Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sevilay Çelenk yazdı: Okyanusta küçük bir ada, üç kadın ve kelebekler…

Karayipler’deki Hispanyola Adası’nda yer alan Dominik Cumhuriyeti küçük bir ülke. Bugünkü nüfusu 11 milyon civarında. Bundan altmış iki yıl evvel, 1960 yılındaki sayımda ise ülke nüfusu 3 milyondan biraz fazla. Yıllar geçip gitmiş. Nüfus neredeyse dört katına çıkmış. Bu küçük ülkede 25 Kasım 1960 tarihinde, tarihin en korkunç olaylarından biri yaşandığı için hayat elbette durmamış ve akmaya devam etmiş. Yaşananları romantize etmek için değil ama tahayyül edebilmek için tarihin o anında o ülkenin, o şehrin, o mahallenin nasıl bir yer olduğunu bilmek istiyor insan. Belki de yaşananları akıl ve vicdan bir türlü almadığından…

Masmavi denizin çevrelediği cennet bir toprak parçasından, küçücük bir ülkeden bir diktatörün çıkması ihtimali kulağa çok tuhaf gelse de maalesef çıkmış. Dominik Cumhuriyeti tarihin en kanlı diktatörlerinden biri olan Diktatör Rafael Trujillo tarafından 1931 yılından, 1961 yılına kadar tam otuz yıl yönetilmiş. Diktatör, Mirabel kardeşleri feci biçimde katlettirdikten tam altı ay sonra bir suikast sonucu öldürülmüş.

Rafael Trujillo

Üç kız kardeşin diktatörün emriyle askerler tarafından dövülerek, tecavüz edilerek ve işkence sonucu boğularak öldürülmelerinin diktatörlüğün sonunu getirdiği konusunda herkes hemfikir. Mirabal kardeşler bu olayın evvelinde de diktatörün zulmüne maruz kalmış, özellikle hukuk eğitimi gören Minerva Mirabal doğrudan Trujillo’nun hedefi olmuş, eğitimi engellenmeye çalışılmış, tutuklanmış. Yine de bütün bunlar ne Minerva’nın rejim karşıtı aktivizmini ne de Dominik Cumhuriyeti’nde hukuk fakültesinden mezun ilk kadın olmasını engelleyebilmiş. Diktatörlüğe karşı mücadelelerinde kendilerini “Kelebekler” olarak adlandıran Mirabal kardeşler içinde, politik olarak en aktif olanın da Minerva olduğu biliniyor.

Mirabal kardeşler, bir 25 Kasım günü cezaevindeki eşlerini ziyaretten dönerken katledildiler. 25 Kasım’daki ölümleri bu günün kadına karşı şiddetin evrensel sembolü olarak tarihe geçmesine yol açtı. Bu tarih 1999 BM Genel Kurulu kararı ile Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü ilan edildi. 

Mirabal kardeşler dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de başta 25 Kasım’larda olmak üzere hep anıldılar, haklarındaki bilgiler ve kısacık hayatlarının hikayesi tekrar tekrar paylaşıldı. Üç kız kardeş katledildiklerinde sırasıyla 36, 32 ve 25 yaşındaydılar. Üçünün de çocukları vardı, arkalarında altı çocuk bıraktılar. Hayatta kalan kız kardeşleri Dedé, kendi üç çocuğuyla birlikte bu çocukların da bakımını üstlendi. Anneanne ve Dedé teyze bu çocukları büyüttü ve yetiştirdi.

Kız kardeşlerin en büyüğü Patricia Mersedes Mirabal hayattayken “Çocuklarımızın, bu yoz ve zalim sistemde yetişmesine izin vermeyeceğiz. Bu sisteme karşı savaşmak zorundayız. Ben kendi adıma her şeyimi vermeye hazırım; gerekirse hayatımı da!” diyerek mücadelelerini ve hedef haline gelmelerinin nedenini çok iyi ifade etmişti zaten.

