukuk ihlali gibi geliyor böyle bir soruyu akla getirmek ve konuşmak, o yüzden etrafında dolaşıp duruyorum. Öte yandan bunu niye tartıştığımızı da biliyorum, mevzu Alevilik değil. Sorunun kurgusundaki göz aldanmasını bertaraf edersek aslında neyi tartışmaya açtığını daha net görebiliriz. Şöyle ki 1980’den itibaren devlet ideolojisi haline ge(tiri)lmiş Türk-(Sünni) İslam sentezinin son ürünü ve zirve noktası sayılabilecek bir koalisyon tarafından yönetiliyor ülke. Ve yine bu koalisyonda cisimleşmiş bir ahlaki krizin, düpedüz siyasi buhran dinamosu haline gelmiş kimlik krizinin adı artık bu sentez. İki kuru derenin kavuştuğu kupkuru bir kavşak ya da çöl olarak görebiliriz bu sentezi.

İlki, Sünni İslam, Osmanlı Devleti’nin kendisini çöküşe götüren başarısız merkezileşme (modernleşme) sürecinde, o başarısızlığa kol kanat gererek hatta belki de durmaksızın sebep üreterek kurudu. II. Mahmut’a ve II. Abdülhamit’e yönelen İslamcı-dindar-muhafazakâr hürmeti o kol kanat gerişin ve sebep oluşun bir devamı ve tazmini olarak görebiliriz. Denilebilir ki Osmanlı merkezileşme projesini Sünni İslam’la tahkim etmeye uğraştığı, bu tahkimatın yeterli olmadığını anlayıp başka yollar aradığı (Tanzimat, Islahat düzenlemeleri ve Meşrutiyet’in ilanı) her anda da sırtından bıçaklandığı için tüketti var kalma enerjisini. Osmanlı bağlamında şekillenen türüyle İslamcılık kuruyacağı açık-seçik belli Sünni İslam deresinin üzerine çatılmış Deli Dumrul köprüsü olarak belirdi ve bugün artık o köprüden geçenden 33 geçmeyenden döve döve 40 akçe aldığı düzen de işlemez halde. Sünni İslam ateşinde pişirilmiş bu Deli Dumrul versiyonuna kendi çocukları bile inanmıyor. O çocukların bazıları kızaran yüzlerini başka dünyalara çevirerek kurtulmaya çalışıyorlar üzerlerindeki tarihsel ağırlıktan. Kimisi ise ahaliyle makara geçmek için Bakara ezberliyor.

İkincisi, yani Türk ise Osmanlı sonrası dönemde, bir yurttaşlık tarifi olma vasfını yitirip, hatta hiç kazanamayıp, Cumhuriyet’in içerdiği birbirine komşu (kardeş değil, komşu) kimliklerle girdiği eşitsiz(lik yaratan) çatışmanın şiddeti ölçüsünde kuruyayazdı. Bu iki derenin de kurumasına sebep olan tarihi setlerin üzerine katliamlar, yerinden etmeler, zorunlu göçler, gözaltında kayıplar, yangınlar ve talanlar nakşolundu.

Nihayet, içinden geçerken kavrulduğumuz şu kahredici anda bahse konu sentezin varlık sebebini ve özünü her hareketiyle faş eden mevcut iktidar koalisyonunun kendi beka sorununu çözmek için başvurmayacağı tek bir yol bile olmadığını, hiçbir yasal ya da ahlaki sınır tanımadığını hepimiz biliyoruz. Tecrübeyle sabit. Pek çok insan muhalefetin cumhurbaşkanı adayının olması halinde iktidardaki Deli Dumrul Koalisyonu’nun gözünü kırpmadan başvuracağı sınır (hukuk ve edep) tanımazlıklardan endişe ediyor. Hülasa, korkunun ve endişenin kaynağı Aleviliğin değil, an itibariyle devlete hakim olan Türk-(Sünni) İslam Sentezi’nin içeriğiyle ilgili. Yani adını böyle koymasak da “Alevi bir cumhurbaşkanı adayı olur mu, olsa ne olur?” sorusuyla başladığımız tartışmanın konusu muhtemel adayın Aleviliği değil, Sünniliğin Türkiye’de ve tarihin şu bulunduğumuz anında işaret ettiği anlam, yakın çevresiyle ve dünyayla, kendisiyle ve başkalarıyla kurduğu ilişkinin içeriği… 40 küsur yıldır devletle bütünleşen Türk İslam sentezi müktesebatının ve onun devletin zirvesinde cisimleşmiş bulunan tezahürünün beka sorunu ve bu sorunla baş edememe halinin yarattığı kriz asıl mesele.

