Ayşe Çavdar yazdı: Siyasi yabancılaşma – Selam bile verilemeyecek siyasetçiye oy vermek

Az önce biri Konya’da (Kendine Muhabir), biri Yalova’da (Sokak Kedisi) yapılmış ilki 23 dakikalık, ikincisi bir saatlik iki sokak röportajı izledim. Aslında başka bir şey vardı aklımda ama karşılaştığım çok güçlü bir ifade karşısında beynimden vurulmuşa döndüm ve azıcık değiştirdim yönümü.

Konya’da röportajları yapan arkadaş AKP’ye oy veren çok az insana rastgeldiği için hayli şaşırmıştı. Hatta şaşkınlığını sık sık dile de getirdi ve Konyalılar sanki kendileri de Konyalı değilmiş gibi, “ya hu bu Konya’nın insanı” diye başlayan cevaplar verdiler. Bu da iki ayrı formundan bahsedeceğim siyasi yabancılaşma sürecinin bir parçası.

Yalova’da yapılmış kayıtta ise İnce’ye oy verdiğini söyleyen tek bir kişi bile çıkmadı. Muhalefete oy vereceğini söyleyenlere İnce’nin adaylığını da soruyordu Sokak Kedisi Ebru Uzun. Gene tek bir kişi bile “Doğru yaptı, yanındayız” demedi. Hatta onu arkadaşı olacak kadar tanıdıklarını söyleyenler bile “güvenilmez biri” olduğuna dikkat çekiyorlardı. Diyeceksiniz ki bunların ne önemi var, sokak röportajlarına bakıp umutlanacak yeri geçtik. Umutlanacak pek çok şey var, bu sokak röportajlarını da ekleyebiliriz aralarına. Mevzu o değil.

Yalova röportajının sonunda ziraat mühendisi olarak uzun ve hayli zorlu bir çevre mücadelesi verdiğini, çoluğuyla çocuğuyla tehdit edildiğini anlatan Filiz Fidan, İnce’nin bütün o süreçte asla yanında olmadığını, tersanenin yaratacağı zenginleşme olanağına sırtını dönerek oy kaybetmemek için meseleye hiç karışmadığı gibi, olayın CHP Genel Merkezi’ne yansımasına da engel olduğunu geçiyor kayıtlara önce. Söyleşinin en sonunda tam olarak şu cümleleri kuruyor: “(İnce) diyor ki yüzde 30 ben oy aldım, CHP’den çok (oy aldım). Biz ona yüzde 30 oy verirken, ben verdim, biz ondan nefret ede ede, kıza kıza… Çoluğuma çocuğuma, ‘Ülkemiz için, partimiz için oyunuzu atın’ dedim. Ben ona yolda selam vermedim ama CHP’ye oyumu attım. O yüzde 30 oy, kesinlikle onun oyu değil.”

Bu çok ağır bir laf. Filiz Hanım’ın yaşadığı, bir beldesinde eşinin belediye başkanı olduğu şehirden çıkmış, üstelik aynı partide siyaset yaptığı bir politikacıya duyduğu derin kırgınlığı ta içimde hissettim. Bu kırgınlığın konusunun Muharrem İnce olmasıyla hiç ilgilenmiyorum. Bu türlü hislerle dolup taştığımız o kadar çok siyasetçi var ki. Aslında mesele cumhurbaşkanlığı seçimi ya da adaylar ya da İnce’nin muhalefet oylarını bölecek olması falan da değil.

Kararsızlık mı var, dargın mısın?

Bu iki sokak röportajında da sorulara cevap verenlerin, ekseriyetle hesabını kitabını yapmış, hangi oyu kime, neden atacağının gayet farkında olduğu anlaşılıyor. Kararsız çok az seçmen var. Ebru Uzun’un cevap alamadıklarına “Kararsızlık mı var?” diye sormasına da bayıldım. “İştahsızlık mı var, bulantı mı var, üzerinde bir kırgınlık mı var?” tonlamasıyla soruyordu çünkü. Onun sorusundaki “kararsızlık”la sonradan sıraladığım iştahsızlık, bulantı ve kırgınlık nasıl da benziyor birbirine. Üstelik her biri için sebeplerimiz de var. Filiz Hanım’ın söylediği sözü ağırlaştıran da o sebeplerin yol açtıkları rahatsızlıkların yaygınlığı. Sırası gelince “insanımız apolitik” dedirten mevzu: Ne demişti Filiz Hanım: “Ben ona yolda selam vermedim ama oy verdim.”