Bu kasım ayında Mirabal kızlarından biri, Minerva Mirabal’ın kızı Minou Mirabal, Uçan Süpürge’nin Dominik Cumhuriyeti Büyükelçiliği ile birlikte gerçekleştirdiği bir organizasyonla kadın örgütlerinin konuğu olarak Türkiye’ye geldi. Annesi ve teyzeleri katledildiğinde Minou dört yaşındaydı. Üç yıl sonra babası da katledildi. 

Minou’nun ziyareti kadınlara heyecan ve güç veren bir ziyaret oldu. Kadınlar bu ziyareti “Kelebek Etkisi” vurgusuyla kamuoyuna taşıdılar. Mücadelelerin, direnişin, dayanışmanın kelebek etkisi… Minou Mirabal’ın annesi ve teyzeleri için kaleme aldığı son mektup bu ziyaret ve buluşmalar sırasında her yerde okundu, konuşuldu. 

Mektup, bir evin kapısından üç tabut içeriye sokulmaya çalışılırken geride kalan anne ve kız kardeşin haykırışlarını altmış yıl evvelinin Dominik sokaklarından alıp buraya getiriyor. Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de bu yürek parçalayan sesin altmış yıl sonra yankılanmasını sağlıyor. Mektubun bir kısmını burada paylaşmak istiyorum. Cezaevine eşlerini ziyarete gittikten sonra geri dönmeyen ve kendilerinden haber alınamayan üç kız kardeşin evde büyük bir kaygı ve merakla beklenmelerinden başlayarak o günü şöyle anlatıyor Minou:

“Dedé teyzemiz ve anneannemiz Chea üzgündü, uyuyamıyorlardı. Bir beyefendi -sözde kazayı haber vererek- onları adeta deliye döndüren o telgrafla gelmeden önce bile endişe içindeydiler ama yine de küçük bir umuda tutunuyorlardı. Daha sonra gerçeklik hiçbir şüpheye yer bırakmadığı zaman artık teselli edilemez oldular. Yokluk, gözyaşı…

Anneannemiz Chea hem kızları için hem de bizimle ilgilenen ve bir daha asla gelmeyeceğinizi söylemeye cesaret edemeden dehşet içinde bize bakan tanıdıklar arasında dolaşıp duran bizler için dua ediyordu. Eve dönenler sadece bir kamyonet içindeki üç uzun kutuydu. Ben sandalyeden indirilinceye kadar, Dedé teyzenin çığlıklarını dinleyerek, pencereden onları seyrettim. Çünkü tabutlar odanın kapısından sığmıyordu ve o kız kardeşleriyle ilgilenmek, onları giydirmek, son bir kez giydirmek istiyordu. Anneannemiz Chea’ya imzalaması için bir mektup getirdiklerinde hâlâ ‘katil’ ve ‘onları öldürdü’ diyen bedduaları ve haykırışları duyuyordum.

Zalimce, dualarının ortasında onu, bir yandan cinayet hakkındaki söylentileri, öte yandan yerel basında olayı bir kaza olarak sunan rejimin maskaralığını kınayan ve suçu suç olarak tanımlayan uluslararası haberleri yalanlamaya zorladılar. Hiç kimse onlara inanmıyordu. Hiç bilmediğimiz küfürleri sessiz ağlayışlar, yitik bakışlar ve yıllarca süren bir sessizlik izledi. Ve siz üçünüz, asla geri gelmediniz.

O yağmurlu cumartesi günü sizi Salcedo mezarlığına gömdüğümüzden bu yana geçen bu altmış yılda, koparıldığınız dünya o kadar değişti ki, onu tanımak sizin için epeyce zor olurdu.”