Fakat bu yazının konusu Türk-İslam sentezinin, devletin -özelleştirme eğiliminde olduğu- şiddet tekelini kullandığı durumlarda (güvenlikçi siyasetiyle ve kabaca içerde polis ve yargıyla, dışarda militer ve paramiliter organlarıyla) ortaya koyduğu performansı kutsamak üzere başvurulan içeriği yani Türklük olmayacak. Bunun sonuçlarını bütün detaylarıyla biliyoruz. Türk-İslam sentezi ürettiği krizi hemen her siyasi partiye şu ya da bu ölçüde sirayet ettirmiş durumda. Ve bu yüzden, altılı masa etrafında buluşan ana-akım muhalefet partileri ancak zoraki ve yarım sayılabilecek bir muhalif söylem geliştirebiliyor mevcut iktidara. Siyasetlerinin geriye kalan yarısıyla kırmızı çizgilerine rengini veren sentezin rehini olmaktan kurtulamıyor, hatta o sentezi en iyi kendilerinin temsil ettikleri iddiasında yarışıyorlar birbirleriyle. Altılı masanın dışında kalan sağ siyasi partiler de siyasetlerini bu sentezin alanına park etmek üzere birbirleriyle yarışma ya da ittifak yapma yolları geliştiriyorlar. AKP’yi iktidara taşıyan ve sonra da onu 20 yıldır orada tutan siyasi buhranın bir türlü nihayete ermemesinin sebebi de bu. Siyasi partilerin, temsil ettikleri zihniyet örüntüleri itibariyle bu sentezin işaret ettiği sınırların dışına çıkamamaları. Bitmek bilmeyen bu siyasi buhranı, kabaca sentezin Türk ayağının saplandığı bir girdap olarak tarif edebiliriz.

Ahlak buhranı

Fakat bir de ahlaki buhran var ve o buhran AKP’li yıllarda giderek yoğunlaştı ve görünürleşti. Nihayetinde sentez İslam’ı bir ahlak öğretisi olarak sunuyordu ve AKP giderek ahlakçılaşan, ahlakı kendinde merkezileştiren siyasetiyle o öğretinin hayata nasıl geçtiğinin temsili oldu. Bu buhranın en doğrudan işaretlerinden biri dindarlığı, üzerlerindeki aile, cemaat ve devlet baskısına rağmen geride bırakan gençler ise ikincisi ve daha doğrudan olanı Diyanet İşleri Başkanı’nın şu ya da bu konudaki herhangi bir beyanının aldığı cevaplar. Yüzlerce örnek var, bu yazıyı yazarken karşılaştığım biri şurada. Ali Erbaş’ın Elazığ’daki bir Kur’an kursu açılışında ettiği gayet standart sözlerin bir kısmı şöyle: “Sadece Elazığ’ın, Türkiye’nin huzuru değil, dünyanın huzuru İslam’dadır. Bunun dışında başka bir anlayışta, başka bir sistemde huzur yoktur. Dünya İslam’a muhtaçtır.” Alttaki yorumlarda yüzlerce kişi, içinde İslam geçen türlü-çeşit bağlamda açığa çıkan huzursuzluklara dikkat çekiyor yalnız birkaç kelimeyle, bazen tek bir fotoğrafla. Pek çok kişi de Erbaş’ın yeni makam aracı alamamaktan yakındığı eski bir haberi hatırlatıyor. Bu, Erbaş’la ilgili herhangi bir haberde, neredeyse her gün birkaç defa gerçekleşen bir sosyal medya ritüeli haline gelmiş durumda çoktan.

