Düşünün, yaşadığınız ülkede ya da şehirde ülkeyi yöneten otoriter rejime karşı bir ayaklanma çıktı, sokaklar yanıyor. Tamamıyla “akılcı” bir insan olarak düşünürsünüz: Bu ayaklanmanın başarılı olma olasılığı ne, diyelim başarılı olacak siz olmadan da başarılı olabilir mi? Evet, herhangi bir devrim son katılan olmadan da başarılı olabilir. Devrim başarılı olursa, siz değişimden yararlanabilecek misiniz? Tabii ki evet… Ayaklanmaya katılırsanız, yaralanma ya da ölme olasılığınız da var bu arada. O zaman “akılcı” bir insanın şöyle düşünmesini bekleriz: “Madem devrim bensiz de olabiliyor, sonuçlarından ben de faydalanıyorum, katılırsam da ölme olasılığı var; o zaman ben en iyisi katılmayayım”. İşte iktisatçıların “kolektif eylem sorunu” dedikleri ikilem bu, çözümü de katılmamak, hiç kimse katılmayınca devrim de gerçekleşmiyor haliyle. Ancak akıl ne derse desin, insanlar ölmeyi göze alarak ayaklanıyorlar ve devrimler oluyor, bazen de olmuyor.
“Akılcı” bir aktör, yaşamına mal olabilecek bir eyleme neden katılır? Hele eylemin sonuçlarından katılmadan da istifade edebiliyorsa… “Kolektif eylem” ikilemi sadece devrimlerde ya da protesto hareketlerinde karşımıza çıkan bir sorun değil; sokağa çöp atmaktan iklim değişimine, “Tarlaya suyu nasıl getirelim” sorusundan “Yolsuzluklarla nasıl mücadele edebiliriz” meselesine kadar birçok konuda önümüze çıkıyor. Bu ikilem üzerinde kafa yoranların verdikleri birçok farklı yanıt var: Kendisini eyleme adayan ve diğerlerinden daha fazlasını ortaya koyan “adanmışların” olması, diğerlerinin katılmasını kolaylaştırıyor mesela. Eyleme katılmanın maliyeti düşüyorsa, örneğin klavye başından “sallamak” da katılmak sayılıyorsa; insanlar daha fazla katılıyorlar. Eylemin başarıya ulaşma olasılığı fazlaysa ya da öyle gözüküyorsa; insanlar “Bensiz olmaz bu iş” diye düşünmeye başlıyorlarsa ya da eylemin risklerini hafife alıyorlarsa; “beleşçilik” azalabiliyor. “Kolektif eylem” ikilemiyle karşılaşan toplulukların norm ve değerleri de önemli, bazı toplumlar “diğerkâmlığı” benimsemişken, bazıları da daha rekabetçi ve bireyci. Bir yandan da insanlar kendi gruplarına “kazık atmak” konusunda daha çekingen olabiliyorlar, dolayısıyla grup kimlikleri de “beleşçilik” eğilimi üzerinde etkili. Sovyet Devrimi’nin de çok iyi gösterdiği gibi küçük örgütlenmeler, eyleme önderlik eden kuvvetli kişiliklerin olması ya da eylemin başka kişiler/kurumlar tarafından desteklendiğini bilmek de katılım eğilimini arttıran faktörler olarak listelenmiş. Eylemcilerin kapalı ve havalı bir kulüp olarak örgütlenmesi ya da kaytaranın bir şekilde cezalandırılacağının bilinmesi de katılımı teşvik ediyor.