Bu yazı birkaç saat sonra yayına girecek, henüz son okuma tarihi geçmemişken de aday listelerini göreceğiz. Listelere bakarken, “hah tamam işte bu!” dediklerimiz olacak elbette. Bu seçimde böylesi adayların sayısının görece artacağını zannediyorum. Muhalefet seçmeni inisiyatifi ele alıp partileri hizaya soktuğundan beri (3 Mart krizi sonrası) partiler de bir nevi alıyorlar önlemlerini. Kulaklarını daha çok açıyorlar sanki sahaya. Önseçim yapacak kadar cesaret gösteremediler, yani işi şansa -sahaya- bırakamadılar tabii. Ama bir tür yoklama usulünü çalıştırdı her biri kendince. Gene de adayların bir kısmı, partilerdeki kimi kliklerin işlerini görmek üzere görevli oldukları için kontenjandan girecekler listelere. En çok da böylelerine baktığımızda kırgın, bulantılı ve iştahsız hissedeceğiz: “Ya ben bu şahsa selam vermem aslında ama şimdi gidip oy vereceğim.” Bunu derken en çok kime kırılacağız sahi? Kime yabancılaşacağız? Kiminle aramızdaki asma köprünün halatları yıpranacak?

Kırgınlığın öbür ucu: Aşksız bağlılık

Her iki sokak röportajında tekrar eden bir şey daha çekti dikkatimi. AKP’ye oy vereceklerini söyleyenler haberi coşkuyla veriyorlardı da, “Peki neden AKP’ye oy vereceksiniz?” sorusunun bir cevabı yoktu. Sokak Kedisi söyleşisinin 47’nci dakikası civarında var mesela bir örneği. Adam gururla, gözlerini kısarak, gıdısını şişirerek, elleri cebinde, kendinden emin Cumhur İttifakı’na oy vereceğini söylüyor. Peki “Cumhur İttifakı ne yaptı ki bu kadar gururlusunuz?” diye geliyor soru: Yanındaki arkadaşın yüzü asık, mevzuya karışası var ama karışmıyor. Beyaz saçlı adam “Ya siz biliyorsunuz bunu zaten” diyor. Sokak Kedisi ısrar ediyor, “İyi ya insanlar da duysun sebeplerinizi?” “Herkes biliyor zaten söylememe gerek yok.” Muhabir teşekkür ediyor ve birbirlerine sırtlarını dönüp tam olarak aksi istikametlere uzaklaşıyorlar.

Konya’daki Kendine Muhabir söyleşisinde, dokuzuncu dakikaya doğru nihayet iki genç, belli ki Erdoğan’sız bir Türkiye hayali kurabilecek veriye sahip olmadıklarından, Erdoğan’a oy vereceklerini söylüyorlar. Sebebi soruyor muhabir. El cevap: “20 yıldır ülkenin başında.” “20 yıldır ülkenin başında diye mi oy veriyorsunuz?” “Evet, aynen! Ondan başkası şey yapamaz ki!” Yanındaki uzun saçlıya dönüyor mikrofon, o da diyor ki: “Ben önceden CHP’ciydim. Olaylara mantıklı bir şekilde bakınca Erdoğan’a oy vermeyi düşünüyorum.” Ama bombayı sonra patlatıyor: “Adam bu seçimden sonra bir daha girmeyeceğim diyor abi. Son bi kez daha yapsın.” Yanındakinin aklına bir şey geliyor nihayet: “Adam metro yapmış, metro!” Söyleşi bu kadar. 21’inci dakikaya doğru biri daha çıkıyor Erdoğan’a oy vereceğini söyleyen. O da “Öbürleri bir cümle kuramıyor, Erdoğan’a vereceğim” diyor, “Ben lise mezunuyum, onlar üniversite mezunu ama lise mezunu kadar bile cümle kuramıyorlar.” Aklında tam anlam veremediği diploma tartışması olduğundan emin gibiyim ama söyleşi burada bitiyor.