Diyanet oldum olası güvenilen bir kurum olmamıştı. Keza tarikatlar da. Fakat söz konusu güvensizliğin, AKP döneminde bu kurumlar görünürleştikçe ayyuka çıktığına şüphe yok. Aksoy Araştırma’nın geçen yıl yaptığı bir araştırmaya göre Diyanet’e net bir şekilde güvenmeyenlerin oranı yüzde 53,5 civarında. Net olarak güvenenlerin oranı ise yüzde 31’den ibaret. Güvenme oranını artıran kesim AKP seçmenlerinden oluşuyor. Aynı araştırmada bir de “Tarikatları ne yapmalı?” diye sorulmuş. Yüzde 42,6 “tamamen kapatırdım”, yüzde 39,6 “çok sıkı denetim yapardım” diye cevap vermiş. Tamamen serbest bırakırdım diyenlerin oranı AKP tabanında bile yüzde 7,7, Türkiye genelinde ise yüzde 3,4’te kalmış. Bu iki veriyi bir arada düşündüğümüzde Diyanet’in halen kimseye güven vermeyen tarikatlara alternatif bir resmi din anlayışını temsil ettiği, dolayısıyla kuruluş işlevini sürdürdüğü, ancak siyasi gücünü dindarların taleplerine dayandıran AKP döneminde bile güvenilir bir kurum sayılmadığı sonucuna varabiliriz. 2014’te Konda’nın yaptığı bir başka araştırmada Diyanet’in fetva ve açıklamalarına güvenenlerin oranı yüzde 72 olarak ölçülmüş. İki veri birbiriyle örtüşmediğinden tam bir karşılaştırma yapamayız ama yine de uzaktan görünen köy hakkında tartışılmaya muhtaç bir tarif yapabiliriz. Etkinliği ve görünürlüğü arttıkça azalmış Diyanet’e duyulan güven.

Türk-İslam sentezinin İslam’ın Sünni yorumuyla sınırlanan ayağında ciddi bir sorun var şu halde. Ahali bu dini temsil gücünü gerek devlete gerek geleneğe dayandırarak ellerinde tutan zevata ve kurumlara güvenmiyor. Başka yoldan bir daha söyleyelim: Ahali, devlet eliyle kendisine meşruiyet kaynağı teşkil etsin diye geliştirilmiş Türk-İslam sentezinin ahlak içeriğini üreten kurumları, o kurumların siyasetlerini ve sözlerini güvenilir bulmuyor. Bu güvensizlik tam olarak İslam’la ilgili bir mesele olarak düşünülmeyebilirdi. Ne var ki bunu böyle düşünmekten kaçabileceğimiz tüm kovuklar tıkanmış vaziyette. Zira aşağı yukarı kırk yıldır önce yerel yönetimler sonra merkezi hükûmet aracılığıyla hayatın her alanını hayal güçleri yettiği ölçüde dönüştüren bir siyasi ekip var iktidarda ve enerjilerini dokundukları her şeyi dinileştirmekten, bu yolla dini dünyevileştirmekten alıyorlar. Yani istesek de istemesek de din artık onların tarif ettiği gibi bir şey. Hatta din artık onların bizatihi yaşayarak tarif ettikleri şeyden ibaret. Kaldı ki bir dini ona inananlardan bağımsız bir şey, bir ideal olarak görmek ve düşünmek de her şeyden önce hayatlarını o dine göre şekillendirdiklerini söyleyen insanlara haksızlık. Bu haksızlığı etmemek için diyebiliriz ki, Sünni İslam şu içinde yaşadığımız zamanda ve Türkiye koşullarında ehl-i AKP’nin yaşadığı gibi bir şeydir. Gibisi çok, onların yaşantılarıdır işte. Üstelik ehl-i AKP, yapısını değiştirip güçlendirdiği Diyanet ve türlü çeşit yollarla beslediği tarikatler eliyle, başka türlü bir İslam’ın mümkün olmasını da engellemektedir. Şu halde ehl-i AKP İslam’ın en ideal formunun kendilerinde vücut bulduğunu iddia etmektedir. Niye değilleyelim böyle bir iddiayı durup dururken? Hele yerine koyacak başka bir İslam’ımız da yoksa… Benim yok… Hem, kimin haddine? Değil mi ya?