Bütün bunlara ek olarak bir de işin duygusal boyutu var. Ayaklanma ve protesto hareketlerinin tarihçesine bakanlar, öfkenin egemen olduğu bir duygusal ortam olduğunu görüyorlar. Öfke; hatırlayalım, ahlaki yani insanlar haksızlıkla karşı karşıya kaldıklarını düşündüklerinde devreye giren bir duygu. Öfkelendiğimizde “savaş ya da kaç” tepkimiz devreye giriyor, adrenalin salgılıyoruz ve dövüşmeye hazırlanıyoruz. Öfkenin dünya algımız üzerinde de etkisi var, öfkeli insanlar harekete geçmeye daha eğilimli oluyorlar ve var olan riskleri daha az algılıyorlar. Üstelik haksızlıkla bireysel olarak karşılaşmamız gerekmiyor, kendi grubumuzun yani bize benzeyenlerin haksızlığa uğradığını düşünüyorsak da öfkeleniyoruz, bu açıdan öfke aynı zamanda grup temelli bir duygu… Bir ülkede, bir grup sistematik olarak haksızlığa uğradığını düşünüyorsa daha öfkeli olma olasılığı yüksek. İlk başlarda haksızlığın sadece maddi olduğu düşünülmüş ve bölüşümsel adalete odaklanılmıştı yani refahın adil bir şekilde dağılıp dağılmadığına bakılıyordu. Şimdiyse, insanları öfkelendirenin sadece bölüşüm meseleleri olmadığını; kararların kimler tarafından, nasıl alındığı ve karar alma süreçlerinin şeffaflığı, adilliği ve güvenilirliği gibi etkenlerden oluşan “süreç” adaletinin de önemli olduğunu biliyoruz. Bir toplumda birileri kendilerini ilgilendiren kararlardan sistematik olarak dışlanıyorlarsa, alınan kararlar ve izlenen politikalar her zaman bu kişilerin aleyhineyse ve karar verenlere toptan güvenmiyorlarsa insanların öfkelenmesi şaşırtıcı olmuyor, yani mesele sadece “birkaç ağaç” değil.
Devrimlerin “kolektif eylem” ikilemine rağmen nasıl mümkün olduğunu düşünürken, insan haysiyeti faktörünü de unutmamak gerek. Haysiyet, hepimize çok tanıdık gelen bir kavram ancak bildiğimiz anlamda kullanılması çok yeni. İddia o ki Kant’ın “Amaçlar dünyasında her şeyin fiyat ya da değeri (Würde) vardır. Fiyatı olan eşdeğerde bir şeyle ikame edilebilir, her şeyin üzerinde olan, fiyatı olmayan ve ikame edilemeyenin ise değeri vardır” cümlesindeki “değer/Würde”, “haysiyet/dignity” olarak çevrilmiş ve önemli bir felsefi tartışmanın yolunu açmış. İnsanın fiyatı olmayan ve ikame edilemeyen, haysiyetli bir varlık olarak tanımlanması bazıları için o döneme kadar aristokratların sahip olduğu doğuştan gelen hakların her insana, sadece insan olduğu için verilmesi gerektiği düşüncesinin yaygınlaşmasıyla sonuçlanmış. Çoğunlukla “onur” ile eşanlamlı olarak ve birbirinin yerine kullanılsa da onurun “şeref” anlamına geldiği ve yaşamımızda kendi çabamızla kazandıklarımız; haysiyetinse doğarken yanımızda getirdiğimiz bir şey olduğunu da düşünürsek aradaki farkı çok iyi anlayabiliriz.
İnsan haysiyeti -çünkü haysiyetin sadece insanın tekelinde olmadığını bilmemiz gerekiyor- başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı olmak üzere birçok hukuki metinde yer alıyor ve bizim anayasamızda da birkaç yerde geçiyor. Almanya Anayasası’nın birinci maddesinde “insan haysiyetinin dokunulmaz olduğu” ve bunu korumanın devletin görevi olduğu belirtilirken; bizim kadük olan anayasa taslağımızda da “İnsan onur ve haysiyeti dokunulmazdır. İnsan onur ve haysiyeti insan haklarının ve anayasal düzenin temelidir” şeklinde yer almıştı. Tamamen hukuki bir bakış açısıyla insan haysiyeti, insan haklarının evrenselliğinin temelini oluşturuyor ve ifade özgürlüğünden, eğitim hakkına ve “insana yakışır bir işte çalışmaya” kadar geniş bir yelpazede “hak temelli” bakış açısını oluşturuyor.
Ancak haysiyet sadece hukuki metinlerde kalan bir kavram değil. 2010’da Tunuslu seyyar satıcı Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasıyla tetiklenen Arap Baharı, Arap ülkelerinin yozlaşmış diktatörlerine karşı insanların haysiyetlerini korumak için ölümü göze alarak giriştikleri bir eylem olarak “Haysiyet Devrimleri” adıyla anılıyor. Haysiyet kelimesi Tunus’ta ve Mısır’da meydanlarda sık sık slogan ve simge olarak kullanılmış. Ukrayna’da, 2014 yılında Maidan Ayaklanması da “Haysiyet Devrimi” adıyla tanınıyor, bu ayaklanmanın da hedefinde vatandaşların tercihlerine arkasını dönen yozlaşmış siyasetçiler vardı. Lübnan’da, Tayvan’da ve ABD’de gerçekleşen protesto hareketlerinde de insan haysiyetinin korunmasının temel motivasyon olduğu söyleniyor. İspanya’da ekonomik krize tepki olarak doğan ve iktidara kadar yürüyen “Indignados” hareketinin isminin “dignity/haysiyet” ile aynı kökten gelmesi rastlantı değil. 2013’teki Gezi protestolarının da temelinde de aynı motivasyon olduğunu düşünenler var. İran’da bugünlerde gerçekleşen ayaklanmaların da bir haysiyet meselesiyle ilişkili olduğunu da kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu açıdan haysiyet, vatandaşları sokağa çıkartabilen bir kavram olarak önümüze çıkıyor.