İki-üç yıl önceydi galiba Almanya’nın bir şehrinde istemeden kendimi orta yerinde bulduğum bir “AKP size ne yaptı?” tartışmasını hatırlıyorum. Bir kahvede muhatap olduğum bu soruya cevap vermemenin yanlış olacağını düşünüp, beş-altı madde sıralamıştım aklım erdiğince. Özellikle kişisel kızgınlık duyduğumu düşünebilecekleri meselelerden değil (mesela pek çok arkadaşımın cezaevlerinde rehin olması), herkesi ilgilendirecek kamusal işlerden söz etmiştim. Örneğin sağlık sektörünü özele devretme işinin zamanla sistemi tıkayacağından, yeni başlayan salgın nedeniyle bu değişimin sonuçlarını zaten gördüğümüzden; kentsel dönüşüm ve konut politikalarının hızla bir krize doğru gittiğinden; çevreye ilişkin meselelerden; görece iyi bildiğimi düşündüğüm tarımdan vs. Sıra eğitime de gelmişti tabii ama çok geçmeden hata olduğunu anladım. Çünkü muhatabım ben “eğitim” der demez bir “anahtar kelime” yakalamış olmanın verdiği hevesle söze girmiş ve adeta bir döngüye hapsetmişti kahvedeki herkesi: “İmam-hatipler yaygınlaştı ya siz ondan karşısınız Erdoğan’a. Çoluğun çocuğun dinini öğrenmesine tahammül edemiyorsunuz. Başörtülüleri de istemiyorsunuz, şimdi bütün hastanelerde başörtülü personel çalışıyor, aslında kızmanızın sebebi o. Artık sizler değil, bizler hakimiz her yere.”

Gerildi ortam, benden başka muhalifler de vardı kahvede, tartışmanın gelişme şekli herkesin sinirlerini germişti. Hastaneler konusunda mesela, AKP’yi desteklediğini söyleyen gruptan biri, “Ama bütün hastanelere gidebiliyoruz” demişti ben konuşurken. “Şimdilik gidebiliyorsunuz ama gidemeyeceğiniz günler gelecek, nitekim şimdiden gidemeyenler var” diye cevap vermiştim. “Falcı mısın sen? Daha mı iyi bileceksin ülkeyi yönetenlerden” diye çıkışmıştı bana. Ne denir ki bu müdahaleden sonra? Başlayan bir sözün herhangi bir yere varması mümkün değildi. Zaten konu ne olursa olsun üç cümle sonra başa sarıyordu retorik, “imam-hatip, başörtüsü…” Yeminle aradım üçüncü konuyu kendi zihnimde bulamadım şimdi bir kez daha.

Şu geçtiğimiz yıllarda birkaç mesele daha kazandırmaya çalıştı AKP taraftarlarına; TOGG, İHA-SİHA vs. Tanıdığım insanlar var gerçekten muhalefetin, Türkiye’nin TOGG ve İHA-SİHA üretmesine izin vermek istemeyen dış mihrakların desteğiyle birleştiğine, bunun için kolayca kandırabilecekleri kadınlara daha çok hak tanımayı vaat ettiklerine inanan ve bu nedenle aslında vazgeçtiği AKP’ye safları sıklaştırmak üzere koşarak dönen. Bu argümanları da koca koca gazeteciler, pırıl pırıl ekranlardan aktarıyorlar hepinizin bildiği üzere. O televizyonlarda, o tartışmacılar insanlara sokakta, kahvede, akraba arasında karşılaştıkları muhalif söylemi hangi anahtar kelimelere sığınarak duymayabileceklerini aktarıyorlar aslında. Yani AKP’li seçmenin gözüne perde, kulağına tıkaç, kalbine mühür üretiyorlar o anahtar kelimelerle. Kendileri de aynı yönteme başvurmak zorundalar hayatlarını sürdürebilmek için. Başka çareleri yok.