Gene neoliberalizm

İyi haber… Bu olan şey yalnız Sünni İslam’a olmadı. Bulundukları yerde bir şekilde ana akımlaşan, güçlerini devlet destekli piyasa ortamlarında gerek ticari etkinlikleri gerek hayır-hasenat işleri aracılığıyla görünürleşerek artıran tüm dinlerin başına geldi bu iş. Adına post-sekülerizm dendiği de oldu, ulus-devlet sonrası bağlam diyen de. Bu iki kavramın aşağı yukarı eş zamanlı olarak ortaya çıkması da tesadüf değil. Çünkü piyasa koşullarında vuku bulan bir fenomenin iki veçhesini tarif ediyorlar. Devletler piyasaları kontrol altında tutan, ahaliyi yurttaşlıkta eşitlemek üzere dizginleyen yapılardan piyasaların hizmetinde araçlara dönüştükleri ölçüde bir yandan modern devletin temel yapı taşı olan ulus kavramı aşınırken (bizim sentezdeki Türk bacağı), diğer yandan dinler (sentezin İslam bacağı) mazlumların afyonu olarak kendilerine gösteri sahası buldular. Bunun adına, piyasayı kutsal ve dokunulmaz, her işine hizmet edilmesi gereken bir mabet olarak tarif edenler neoliberalizm dediler. Post-seküler çağ neoliberalizmin eksiğini tamamlayarak ona eklemlenen dinlerin ahlakı aile ve ev, dolayısıyla biyo-iktidar üzerinden hem tarif edip hem pazara çıkarmalarıyla mümkün oldu. Sonunda dindarlar kendilerini piyasayı kutsarken buldular, iyinin ve kötünün ölçüsü ve değeri orada yani piyasada belirlenir oldu.

İki gayet genel geçer ifadesini aktarayım burada. Biri, “Müslüman en iyi evde oturmalı, en iyi giysileri giymeli, en iyi yemekleri yemeli ki Allah’ın inananları nasıl ödüllendirdiğini cümle alem görsün” lafı. Bu lafı edenler çoğu zaman, aslında “Yoksullar yoksul iseler iyi Müslümanlar değillerdir” dediklerinin pekâlâ farkındalar. Çok sık karşılaştım bu lafın versiyonlarıyla saha çalışmalarımda. Diyanet İşleri Başkanı’nın ahalinin tepkisi yüzünden yeni makam aracı alamamaktan yakınmasını da bu formülün bir versiyonu olarak görüyorum. Bir başka versiyonu, “Eğer dosdoğru yolda olmasam Allah beni böyle ödüllendirir miydi?” şeklinde dile geliyor. Burada, şu anda idrak edilen bir cenneti tasvir ediyor kendi yaşantısından bahsederken bu lafları edenler. Başkan hariç. O ahalinin sızlanmaları yüzünden hak ettiği cennete kavuşamamaktan şikâyetçi bu durumda. Bir diğer örnek ise şimdi yaptığım araştırmadan. Dinlediğim pek çok öyküde, gidip çalışacak iş bulan ve eve para getiren çocuklar üzerindeki dini baskı azalıyor. O iş kaybedildiği zaman birden bire baskı da geri geliyor. Bu örnekte de emeğine piyasada bir karşılık bulmakla çocuk-genç kendi davranışlarını belirleyebilecek bir kişiliğe sahip olduğunu da ispatlamış oluyor.  Yani biri olarak kabul ediyor içine doğduğu evde. Ama bunu sürekli de kılmak zorunda. Çünkü artık piyasada parasal bir karşılık bulamadığında o kişiliği yani biri olma niteliğini de kaybetmiş oluyor anne-babanın gözünde. Hayır, bu yoksul evlerde değil, aksine hali vakti yerinde ailelerde daha çok karşılaşılan bir örüntü. Yani çocuğun üzerindeki “piyasada bir karşılığın yoksa benim istediğim gibi yaşayacaksın” baskısı yoksulluktan değil.

Piyasa dinlerinin geleceği

Bir de dini modalar var. Sürekli güncelleniyor aslında hem ritüeller hem lafız. Çünkü din de bir piyasa malı olarak işlev görüyor aslında. Dükkânlar kendi aralarında rekabet edebilmek ve yeni müşteriler çekebilmek için yeni yeni fikirler bulup çıkartıyorlar. Yalnız ambalajlar parlatılmıyor, ürünün içeriği de değişiyor. Şu hakikat-sonrası vaziyetin belki de en hakim olduğu piyasa din piyasası bu yüzden. Luca Mavelli, hakikat-sonrası siyasetin dinlerle bu kadar yakından bir alışveriş içinde olmasını ve bunun neoliberalizmle ilişkisini şöyle özetliyor:

“Hakikat-sonrası siyaset, cehaleti ve piyasaya koşulsuz inancı özgürlük için vazgeçilmez koşullar olarak kabul eden kutsallaştırılmış bir neoliberal ‘hakikat piyasası’nın cisimleşmesidir. Neoliberalizm gücünü, sürekli olarak dini anlamlar ve göstergeler çağrıştıran seküler bir ‘devlet aklı’ndan (government rationality) alır. Neoliberalizm, kutsal ile din dışı arasındaki sınırı yerinden edip yeniden çizer ve kendisini otoriter seküler, rasyonel bir cephenin arkasına saklarken bir kutsallık havasına bürünür.”