Haysiyeti, adaletsizliklerle karşılaşıldığında duyulan öfke duygusuyla ölümü göze alarak sokağa çıkma eylemi arasındaki kayıp halka olarak görebiliriz. Sokağa çıkanın uğradığı haksızlık, haysiyetinin yok sayılması anlamına gelebilir, bu da doğal olarak öfkeye yol açabilir. Uğranılan haksızlık haysiyetli bir yaşam sürdürecek kadar para kazanamamak, düzgün bir evde barınamamak, çocuklarını iyi bir okula gönderememek gibi bölüşüm konularında olduğu kadar; yaşamını etkileyen kararların çoğunda sözünün dinlenmemesi, bazı kurallara uymaya, belli şekillerde yaşamaya zorlanması gibi süreç adaletiyle de ilişkili olabilir. Başını “kurallara uygun” şekilde örtmediği için götürüldüğü karakolda yaşamını yitirebileceği, üstelik bu eylemin sorumlularının cezasız kalacağı gerçeğiyle karşılaşmak, insan haysiyetini yok sayan bir durum değil mi? Ve insan bu davranışa ne kadar katlanabilir? İran’da ve yukarıda saydığım her coğrafyada bu gördüklerimiz, insan haysiyetinin anahtar rolünü bize gösteriyor.
Sadece demokrasinin değil, ideal anlamda iyi bir siyasal rejimin vatandaşların haysiyetlerine saygı gösteren bir rejim olması gerekiyor. Tam bu noktada haysiyeti nasıl tanımlayacağımız sorusuyla karşılaşıyoruz. İnsan hakları listesinde yer alan bütün hakların insan haysiyetinin ayrılmaz bir parçası olduğunu söyleyebiliriz, bu liste yaşama hakkından başlar, ifade özgürlüğü ve eğitim hakkına kadar uzanır. Daha geniş bir liste kullanıp ikinci ve diğer nesil hakları da dahil ettiğimizde düzgün bir işte çalışmak, barınmak, gıdaya ve sağlık hizmetlerine erişebilmek, sağlıklı bir çevrede yaşayabilmek, dijital hizmetleri kullanabilmek ve kendi cinsel, dini ya da etnik kimliğini saklamadan ifade edebilmek gibi hakları da insan haysiyetinin ayrılmaz bir parçası olarak belirtebiliriz. Üstelik, bu hakların yasal olarak verilmesi yetmez; vatandaşların -ve tabii vatandaş olmayan göçmen ve mültecilerin- bu hakları kullanabilir olmaları gerekir, bu da başlı başına bir tartışma.
O zaman da, siyasetin amacını insanların haysiyetlerine saygı göstermek ve insan haysiyetine yakışır bir yaşam sürmelerini sağlamak olarak tanımlayabiliriz. İnsani Gelişmişlik Endeksi ve benzeri çalışmalar Türkiye’nin ne durumda olduğunu bize açıkça gösteriyor, öte yandan biz zaten ne halde olduğumuzu herkesten daha iyi biliyoruz. Sorun, durumun farkında olmamamız değil, siyasetteki amacını bu şekilde tanımlayan siyasi aktörlerin bulunmaması. İnsan haysiyetini yok sayan bir siyaset anlayışının insanları meydanlara döktüğünü biliyoruz ancak o aşamaya gelene kadar siyasete ve daha önemlisi demokrasiye vereceği zarar da az değil. Yeni bir siyasal sistemi düşlediğimiz bugünlerde, “Nasıl bu ülkeyi insan haysiyetine saygı gösteren bir ülke haline getirebiliriz?” sorusunu da önceliklerimiz arasına almamız gerekiyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.