“Dünya o kadar değişti ki tanımakta güçlük çekerdiniz” sözleri çok doğru ve maalesef bu değişim içinde değişmeyen şey kadına yönelik şiddet, şiddet, şiddet… Mirabal kardeşler hayatta olsalardı, bu anlamda tanımakta güçlük çekecekleri bir dünya maalesef hâlâ yok. O dünya henüz kurulamadı… 

Minou Mirabal’ın teyzeleriyle birlikte olduğu dört yaşındaki son fotoğrafı, zulüm politikalarının henüz yok etmediği bir hayat anının ışığını ve renklerini taşıyor. O son fotoğraf… Gülüşlerin, neşenin, çocuksu oyunların ve umudun fotoğrafı. O son fotoğraf erkek devlet şiddeti ile her şeyin bir anda, aynı günde, tek seferde yok edilmesinin ve yitirmenin fotoğrafı… 

Bu kayıplar olmasaydı, ne olurdu. Dünya nasıl bir yer olurdu? Soruyu da cevabı da Kelebeklerin kızı Minou’dan duyalım:

“Örneğin sen, anne, öldürülmemiş olsaydın 94 yaşında olacaktın ve belki de dolu dolu ve tutkulu bir hayat yaşıyor olacaktın. Ne olurdun: bir senatör mü, bir siyasi partinin ilk başkanı mı, insan hakları savunucusu mu? Dominik Cumhuriyeti’ni kadınların başkanlık ettiği ülkeler listesine mi sokardın, yoksa belki de insanlığa karşı işlenen en kötü suçlara karşı Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde adalet sağladığın için mi hatırlanırdın? Siyasi katılımınız, militanlığınız, bağlılığınız ve adanmışlığınızla ülkemizin daha farklı, daha adil, daha müreffeh ve daha demokratik olacağından hiç şüphem yok.

Sen, Nina Patria, 95 yaşında olacaktın. Üç çocuklu bir yetişkin olarak başladığınız Güzel Sanatlar eğitiminizi tamamlamış olsaydınız, sahip olacağınız sanat koleksiyonunu hayal etmek hiç de zor değil. Öyle bir koleksiyon ki, cömertliğiniz sayesinde müzelerimizden birinin duvarlarında sergilenirdi. Kim bilir belki de Modern Sanat Galerisi’nin kuruluşunda yer alır, sadece sanatçılara değil, dayanışmanıza ihtiyaç duyan herkese destek olurdunuz.

Ve sen, Maria Teresa, 85 yaşında olurdun. Daha adil bir insanlığın, herkes tarafından önemsenen ve korunan bir gezegenin günlük ve sıradan inşasında olağanüstü olanın bağlılıkla büyüdüğüne dair bir örnek, etik bir referans olurdunuz. Ve hatta belki de mühendislik mezunu olacaktınız Teté Teyze. Tarihimizdeki ilk kadın Bayındırlık Bakanı olarak dürüstlüğünüz ve verimliliğinizle nasıl ödüllendirileceğinizi merak ediyorum.

Kasım ayı geldiğinde, muhtemel yaşamlarınızı hayal etmeyi seviyorum ve o uğursuz dönemin sona ermesine katkıda bulunduktan sonra, sevginiz, mücadeleniz ve bunu gerçeğe dönüştürmek için yapacağınız katkılar sayesinde adaletin ve eşitliğin olduğu farklı bir ülke hayal etmeyi daha da çok seviyorum…”

Mirabal kardeşlerin feci ölümleri aslında Türkiye’de maalesef hiç de yabancı olduğumuz bir ölüm değil. Türkiye’de kadınlar politik, cinsel, dinsel ve etnik şiddetin en ağır ve en tahayyül edilemez biçimlerinin hedefinde oldular daima. Mirabal kardeşlerin ölümü bilmediğimiz bir hikayeye denk düştüğünden değil, çok yakından bildiğimiz ve bizi hâlâ her gün yeniden yakmakta olan bir ateşi bütün hücrelerimizde hissettirdiği için de bu ülkede hiç unutulmadı. 

Kadınlar dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de bu şiddet olmasaydı ne olurdu, nasıl olurduk bıkmadan usanmadan bunu düşünmeye, dillendirmeye ve hayatı çalınan hiçbir kadını unutmadan mücadeleye devam ediyor. Kelebek etkisiyle. 

Kelebekler her yerde… Santo Domingo’dan Tahran’a, Diyarbakır’dan İstanbul’a…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.