Mavelli’ye bir tek itirazım var. Şu tarif ettiği formülde seküler kelimesinin yerine dünyeviyi koymak lazım. Sebebi bu formülde seküler olanın etik içeriğinin düşmesi değil, dinlerin neoliberalizm bağlamında dünyevi olanı kutsamak gibi bir işlevleri olması. “Çevre Müslüman’ın helal malıdır”la başlayan cümlenin devamı, yüksek yüksek tepelere kondurulan betonarme camilerin önünde kendine kutsallık atfeden pozlarla gelir: “Dünyayı kutsal yapan benim. Benim efendisi olduğum piyasa kutsaldır. Piyasa kutsaldır çünkü ben oradayım, görünürlüğümün ve gücümün kaynağı odur.”

Bir yandan da bu aşama, dinin hal-i hazırdaki sahiplerinden daha doğrusu satıcılarından sonraya kalmaması üzerine kurulu bir rekabete işaret eder. Rekabetin konusu din değil, dünyadır çünkü. Bunun örneğini İtalya’dan vereyim. Bir arkadaşım anlattı. Büyüdüğü küçük İtalyan kasabasının merkezindeki kilisenin hemen yanı başında bir okul ve ikisinin paylaştıkları büyükçe de bir arazi varmış. Çocuklar okulun ve kilisenin ortak kullanımındaki bu arazide büyürler, bu vesileyle Pazarları kiliseye de giderlermiş. Derken, şu son 20 yılda arazi önce rekabet konusu olmuş. Kilise nüfuzunu kullanıp almış okulun elinden araziyi. Çocuklar oynamasın diye de çitlemiş çevresini. Yalnızca Pazar günü ayinlere gelenler kullanabiliyorlarmış artık. Belediye okul için bina bulmuş ama çocukların vakit geçirecekleri bir arazi bulamamış. Mecburen şehrin kıyısındaki bir yeri göstermişler. Oraya da ancak otobüsle gidebiliyormuş çocuklar, yoksul çocuklar kimi zaman yol parası alamıyormuş ailelerinden. Pazar günü aileleriyle kiliseye gitmeyi reddediyormuş pek çok çocuk artık. Hatta bahçeye yapılan süslü şeyleri kıranlar olmuş aralarında. Bunu anlattığında bana çok tanıdık geldiğini söyledim arkadaşıma. Dinin şimdiki sahipleri, inançlarının kendilerinden sonraya kalmaması için el birliği etmiş gibiler. Cenneti paylaşmak ya da kendilerinden sonraya bırakmak istemiyorlar. Demek ki ölünce cennetten kovulacaklarını da düşünüyorlar.

Hiç de radikal ya da solcu sayılamayacak bir sosyolog olan Adam Possamai (Weberci olduğunu, ayrıcalıklı bir sınıftan geldiğini vs söyleyerek başlıyor zaten her söze) neoliberalizmi küresel bir din olarak görüyor ve kendisinden önceki dinleri dönüştürmedeki maharetinin büyük ölçüde onun bu dini niteliğinden geldiğini öne sürüyor. Fakat neoliberalizmle girdikleri dayanışma nedeniyle artık eskisi gibi değil dinler, şu üç işleve indirgenmiş vaziyetteler ona göre: kişisel gelişim (tanıdığım bir kadın Kur’an’dan, “en hakiki kişisel gelişim kitabı budur, neden o gözle okumayayım” diye söz etmişti. Kur’an’dan yola çıkan bir kişisel gelişim kitabı yazma projesine itiraz ederek hak etmiştim bu çıkışmayı.); şifa arayışı (malum artık SGK kapsamına alındı bizdeki bir takım dini olduğu söylenen şifa şeyleri de); ve nihayet eğlence (neydi Ramazan sohbetleri yapan adamcağızın adı, hah işte, onun yaptığı.). (The I-zation of Society, Religion and Neoliberal Post-Seclurasim, Palgrave, 2018, ss. 68-79). Buna bir de “self-marketing” yani kendini pazarlama aracı olarak din mevzuunu eklemek lazım. KPSS puanının yerini alacak güçte bir pazarlama gücü var mevcut halde dindarlığın.