Mesele konuşmak, tartışmak, ne bileyim mesela bir muhalifi Erdoğan’ın liderliğine, ülkede işlerin yolunda gittiğine ikna etmek değil bu türlü didişmede. Sadece pozisyonunu korumak. Hepsi bu. Yalnız bu andıklarımda değil, izlediğim başka sokak röportajlarında da dikkatimi çeken artık yukarıda sözünü ettiğim o döngüsel ezberin de olmaması. “Herkes biliyor zaten, söylememe gerek yok.” Neyi biliyor herkes, hem madem herkes biliyor, neden söylemiyorsun? “20 yıldır o yönetiyor ülkeyi, gene yönetsin.” Peki memnun musun bu yönetimden? “Öbürleri yapamaz abi.” “Son bir kez yönetecekmiş zaten.” Eee yani. “İşte son bir kez yönetsin.”

Son “beka” seçimi olsun!

Demem o ki, İnce’ye kızan Yalova sakinleriyle, tutunacakları tek bir dal kalmasa bile reislerini savunan AKP’lilerin bir ortak yanları var. Siyasetin seçmeni, hatta bütün bir toplumu kendine yabancılaştırma gücünün yabana atılmaması gerektiğini gösteriyor her iki örnek kümesi de. Sokakta görseniz selam vermeyeceğiniz insanlara oy vermeye zorlayarak da yaratabilir bu yabancılaşma efektini siyaset. Bütün hayatınızı birkaç kelimeye sıkıştırarak da: İmam-hatip, başörtüsü, İHA-SİHA, TOGG. Her iki yabancılaştırma efektinin de bir “beka” tonu içerdiğini de hatırlatmak isterim. Aman ha! Sesinizi çıkarmayın, bu seçimi kaybedersek var ya!…

Partiler bunları diye diye ülkeyi hakikaten, bu defa seçmenin siyasetçilere “Bu seçimi kaybedersek var ya!” diye hatırlattıkları bir düzleme taşıdılar. 3 Mart krizi sonrasında tanık olduğumuz şey buydu. Oysa aynı siyasetçiler bize “Tatava yapma, bas geç” demişlerdi mesela bir seçimde. Verdiğim oydan hicap duyduğum, ömrüm boyunca da duyacağım tek seçimdir. Ondan beridir de söylenmekten, bıdıldanmaktan vazgeçmedim şükür.

Her neyse, birkaç saat sonra ya da siz bu yazıyı okurken aday listeleri dolaşmaya başlayacak etrafta. Sevindiğimiz adaylar da göreceğiz, siyasetten ve oy vermeyi düşündüğümüz partiden iyiden iyiye şüpheye düşmemize neden olan adaylar da… Görmezlikten geleceğiz kimi namzetleri de… Bulundukları tarafa bakmamaya çalışacağız, mecburen oy kullanacağımız partinin adayı olsalar bile. Niye? Sırf memleketin şu alelacayip cendereden çıkması için elimizden geleni ardımıza koymayacağımızı bilip bu krizi fırsata çeviren parti seçkinlerinin gönülleri olsun, kararsızlar da bizim kızgınlığımıza bakıp muhalefete oy vermekten vazgeçmesinler diye.

Olabilecek en “politik” ruh halimize bürünmüşken bile politikacıların politikayı ancak kerhen başvurulacak bir çare yolu olarak işaretlemelerine eyvallah diyeceğiz yani bir kez daha.

Son olsun bu! Bundan sonraki ilk seçimde bize şu ruh hallerini yaşatan partilerden de hesap soralım olur mu? Öyle bir toplumsal muhalefet ağı örelim ki şu ya da bu parti “yara” alırsa bütün demokrasi çöpe gidiyor olmasın. Kimse bir daha diyemesin bunu. Diyecek olanların dillerine en acısından Maraş biberi sürelim!

Neyse ki şu ortamda siyaset yapan ya da siyasetini şu ortamın değişkenlerine bakarak şekillendiren bu partilerden çok azı kalacak geleceğe. Eğer bu seçimi Erdoğan kaybederse zorlu ama siyasi ihtimaller açısından bereketli bir döneme gireceğiz. İşte o zaman aklımızda olsun bu minik detaylar da, selam bile vermeyeceğimiz insanlara oy vermeye zorlayamasın bizi siyasetçiler. Çünkü bu türlü siyasetçinin, “Soğan-ekmeğe talim etsen de ülkenin bekası için beni seçeceksin” diyenden hiçbir farkı yok.

Kapak resmi: Edward Hopper, Soir Bleu, 1914

e-mail: aysecavdar@gmail.com

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.