Mevzunun aslı

Bütün bunlara bir de dindarlığıyla malum siyasetçilerin ülkeyi her konuda soktukları dar boğazları ekleyin. Yoksulluğu ekleyin. Yolsuzlukları ekleyin. İçi boş şişinmelere eşlik eden genç göçünü, aslında geleceğin göçünü ekleyin. Şehirlerin yaşanmaz hale gelmesini. Ülkenin hilalin gölgesi altında sömürgeleştirilmesini. Değme sömürgeciyi aratmayacak kaynak istismarına eşlik eden askerli, polisli müdahaleleri de ekleyin. Üç-beş piyasa peygamberi kendilerine olan imanlarını tazelesinler diye kurban edilen milyonlarca “İsmail”i düşünün. Bu merasimde koç da inmiyor göklerden. Hatta evlatları için tepeler arasında koşturup duran annelere yaptığı sert müdahalelerle övünüyor piyasanın efendi görünümlü hizmetkârı mü’min devlet.

Bütün bu dönüşümlerin kolaylaştırıcılığı görevini Sünni İslam’a verdi 1980 darbesini de planlayıp gerçekleştiren Türk-İslam sentezciler. O vakitten bu yana geçen 40 yılın sonunda biz oturmuş cumhurbaşkanı adayı Alevi olursa sıkıntı çıkar mı, diye tartışıyoruz. Böyle bir soru iki nedenle sorulabilir: İlki, ayrıcalıklarını elden bırakmak istemeyen Sünni piyasa baronlarının şerrinden duyulan korku. Bu soruyu bu korkuyla soranlara “dayanışma kurtarır” diye cevap verebiliriz belki. Bizi bütün bu korkunç patikaya sokanlarla, onlardan korkarak mücadele edemeyiz. Onlarla mücadele etmenin yolu da dayanışma hattını genişletmek. Her alanda, ama her şeyden önce siyasette. Neyse ki geçen hafta, aylardır tartışılan bu soruya (TİP milletvekili ve gazeteci Ahmet Şık dile getirmeden önce de bu soru soruluyordu elbette, en az bir yıldır soruluyor) cevaplar gelmeye başladı ana-akım muhalefet partilerinden. İkinci neden ise Aleviliğin içeriğiyle ilgili olabilir ki henüz soruyu buradan soran kimseyle karşılaşmadım. Bu umut verici bir durum. Demek ki, Sünni evrenin dışına biraz bile çıkıldığında siyaset seküler bir nitelik kazanmaya başlıyor. Ve bu da mevzunun taraflarının, Sünni İslam’ın Türkiye tecrübesinde kendini devletin ve piyasanın kullanımına bunca sunmasının yarattığı sonuçların pekâlâ farkında olduklarını gösteriyor.

Sonunda aday Alevi mi olur, Sünni mi olur pek umurumda değil açıkçası. Şu anda aday tartışmasının, örneğin iki-üç ay öncesine göre önemini kaybettiğini düşünüyorum ayrıca. Hatta Erdoğan istedi diye aday açıklama gafletine düşmemeli altılı masa. Dolayısıyla bu yazının ve önceki iki yazının derdi bir şekilde adayın kimliğinin tartışılması değil, bu tartışmayı kendince yönlendirmeye çalışanların saklamaya çalıştıkları pürmelale işaret etmek.

Türkiye çok şaşırtıcı bir ülke. Hiçbir değişim aşama aşama olmuyor, zamana yayılmıyor. Belki de devletin yarattığı setler yüzünden sıçramalar halinde yaşıyoruz zamana yayılması gereken topyekûn dönüşümleri. Bu yüzden kimse de bilemiyor sıradaki dönüşümün içeriğini, anlam ve önemini. Yine öyle bir sıçramanın eşiğinde olduğumuza şüphe yok. İçimde bir his iyi olacak diyor, zor olacak, belki bugüne kadarkilerin en zoru olacak ama iyi olacak. Çünkü bulunduğumuz yerde hava bitti, küf kokusu sardı her yanımızı. Tazelenmek lazım. Bu tazelenme hamlesi esnasında neyin geride bırakılması gerektiğini tartışırken hangi kelimeleri birbirlerinin yerine kullandığımıza da dikkat etmemiz lazım. O yüzden diyorum ki başkan adayının Aleviliği üzerinden açılan tartışma Sünniliğin geldiği şu tarihsel aşamaya ilişkindir aslında. Tıpkı Kürt meselesinin özünde Türklerin kim olmak istedikleriyle ilgili bir tartışma olması ve adı yanlış konduğu için bir türlü sahiden konuşulamaması gibi.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.